İlhami Bekir Tez ve gölgede kalmış romanları

Yıllar öncesinden bugünün yaratıcı okurlarına da seslenebilen Taşlıtarla’daki Ev ve Herhangi Bir Roman Kitabıdır adlı iki kısa roman, tam anlamıyla devrimci nitelikte yapıtlardır

Bir süreden beri, edebiyatımızın unutulmuş, gölgede kalmış yazarlarına ve eserlerine yönelen bir keşif yolculuğuna çıkmanın heyecanını yaşıyorum. Onları yeniden gün ışığına çıkaran yayınları yoğun ilgiyle okumaktayım. Unutulan, sis perdesi altında gizli kalan yazarların ve yitik metinlerin çoğunun, bu olumsuz durumu hak etmediğini; zamanın acımasız çarkları arasında kalan kimi eserlerin, dönemine göre ne denli nitelikli, öncü ve değerli olduğunu fark ettiğimden beri, içimde bir ses, onlar için yazılar yazmaya teşvik ediyor beni.

Bu sesin çağrısıyla, İlhami Bekir Tez’in yaşamını ve romanlarını inceleme odağına aldım. YKY tarafından gerçekleştirilen yeni bir basımda, yazarın iki kısa romanı Taşlıtarla’daki Ev ve Herhangi Bir Roman Kitabıdır bir araya getirilmiş. Bazı kaynaklara göre, yazarın 1928’de yayımladığı Asfalt adlı bir kısa romanı daha var.

Taşlıtarla’daki Ev, 1939 yılında Yeni Adam dergisinde 14 sayı süresince tefrika edilmiş, 1944’te kitaplaşmış ve 1984’te yeni baskısı yapılmış. Herhangi Bir Roman Kitabıdır, ilk kez 1965’te yayımlanmış. Bu kitabın özelliği, ilk basımda kapakta; “Yazan: Herhangi Biri” ifadesine yer verilmesi ve iç sayfada İ. B.Tw. kısaltmasının yer alması. (Tw: Yazarın doğduğu, çocukluğunun bir kısmının geçtiği Trablus’taki soyadı Twebi’nin kısa yazımı) İlk sayfadaki bu kısaltmanın altında şöyle bir ifadeyle karşılaşılıyor: “İşbu Herhangi Bir Roman Kitabıdır forma forma yayımlanacak ve her forması bir liraya satılacaktır.” Gerçekten, roman metninin parçalı yapısı da, eserin formalar halinde yazılıp düzenlendiğinin bir göstergesi durumunda. İlhami Bekir Tez, bir söyleşisinde de bu kitabını formalar halinde bastırdığını ve sokak sokak gezerek bir liraya sattığını; sonra ciltletip kitap haline getirdiğini anlatır.1

Ne denli hüzünlü bir yazar hayatıdır bu, diye düşünüyor, duygulanıyor insan. Yazdığı romanın formalarını sokaklarda satmaya çalışan İlhami Bekir Tez, oldukça meşakkatli bir hayatın insanı. Hüzün dolu gerçekleri yansıtan bu hayat sahnesi, yıllar sonra Ali Özgentürk’ün “At” filminin vapurda geçen bir sahnesine esin kaynağı olur. Köyden İstanbul’a gelen ve Haydarpaşa’da trenden inip vapurla karşıya geçen film kahramanı adam ve çocuk yaştaki oğlunun tanıklığında; dolayısıyla seyircilerin iç dünyasında yer alır bu sahne: “O sırada yorgun görünümlü, üzerinde eski bir ceket ve elinde bazı kitaplar bulunan, yaşlı bir adam şiir okumaya başlar yolculara hitaben. Şiir bitince, ‘İlhami Bekir’in şiirleri... Hediyesi çok ucuz. Ucuz...’ der yorgun bir sesle. Türk şiirinin önemli adlarından, çileli bir yaşam sürmüş olan İlhami Bekir Tez’dir görüntüdeki adam. Gerçekten de o yıllarda vapurlarda şiir kitaplarını satmaya çalışarak ayakta durmaya çalışmaktadır. Satacak başka şeyi yoktur çünkü. Okuduğu, “Unuttum” şiirinden bir bölümdür.” (Tunca Arslan, İlhami Bekir Tez’i tanımak, Aydınlık, 13.6.2016)

Taşlıtarla'daki Ev/ Herhangi Bir Roman Kitabıdır, İlhami Bekir Tez, Yapı Kredi Yayınları1906’da Libya’nın Trablus şehrinde doğan; 29 Mart 1984’te İstanbul’da vefat eden İlhami Bekir Tez, uzun, yalnız, dramatik bir ömür sürer. Önce babasını, ardından annesini küçük yaşta kaybeder. Subay dayısıyla birlikte 1911’de İstanbul’a gelir. Birkaç yıl sonra dayısını da kaybedince o yıllarda Dârüleytâm denen yetimler yurduna verilir. Hayatın zorluklarıyla erken yaşlarda tanışan İlhami Bekir, 1926’da Dârülmuallimîn’i (İstanbul Öğretmen Okulu) bitirir ve 1954 yılına kadar, ülkenin pek çok yerinde ilkokul öğretmeni olarak görev alır.

1924’ten itibaren şiirleriyle dönemin başlıca edebiyat dergilerinde görünen İlhami Bekir Tez, Nâzım Hikmet’in dostları arasında yer alır; onunla birlikte, sosyalist düşünceyi benimser ve toplumcu şiirin önde gelen sanatçılarından olur. Nâzım Hikmet gibi o da serbest nazmın öncülerinden olmuştur; ancak Nâzım’ın yanında onun şiirlerinin epeyce gölgede kaldığı belirtilmektedir. Hayatı ve eserlerine dair en kayda değer ve kapsamlı çalışma; Refik Durbaş’ın hazırladığı Mektup Var İlhami Bekir’den / Hayatı, Şiiri, Anılarıyla İlhami Bekir Tez (Piya Yayınları, 1997) adlı kitaptır. Refik Durbaş’la bir söyleşisinde “İki büyük tesirin içindeyim; biri, o zaman dört yaşındayken Trablusgarp üzerine İtalyan bombaları yağarken anamın ölmesi. İkincisi, doğduğum memleketi kurtarmak için gelen Mustafa Kemal...” diyen İlhami Bekir Tez’de antiemperyalist ruh, sosyalist düşünceyle kaynaşır. Mustafa Kemal’i özellikle antiemperyalist bir devrimci oluşuyla takdir eder.

Refik Durbaş’tan öğrendiğimize göre, yazar, uzun yıllar boyunca Kadıköy’deki Elif Otel’deki bir odada yaşamıştır. Öksüz, yetim, kimsesiz bir çocuk olarak büyüyen, içinde sürekli bir ev ve yuva özlemi taşıyan; yalnızlığını edebiyata, sanata, şiire dönüştüren bir yazardır İlhami Bekir Tez. Evliliği, baba olması bile ne yazık ki yalnızlığını değiştiremez; hepsi ayrılık ve hüsranla sona erer.

O derin yetimlik ve yalnızlığını, öğretmenlik mesleğinde telafi etmeye çalışan İlhami Bekir, içindeki çocuk sevgisini dizelere dökerek çocuk şiirleri yazar ve onları kitaplaştırır. (1928) Nâzım Hikmet’le birlikte yazdıkları Mavi Kitap da çocuk şiirleri ve çocuk öykülerini içeren özgün bir çalışmadır. (1930)

Yazar Behzat Ay’ın kızı Aydan Ay, anılarında İlhami Bekir Tez’e dair şöyle yazıyor: “Gözlerinden gözyaşları yerine, hüzün akan şair-yazardı o!  (…) Haftanın bir iki günü babam Kadıköy'e inerdi ve bazen birlikte giderdik. Mutlaka, Elif Oteli'nde kalan İlhami Bekir'i ziyaret ederdik. Ve sonra simit alarak, Elif Kıraathanesine...” (Aydan Ay, Gidemediğin Yol Senin Değildir, Tilki Kitap)

Yıllar içinde gazetelerde düzeltmenlik, sayfa düzenleyiciliği gibi işlerde de çalışır İlhami Bekir Tez. Yazıdan, yayından, edebiyattan hiç kopmaz. Cemal Süreya onu “Afrika aslanı” diye nitelendirir. Şiirleriyle tanınmakla birlikte, romanları da önemlidir İlhami Bekir Tez’in. Bu unutulmaya yüz tutmuş özgün romanların yeni basımı, sıra dışı metinlere ilgi duyan edebiyat meraklıları için de güzel bir sürpriz oluşturuyor.

Gerçekten, hem Taşlıtarla’daki Ev hem de Herhangi Bir Roman Kitabıdır adlı iki romanında İlhami Bekir Tez’in, kurgu, dil, yapı ve yazınsal tarz açısından oldukça farklı, deneysel, özgün bir yaklaşım içinde olduğu; var olan ve benimsenen kalıpların epeyce dışına çıktığı görülür.

Kitabın Sunuş yazısında belirtildiği gibi, Taşlıtarla’daki Ev, ilk olarak 1939’da Yeni Adam dergisinde Fuat İzer’in resimleri eşliğinde 14 sayı süren bir tefrika roman olarak yayımlandı. 1944’te Yeni Adam Yayınevi’nce kitaplaştırıldı. İkinci basımı, de Yayınevi tarafından 1984’te yapıldı. YKY tarafından gerçekleştirilen yeni basımda ilk kez yazarın “Bu Romanın Dünü ve Bugünü” başlıklı yazısı da yer alıyor.

Herhangi Bir Roman Kitabıdır hakkında, İlhami Bekir’in “Bu romanda araya serpiştirilmiş şiirler de var. Bunlardan Cezayir adlısı bazı dostların hâlâ dilindedir. Neylersiniz ki, bu kitabı okumuş olanların da sayısı birkaç yüzü geçmiyor.” dediğini öğreniyoruz. Herhangi Bir Roman Kitabıdır’ın ilk sayfalarından önce, akademisyen Mustafa Kurt’un kapsamlı makalesinin yer aldığını görüyoruz. Bu makale, romanla ilgili pek çok yönü aydınlatan önemli bir çalışma olarak dikkatimizi çekiyor. “Adından da anlaşılacağı gibi siyasal, tarihsel, toplumsal bir çilenin ipleriyle örülmüş çok renkli motiflerle dolu, daldan dala konan baş döndürücü bir kitap” olarak tarif edilen Herhangi Bir Roman Kitabıdır, dönemi açısından öncü ve farklı bir metin olarak ilgi uyandırıyor.

Taşlıtarladaki Ev'in sakladıkları

Taşlıtarla’daki Ev, İlhami Bekir Tez’in, eserin oluşum ve yayımlanma sürecini dile getirdiği 10 Nisan 1976 tarihli Bu Romanın Dünü Bugünü başlıklı metni ile başlıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş ve dağılma döneminde Balkan, Trablusgarp gibi savaşlar sonucunda pek çok ailenin, yaşadığı topraklardan Anadolu ve İstanbul’a göç ettiğini; göçlerin insan ve toplum açısından büyük bir trajedi olduğunu dile getiriyor yazarımız.

Taşlıtarla’nın, Suadiye taraflarında, Bulgaristan göçmenlerinin yerleştirildiği bir semtin adı olduğunu belirten İlhami Bekiz Tez, o yıllarda Kadıköy- Bostancı arasındaki yolun tozlu topraklı, ıssız bir cadde olduğunu; at arabasıyla yolculuk yapıldığını, yol boyu kırk elli kadar köşk olduğunu anlatıyor. Yazar, “Taşlıtarla mahallesine gelince… Burada ilk göç sıralarında yapılmış, tek katlı, küçücük iki buçuk odalı, alçak bir yapı vardı ki, bir zaman mahalle mektebi olarak kullanılmış, sonra da maarif okulu olmuştu. İşte ben burada öğretmenlik yaptım ve Taşlıtarla’daki Ev romanını yazdım.” (s.13) diye devam ediyor satırlarına. O zamanlar, Erenköy’de Ethem Efendi Caddesi’ndeki Kantarcı Sokak’ta semtin en ünlü köşklerinden birinin, duvara yapışık, tek katlı taş müştemilat odalarından birinde oturduğunu dile getiren İlhami Bekir, buranın okuldan yarım saat uzaklıkta olduğunu; köşkün çok büyük bir bahçeyle çevrelendiğini belirtiyor. Bu bahçenin; asırlık çamları, bostan kuyuları, artık yok olmuş meyvelikleri, bağları, sayısız ve çeşitli ağaçlarıyla bir koru ya da bir küçük bir orman gibi oluşunu resmediyor.

Yılın muhtemelen 1929 olduğunu belirten yazar, bir gün yakın dostlarından Nâzım Hikmet’in onu orada ziyaret ettiğini, siyasî nedenlerle polisçe aranan Dârülmuallimîn mezunu bir arkadaşını o evde saklamasını istediğini; onu, hiçbir soru sormadan konuk ederek ne anlatırsa sadece dinlemesini rica ettiğini belirtiyor. Bir süre Nâzım’ın arkadaşını evinde sakladığını, ancak Sadiye adlı komşusunun, kaçağı polise ihbar ettiğini anlatan yazar, genç kadının kendisine ilgi duyduğunu, ancak ona ilgi göstermemesi nedeniyle intikam almak için böyle bir yola başvurduğunu da dile getiriyor. Durumun vahametini anlatması üzerine konuğunun o gün kalkıp gittiğini ve bir daha onu görmediğini belirtiyor. Daha sonra Nâzım’a sorduğunda arkadaşının intihar ettiğini söylediğini; bu çok sevgili insana derinden acıyıp üzüldüğünü; Taşlıtarla’daki Ev romanını bu adamın anısıyla, onun için kaleme almış olduğunu dillendiriyor. Romanın dergide yayımlanırken ve kitaplaşırken birçok kez yayıncı sansürüne uğradığını, bazı kısımlarının makaslanıp çıkartıldığını, romanın değerinden, orijinalliğinden pek çok şey kaybetmiş olduğunu belirten İlhami Bekir Tez, o yıllarda romanının hiçbir yankı yapmadığını, hakkında tek satır yazılmadığını; ancak uzun yıllardan sonra aranılan bir kitap haline geldiğini ifade ediyor. Romanı 20’li yaşlardayken yazdığını; kitabın “o dönemin içli bir belgesel romanı” olduğunu belirten İlhami Bekir Tez, kitabın yeni basımında “…yarıdan çoğu sepete atılmış olan Taşlıtarla’daki Ev’in o makaslanan sayfaları ne bende var ne de onları yeniden yazabilecek durumdayım. Romanı işte bu kolu kanadı kopmuş haliyle okuyacaksınız.” sözleriyle içindeki hüznü satırlara döküyor. (s.16)

Taşlıtarla’daki Ev öncelikle günceler, günlük notlar şeklinde kaleme alınmış bir metin; böylece yazar, yaşanan gerçekliğin kurmacaya dönüştüğü bir metnin içinde olduğumuzu fark ettiriyor derinden derine. Okurken, roman metninin anlatı katmanlarından oluştuğunu görüyoruz. Yazar, “roman içinde roman” tekniğini kullanarak, Hasan adlı kahramanının yazdıkları ve kendi yaptığı bazı ilavelerin bir araya gelmesiyle Taşlıtarla’daki Ev romanının meydana geldiğini belirtiyor: “İşte bu dokümanlı roman, onun kahramanı ve ‘Büyük Harbin Çocukları’ adlı bir başka romanın muharriri olan Hasan’ın yani X arkadaşın yazdıklarıyla enstantaneman zapt edilmiş olan hakikate yakın notlardan ibarettir.” (s.21) Romanının kahramanı olan Hasan’ı kendi evinde bir ay barındırdığını, aynı bardaktan su içtiklerini ve dost olduklarını belirterek; onun çok sevdiği bir şarkıdan da söz ediyor: “Mesut ve kaygusuz, bulutların üstüne çıkacak, yıldızlardan cıgara yakacağız.” diye biten bir şarkıdır bu. Hasan’ın ufak hikâyeler ve romanlar yazdığını fakat bunların hiçbirini yayımlatamadığını da ekliyor sözlerine. Roman, Hasan’ın günlük notlarıyla başlıyor; daha sonra Hasan’ın kurmacası Büyük Harbin Çocukları romanına geçiliyor ilerleyen sayfalarda.

Okudukça romanın çok farklı, modern bir iç düzenle kurgulandığına tanık oluyor ve 1930’ların sonunda kaleme alınan bu eserin, dönemine göre oldukça özgün yapıda olduğunu keşfediyoruz. Yazarın anlatımı, Hasan’ın günceleri ve o güncelerin arasında yer alan Hasan’ın romanı Büyük Harbin Çocukları ilgiyle okunuyor. Hasan’ın güncesi A, B, C, D, E bölümlerinden oluşuyor ve metne parça parça serpiştiriliyor. Aynı günün güncesinin anlatımı olan bu parçalar o günün farklı saatlerinde yaşanan olayların ya da hissedilenlerin anlatımlarından oluşuyor. Güncelerde, Hasan, romanını yazma süreçlerini de bütün içtenliğiyle dile getirdiği için üst kurmacalı bir yapının varlığına tanık olunuyor. A, B, C başlıklı güncelerin arasına Hasan’ın yazdığı romanın birinci bölümü, daha sonra da D, E günceleri geliyor. İlkten, olayları takip etmek biraz zorlaşsa da romanın parçalı yapısı özellikle deneysel tatlardan hoşlanan okurların ilgi duyacağı boyutlar kazanıyor. Büyük Harbin Çocukları, Birinci Dünya Savaşı’nda yaşananlara çocuk gözüyle bakan bir anlatı. Savaşın yıkımları, yaşanan felaketler, ailelerin savrulması, öksüz ve yetim kalan çocukların iç dünyaları, yalnızlıkları, yetimhanelerde hayata tutunma çabaları etkili ve canlı tablolar halinde dile getiriliyor. Cephelerden evlere gelen sandıklardaki şehit elbiseleri iç sızlatıyor. Şefkatsiz insanlarla dolu yetimler yurdu, ülkeyi kasıp kavuran bulaşıcı hastalıklar, cephelerden gelen yaralılar… Kuru ekmekle yaşayan ve her şeye rağmen oyun oynamayı bırakmayan küçük yetimler…

Acılarla dolu bu hayat manzaraları arasında derin sözlerle de karşılaşıyoruz: “İçimin aydınlığı yeter bana. Ve dış âlemi tanımak için dışarlık ampullerin yanmasını beklemem. Başkalarının aydınlığında okunan hakikat bizim hakikatimiz değildir.” (s. 70)

Hasan’ın güncelerinden sonra yazarın metne ekledikleri yer alıyor; bu eklemeler, yazarın başlarda anlattığı yarı karanlık, gotik, ürpertici mekânlara ve o mekânların ürettiği korkulu atmosfere bağlanıyor. İç romanın; yani Büyük Harbin Çocukları’nın günceler arasına yerleştirilmiş olması, parçalı yapıyı ve yazarın sıra dışı yaklaşımını pekiştirecek nitelikte. Taşlıtarla’daki ahşap evin canlanıp konuşması gibi masalsı anlatımların yanı sıra metin parçalarında birinci kişi anlatımından üçüncü kişi anlatımına geçişler, romanda monotonluğu önleyen, metni canlandıran yazınsal bir tarz oluşturmakta.

Hasan’ın, güncesinde, romanını yazma sürecini dile getirdiği cümleler ilgiyle okunuyor: “İnsan niçin yazar ve roman nedir? Söylemek istediğimiz şeyler vardır da ondan. Yazmak, söylemek gibi sadece inandırmaya çalışmaktır. İnsan yazacağı şeyin şiir, hikâye, nuvel, roman veya bilmem ne olmasını düşünmeksizin yazar. Okuyanlardır ki ona bu adlardan birini verirler ve bunlar sadece mekteplilerle kakavanlar için yapılmış budalaca tasniflerdir. Onların yazıcı için hiçbir kıymetleri yoktur. Yazmanın tek gayesi, ne şiir, ne roman, ne bilmem ne adlı sona varmaktır. İyi ama ben neden yazıyorum ve kimi inandırmak için yazıyorum? Şimdilik gazete patronunu ve şimdilik, sadece üç beş kuruş kazanabilmek için. İnsan kendisi için yazar. Nasıl ki herkes kendini söyler. Bar artisti vücudunu gösterir, muharrir iç âlemini. Bu romanımın Hasan’ı yine şu ben Hasan’dır. Tıpkı ben sadece ben. O çocuk Hasan, tıpkı yine bugünkü Hasan’dır. Bu adı değiştireceğim şüphesiz. İnsan, üstüne ismini yazacağı romanın kahramanına kendi adını vermez ya!” (s.47)

Hasan tarafından ilk iki kısmı yazılan Büyük Harbin Çocukları’nın sonraki bölümlerinin de yazılmaya başlandığını, yine onun güncesinden öğreniyoruz. Yazılmaya devam eden bir romanla karşılaşmak heyecan veriyor insana.

Herhangi Bir Roman Kitabıdır'da deneysellik

Herhangi Bir Roman Kitabıdır da Taşlıtarla’daki Ev gibi parçalı yapıda oluşturulmuş bir metin. İçinde kısa öyküler, notlar, anekdotlar, yaşanmışlıklar, küçük anı parçaları yer alıyor. Bu parçaları anlatıcı/ yazarın kaleme aldığı şiirler birbirine bağlıyor. Arada “çıkmalar” adıyla yorumlarını dile getiren anlatıcı/ yazar, kaldığı yerden romana devam ediyor. Eserin en önemli özelliği; birbirinden farklı üsluplarla yazılmış metinlerden oluşması, romana zenginlik kazandıran bir üslup çeşitliliği taşıması.

Bu romana da üst kurmaca ve yazma sürecinin paylaşımıyla farklı bir renk kazandırılıyor : “HERHANGİ BİR ROMAN kitabının birinci babı burada bitti. Roman devam ediyor. Beş kahramanımızdan biri olan kedi Asya’da kaldı. Deniz Onbaşısı Avrupa’da; Emil Hasan ve muharrir Asya’dan Avrupa yoluyla Afrika’ya geçtiler. (s.139)

Bu romanın, içyapı açısından Taşlıtarla’daki Ev’den başlıca farkı, şiir dizeleriyle çeşitlendirilmesi ve Nâzım Hikmet’in bir roman kişisi olarak metinde yer alması. Metinler arası ilişkiler bağlamında, hem Nâzım’ın hem de dönemin bazı önemli şairlerinin dizeleri de metne örgüleniyor.

Selim adıyla metnin kurmaca dünyasında yer alıyor Nâzım.“Selim çok büyük bir şairdi. O benden çok yıllar önce vatanından ayrılmıştı. Eşsiz bir dünya adamı olarak, bütün dünya sathında sesi duyulan bir çakıştır o.” (s.153)

Hâlâ kulaklarımda sesi var Selim’in. Tam beş yıl önce bu sıralarda bütün salon; sokaklar, caddeler, bütün Beyrut nasıl çın çın çınlamıştı.” (s.159)

Çöldeki hayat, Kuzey Afrika gibi farklı coğrafyaların insanları ve kültürleri, romanı oluşturan parçaların içinde ayrı birer hikâye konusu oluyor. Çöl kumları, ay ışığında çölün büyülü görünümleri, oralardaki düşler, acılar, derin keder halleri, yüreğe dokunan gizli ve sessiz bir dil gibi. Bir parçada Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nı okurken, başka bir parçada Nâzım’ın yurt özlemini dile getiren satırlarla karşılaşıyoruz:

Sustu, uyy memleketim! diye içini çekti. Mavi gözleri buğulu. Ben ayak basamam o topraklara! dedi. Sen benim için öp o toprakları, çek içine o çiçek ve meyve kokan yumuşak havayı. (…) Memleketim! Memleketim! Mutlu olası memleketim!” (s.158)

Selim hâlâ elinin sıcaklığını taşıyan elime bir kiraz çekirdeği vermişti. Bunu dedi, hani o gençlik günlerimizde bağının sarı salkımları altında oturduğumuz Erenköy bahçelerinin toprağına sal! Fışkırsın topraktan; büyüsün ağaç olsun o! Ve sen onun kırmızı meyveler veren yemyeşil yaprakları altında beni an! Eğer kısmet olur da gelemezsem oralara…” (s.159)

Diyordu ki Selim:

Üç şey geçilmezdir üç şey!

Ana, vatan ve yaşamak.

Ne mutludur ki o anneye, ölüm pahasına da olsa, doğurur.

Ne mutludur ki o vatana, onun özleminden daha yakıcı bir özlem yoktur.

Ve ne güzel şeydir yaşamak, ama hür ve insanca yaşamak! Onun için ölümü bile göze alırız.” (s.159)

Metin içinde Nâzım’ın dizelerine ve bir romanına göndermelerle karşılaşmak, okur olarak heyecanımızı arttırıyor; böylece, okuduğumuz romanın başka metinlere açıldığını fark ediyoruz:

“’Belki sen ölürsün önce, belki ben!’ dedi. ‘Hangimiz kalırsa ikimizden’ dedi.

ağlamasın!

Vaktimiz yok ölenlerin matemini tutmaya!”(…)

Kan konuşmaz! dedi kan konuşmaz!

Kan bağlamaz insanı insana.

Can yoldaşımdı, arkadaşımdı o;

Bir ömür boyunca bağlı kaldım ona.” (s.165)

İlhami Bekir Tez, romanın sayfalarında kendi sesini anlatıcısının sesine katıyor; savaşın kötülüğünü, acımasızlığını, emperyalizmin mazlum halkları nasıl ezip yok ettiği gerçeğini gür sesle ve büyük bir içtenlikle dile getiriyor. Sosyalist düşünceye bağlı olmasının yanı sıra emperyalizme de kararlı bir karşı çıkış sergiliyor: “Ve o gece, evet o gece, kati kararımı verdim, Cezayir’e gideceğim. Her nasıl olursa olsun, her ne bahasına olursa olsun Cezayir’e gideceğim. Burada yapamadığım şeyi orada yapacağım. Orada çarpışacağım emperyalizmle… Belli ki artık; toprağımda, dost gibi de gelmiş olsa, yabancı asker, yabancı üniforma görmeye, yabancı dili duymaya daha fazla tahammül edemeyeceğim. Ve çocukluğumda-ilk dünya harbi mütarekesinde-donsuz, pilili etekli bir İskoçyalı çavuştan yediğim dayağı hatırlıyorum. Ve… Yıllarca da sürecek olsa, gözlerim nemli ve bulanık; meçhul semtlere doğru yola düştüm.” (s.120)

Romanı okudukça, dünya tarihi içinde toplumların ilerleyişinin büyük bir açıklık ve akıcılıkla anlatıldığını; sömürünün doğuşunun, esaret, mülkiyet, egemenlik, erk gibi kavramların sınıfsal açıdan analiz edildiğini; bu toplumsal konuların yazar tarafından edebi bir kaygı gözetilerek işlendiğini görüyoruz.

Herhangi Bir Roman Kitabıdır’da İlhami Bekir Tez, bir tür mozaik tekniği uygulayarak kendine özgü bir metin çatısı oluşturmuş. Bu teknikte, her parçayı tekil olarak değerlendirmek mümkün olduğu gibi parçaların oluşturduğu bütünselliğin izini sürmek ve tamamlanmış büyük resmin yavaş yavaş ortaya çıkışını keşfetmek, farklı bir okuma tadı veriyor. Metnin derin katmanlarına indiğimizde tablonun tamamlandığını, bütün renklerin ve şekillerin yerli yerine oturduğunu görüyor ve yepyeni anlamlara yürümenin heyecanını yaşıyoruz. Metnin her parçası ayrı birer renk olarak düşünüldüğünde, en sonda ortaya çıkan bütünsellik, yazarın anlam yaratma ustalığının yanı sıra yaratıcı ve deneysel tutumunu da kanıtlıyor.

Böylesine farklı ve etkileyici bir yazınsal tekniği, yıllar sonra daha da ustalıklı bir biçimde kullanan yaratıcı yazarlar ortaya çıkacaktır edebiyatımızda. Mesela Bilge Karasu’nun Göçmüş Kediler Bahçesi’nde ya da Hulki Aktunç’un Bir Çağ Yangını’nda kullandığı teknik de öyledir; her parça kendi içinde bir bütündür, her parça bir taraftan metnin öteki parçalarıyla bazı ortak noktalardan bağlandığı gibi, parçaların tümü en sonunda tek parça, büyük metni oluştururlar. Böylece anlam çoğulluğuyla derinleşir o sıra dışı, özgün romanlar.

Devrimci nitelikteki yapıtlar

İlhami Bekir Tez’in yıllar öncesinden bugünün yaratıcı okurlarına da seslenebilen Taşlıtarla’daki Ev ve Herhangi Bir Roman Kitabıdır adlı iki kısa romanı, tam anlamıyla devrimci nitelikte birer yapıttır. Toplumcu içeriği derinleştiren bu romanlar, bilindik kalıpları ve şablonları kıran deneyselliğiyle, yenilikçiliğiyle de devrimci niteliktedir. Bu romanlarda devrimci öz, devrimci bir yapı içerisinde şekillendirilmiş; bunun yanı sıra dil, söylem ve anlatım tarzında özgün bir çalışma gerçekleştirilmiştir.

Kurmacamızda “az denenmişlere” yönelen, bazen de “denenmemiş olanları deneyimleyen” İlhami Bekir Tez’in romanlarının hak ettiği değere kavuşmasını diliyor; gölgede kalan bu yaratıcı yazarımızı saygıyla anıyorum.

 

1 Bkz: “İlhami Bekir Tez’in 55. Sanat, 75. Yaş Günü Kutlandı.” Söyleşi: Osman Saffet Arolat, Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı, 1980.