Günübirlik Yazılar'dan: Yarım bırakmak/yeniden başlamak

Bir işi yarım bırakmak, çoğu zaman insanı pişmanlık yakınmalarının kışkırtmasıyla yeniden başlamaya itiyor…

25 Mayıs 2018

Bugün iki ay sonra ilk kez klavyenin tuşlarına dokundum: Paçal da olsa günlük benzeri bir şeyler yazmak/hiç olmazsa/parmaklarımı alıştırmak istiyorum. Böyle dedim, çünkü zihnim henüz yaratıcı üretime geçecek kıvamda değil. Bundan dolayı hastane (hastaneler) serüvenimin başlamasıyla yarım kalan yazıları ele alıp onların yardımıyla yola çıkmam kolaylık sağlayabilir… Örneğin, Suat’ın Mektubu’nun yayımlanması nedeniyle giriştiğim yazıyı tamamlayabilirsem, Tanpınar sayesinde fazla yorulmadan parmaklarımı güçlendirebilir, hatta yoğun bakım odalarının, ameliyathanelerin boğucu ve çok koyu gerginliğinden henüz kurtulamamış olan zihnime taze nefes aldırabilirim. Kim bilir belki bu sayede, yitirdiğim yaşam sevincini yeniden bulur; ruhumu dibi tutmuş tencere gibi karartan/ameliyat sonrasında üzerime yapışan çöküntüden/ kurtulurum-da- diğer son çırpınışlarımı sakinleştirip tedirginliğimi gideririm. Örneğin, Varlık dergisinin 85. yılı için yazmaya başladığım metni bir başka bağlamda ele alıp Mehmet Erte’ye belki gönderir; Seval Şahin’e verdiğim Sherlock Holmes öyküsü sözünü ise yarıladığım metni tamamlayarak belki yerine getiririm. Hatta- yine belki -neredeyse iki yıldır uğraştığım romanla yeniden boğuşmaya bile başlarım.       

Peki, yıldan yıla biriktikçe biriken, farklı nedenlerle tamamlayamadığım onca metin ne olacak? Örneğin, 2015’te durmadan erteleyip sonunda vazgeçiverdiğim/büyük olasılıkla İshak’ı Büyülü Gerçekçilik’le ilişkilendirenleri şaşırtacak Onat Kutlar’ın aslında Beckettyen bir öykücü olduğunu iddia eden atak; Oktay Rifat’ın Ahmet ismine yüklediği anlamların peşine düşmemden dolayı 2016 yılında beni aylarca meşgul eden merak; 2017’de yanlış anlaşılmaktan çekindiğim için yarım bıraktığım Konya Oturak Âlemleri ekseninde Orhan Kemal-Sabahattin Ali karşılaştırması ne olacak; bu tamamlanmamış girişimler, keşke ünlemlerinin ağır baskısı altında yarım ve yaralı öylece bekleyecekler mi?  

Bu soruya bilmiyorum’dan başka verecek yanıtım yok, çünkü artık yarın demekten çekiniyorum. Dolayısıyla zihnimi tırmalayıp duran pişmanlık yakınmalarını yatıştırmak ve unutmak için anlık atışlarla yetinmem gerekiyor.

Bugün giriştiğim eylem işte böyle bir şey, yani temrin yaparak/kimi cümlelerim kılçıklı ve nekahet acemisi olsa da/ yazının neşesini yeniden edinmek için/bir umut/ çırpınmak yalnızca. Kısacası içinde bulunduğum duruma uygun düştüğü için Suat’ın Mektubu ile ruhumu biraz olsun aydınlatmak, zihnimi parlatmak istiyorum, çünkü Tanpınar bana her zaman iyi gelmiştir. Ama önce -yolu biraz uzatacak olsam da- parmaklarımı güçlendirmek için peşrev yapmam gerekiyor. Şöyle ki: Mart ayının ilkyaz habercisi son günlerinden biriydi, evden çıkmış Samatya’ya doğru yürüyordum, amacım bir iki bardak bira içip bir süredir kötü işaretler veren bedenimi yatıştırmak; zihnimde dolanıp duran neyim var benim sorusunu biraz olsun unutmaktı. Vakit ikindiye dönmek üzereydi. Güneş sırtımı okşarcasına ısıtıyor, denizden ulaşan esintiyi, evlerden süzülen kaynamakta olan reçel kokuları eşliğinde içime çekiyor ve tabii ki hayat güzel, yakında toparlanırım filan diye kendimi aldatıyordum. Ama aymazlığım uzun sürmedi, iç organlarımdan gelen uyarılar üzerine hemen eve dönüp 112 ambulansıyla en yakın devlet hastanesinin acil servisine götürüldüm. Böylece tarçın ve karanfille mest edilmiş portakal reçelinin ağdalanmış kokusu, yerini eter formaldehit karışımı hastalıklı sarsıntıya bıraktı. İki ay boyunca bu kokuyu içime çektim… ve tabii ki bu yıl, ne İstanbul’un lale neşesine ne de erguvan sevincine tanık oldum. Ama ne tuhaf, eskiden pek aldırmadığım bu çok renkli ve mor hüzünlü zaman aralığını görüp tadamadığım için -şimdi- yakınıyor, bir tür eksiklik hissediyorum.

Dün bilgisayarda mart ayında yazdığım yazıların dosyalarını açıp okuduğumda tabii ki portakal reçeli kokulu o günün bütün ayrıntılarını/eşimin ve çocuklarımın telaşlarını, yakınmalarını ve iki ayrı hastanede edindiğim acı deneyimleri ve öğrendiklerimi/ tekrar tekrar hatırladım... Fakat her neyse bu kadar peşrev yeter; ipin ucunu kaçırmadan asıl    konuya dönüyorum: Evet, son okuduğum kitap Suat’ın Mektubu’ydu ve bu değerli buluntuya verilen güzel emek beni harekete geçirmiş, Tanpınar ve kurguladığı kişiler  hakkında kışkırtıcı bir metin oluşturmaya girişmiştim. Yarım kalan bu yazı için aldığım notlara sonra değinirim; şimdi bu temrinin anlam ve önemine uygun olarak şunları söylemek istiyorum: Ahmet Ergenç, K24’te Suat’ın Mektubu’nu kritik ettiği yazıda “Tanpınar bu mektubu yarım bırakmış, niye acaba” diye bir soru sormuş, ardından şu yanıtı vermiş: "İki ihtimal var: ya Suat’ın gözüyle yazacak kadar ‘modernist’ bir uca savrulmadığını hissetmişti ya da bu mektubun hiç yazılmamasının daha radikal bir hamle olacağını." (1)

Bence ünlem işaretiyle bitmesi gereken üçüncü bir ihtimal unutulmamalıydı: Tanpınar neyi yarım bırakmamış ki!

26 Mayıs 2018

Bugünkü parmak ve zihin alıştırmalarıma sözü eğip bükmeden tehlikeli bir genelleme yaparak başlıyorum: Ben, yarım bırakmak/yeniden başlamak eylemleri arasında sıkı bir nedensellik bağlantısı (illiyet rabıtası) olduğu kanısındayım; çünkü kendimden biliyorum: Bir işi yarım bırakmak, çoğu zaman insanı pişmanlık yakınmalarının kışkırtmasıyla yeniden başlamaya itiyor… Ben Tanpınar’ın da bu iki eylem arasında gidip gelen, işlerini sürekli yarım bırakıp bir süre sonra o işi tamamlamak üzere harekete geçen, daima yeniden başlayan bir yazar olduğu kanısındayım. Onun bu davranışına ya da paniğine bence Zeigarnik etkisi denilebilir -ki bu psikolojik kavram, yarım kalmış işlerin ve sorunların gerilim oluşturarak zihni çok daha fazla meşgul ettiğini tanımlamak için kullanılır. Bu arada Zeigarnik’in kişiyi keşke yakınmalarıyla yarım kalan işi tamamlamak üzere harekete geçiren içtepi olduğu da söylenebilir.

Öte yandan -bence- Tanpınar, atelofobik (mükemmeliyetçi, ama olumsuz anlamda) bir yazardı. Sınırlarımı zorlayarak koyduğum bu tanıya dudak bükecek olanlar, nevrotik mükemmeliyetçiliğin semptomlarını/yani erteleme, tamamlamama, kaçınma, kaytarma, kırılganlık, en iyiye ulaşma isteğini/ ardı ardına sıraladıklarında hem bana hak verecek, hem de -belki- şu saptamamı doğru bulacaklardır: Az önce vurguladığım gibi, Tanpınar, her şeyi eksiksiz-mükemmel yapmak isteyen ama neredeyse her şeyi yarım bırakan bir yazardı: Öyle ki roman külliyatı biri hariç (ki Halit Ayarcı’nın Doktor Ramiz’e yazdığı mektubu öğrendiğimden beri ben Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün bitmiş roman olduğundan da kuşkuluyum) yarım metinlerden oluşmaktadır… ve tabii ki Suat’ın Mektubu’nun ardından yazara ait yarım kalmış yeni çalışmalar da bulunabilir. Ancak Tanpınar’ın bizatihi kendisi Aydaki Kadın’ın Selim’i gibi yarım kalmış bir roman kahramanına, daha doğrusu eksik sayfalı bir insan-roman’a ya da herkese açık yapıt’a dönüşmüşken/ kendini dönüştürmüşken/ böyle bir yazarı nereye kadar öğrenip nereye kadar anlayabiliriz, öğrenip anlasak bile tamamlayabilir miyiz?   

Bu zincir soruya ne olumlu ne de olumsuz yanıt verilebilir… Böyle olmasına karşın, Tanpınar’ın hem kendi, hem de yarattığı roman kahramanları üzerinden araştırılması, tanımlanması sürdürülecektir. 

Aydaki Kadın yazarın ölümü dolayısıyla tamamlanmamış bir metin olabilir; ama  romanın 30. sayfasında, Doktor Selim, ressam Suat’ın resimlerinden birini tırnak içinde  "Ah biraz daha havalı, biraz daha resim olsa…” diye kritik eder etmez devreye yazar girecek, tırnak kullanmadan Çok uğraşılmış eserin kendine mahsus bir trajiği olduğu muhakkaktı. Şimdiki haliyle bizi o yarım kalmış ihtişamlarıyle meşgul eden yarı muamma, yarı psikolojik dokunan eserlerden biriydi diyecek; birkaç satır sonra ise -iç sıkıntısı ve hüzünle- okuru, Doktor Selim’in yarım kalmış romanı İflas’ın masanın üzerinde sürünen müsveddeleriyle tanıştıracaktır. (2)

Aydaki Kadın’dan alıntıladığım yarım kalmış ihtişam bağlantılı cümleleri okuyan ve Tanpınar’ı biraz olsun tanıyanlar, yazarın bahane ürettiğini, romanını bile isteye yarım bıraktığını -da- söyleyebilirler. Hatta bu meseleyi Walter Benjamin’in “yapıt tasarımın ölü maskıdır” sözü eşliğinde tartışmak isteyenler bile çıkabilir. Ben ise bu tür tehlikeli sulardan uzaklaşıp haddimi aşma kotamı başka yönde kullanıp Tanpınar’ın sık sık Zeigarnik etkisiyle yarım yapıtlarını tamamlamaya çalıştığını, ama onları da yarım bıraktığını ikinci kez söylemekle yetiniyor; Ahmet Ergenç’in “… yarım bırakmış, niye acaba" diye sorduğu Suat’ın Mektubu’nun işte böyle bir keşke’yle yazıldığını düşünüyorum. Öte yandan Tanpınar’ın yaşamının son döneminde yarım bıraktığı işleri tamamlamayı planladığını günlüklerinden okuyup öğrendik, hüzünlendik. Evet, yazarın ölümüyle -fobisi doğrultusunda- her şey yarım kaldı; ama söylediği gibi ihtişamla!

Tanpınar’ın -Mahur Beste ile başlamasına karşın- Huzur’un merkezde olduğu, zaman bağlamında aşağı yukarı ya da ileri geri akan ırmak roman düşünmüş olduğu varsayılabilir mi, bilmiyorum, ama Tahsin Yücel’in İlk Adam için yazdığı bitmemiş roman–açık yapıt (3) vurgusunu, okurun ve araştırmacıların metne katılması bağlamında değerlendirip şunu söylemeyi göze alıyorum: Ben, bitmemiş bir roman olan Huzur’un ya da doğrudan doğruya Ahmet Hamdi Tanpınar’ın açık yapıta dönüşmüş olduğu kanısında olduğum için, yazar ve kitapları hakkında yazılan bütün metinlerin Tanpınar ırmağına su taşıdığını, debiyi yükselttiğini düşünüyorum. Bu olağanüstü verimliliğe; Tanpınar Edebiyat Araştırmaları ve Uygulama Merkezi’nin çalışmaları, orada yapılan etkinlikler, Huzur’un mekânlarına düzenlenen kültür gezileri ve bu konuda sosyal medyaya yansıyan fotoğraflar, mesajlar da dâhildir bence…

Bütün bu çabalar nereye kadar, hangi zamana kadar sürer; tabii ki bilinmez. Şimdi düşünüyorum da, Tanpınar’ın çok özel mektuplarının ve günlüklerinin pornografik denilebilecek dürtülerle didiklenmesinin; benim gibi Tanpınar meraklısının bile yetişemeyeceği sayıda çok kitap, çok yazı, çok değini ve tıpkı şu an yaptığım gibi çok bilgiçlik yayınlanmasının, bir anlamda taşkınlık yaratılmasının nedeni; yazarın bizleri yarım kalmış ihtişamiyle meşgul etmesi olmalı. Tabii ki Tanpınar’ın tamamlanmamışlık duygusuna yönelik annesizliğe bağlı psikolojik, hatta Doğu-Batı bağlamında sosyolojik yorumlar yapanlara saygı duymak gerekiyor. Ben ise bu konuda; yazarın yapıtlarını okumakla, yani gözle muayeneyle yetinmeyenler için zımnî olduğu kadar tıbbî, dolayısıyla tomografik bir yorum yapmayı doğru buluyorum: Tanpınar, hayatı boyunca sağlık sorunları yaşamış, hasta organlarını iyileştirmek için durmadan mücadele etmiş biriydi. Biraz da bundan dolayı bedeninden memnun değildi, ama dünyevi zevkleri; ağrıları ve döküntüleri saymıyorum/tüberkülozdan hemoroide, amfizemden kolite, prostattan ürtikere, piyoreden hemoptiziye… bir dizi hastalığı barındıran/ o bedenle tadıp mutluluğa eriştiğini söylemiştir. Bunu söylemesine karşın o, bedenini değil de aklını hep daha çok sevmiştir -ki az önce saydığım hastalıkların yerleştiği organlar düşünüldüğünde ve yazarın kalp krizinden öldüğü hatırlandığında, o bedende sağlıklı tek organının beyin olduğu söylenebilir: Çünkü hayatının son döneminde bütün bu hastalıklarının tek tek üzerine çökmesine; piyoreden dolayı ağzında diş kalmamasına, hemoptizi yüzünden kan tükürmesine karşın, Tanpınar’ın zihni tıkır tıkır işlemekte, Aydaki Kadın’ı tamamlamaya çalışmaktadır… Peki, bu romanın kahramanı Selim’in mesleğinin tıp doktoru olması; Tanpınar’ın yaşamı boyunca hastalıklarla mücadele eden, hastaneleri tanıyan biri olmasıyla ilişkili olabilir mi?

Bu soruya -da- ne olumlu ne de olumsuz yanıt verilebilir. Bu arada yakında değineceğim mesele bağlamında yaratılmış roman kişilerinde yazardan izler arayanlara, hatta, o kim olabilir diye soranlara ve işte o diye belirleyici savlar öne sürenlere hatırlatmak isterim ki, Aydaki Kadın’ın hem estet, hem parasız, hem eski milletvekili, hem de İflas adlı yarım kalacak bir roman yazmakta olan Doktor Selim’i, Mümtaz’dan daha çok Tanpınar’dır.

Tanpınar’ın Sarayburnu’ndaki Askerî Verem Hastanesi’nde uzunca süre yatması,  Fransa’da fıtık ameliyatı olması, Londra’da çırılçıplak radyografi çektirmesi, akciğerleri için Cerrahpaşa’da iki ay konuk edilmesinden dolayı ona profesyonel hasta niye denmesin... Bu arada onun çok sayıda tıbbî terim ve tıp deneyimi biriktirdiği de söylenebilir. Bir başka gerçek ise, ona dünyevi zevkleri tattıran bedeninin eksiklerini kapatmak için uğraşıp durmasıdır -ki diğer yüklerinin yanı sıra hastalıklarından da çok bunaldığında intihar edip hayatını tamamlamak; böylece yarım bırakmak zorunda kaldığı her şeyden kurtulmak istediği de söylenebilir. Şimdilik amatör hasta olan bana gelince: Hastane odalarında oksijen maskesiyle ve bedenimdeki torbalı torbasız diğer eklentilerle geçirdiğim iki ay boyunca -öyle ya da böyle- bir an önce her şey bitsin istiyordum. Fakat bu isteğe; ne inmesi gereken şalter, ne de prizdeki fiş aldırıyordu. İyileşmek yavaş yavaş, eziyet- ağrı sancı çeke çeke gerçekleşecek; kesilip biçilip dikilmiş bedenle epikriz raporunda yazıldığı gibi şifa ile her şey yeniden başlayacaktı.

Böyle olmasına karşın taburcu olup eve döndüğüm günden bu yana bir şeylerin tamamlanmadığı- tamamlanmayacağı, eksik kaldığı, eksik kalacağı korkusu /ve sanki sürgit böyle olacakmış/ duygusu yüzünden huzursuzum, mutsuzum. Bu olumsuz duruma ve karanlık duygulara karşın; parmaklarını güçlendirmek, zihnimi cilalayıp açmak için iki ay sonra zor da olsa giriştiğim eylemi, gereksiz ve özel malumatlarla, depresif kuşku cümleleriyle çıkmaza sokmaktan kaçınmalı, yazının neşesini kaçırmamalı, memnunmuş gibi yapıp günü hoşnut bir cümleyle bitirmeliyim: Yazacak ömrüm varmış!

23 Haziran 2018

27 Mayıs sabahı yeniden başlamak üzere tam Suat’ın Mektubu’na yönelmiştim ki, yeni  bir hastane yolculuğu yapmak zorunda kaldım: Bu kez sorun, kanı sulandırmak için içmem gereken ilaçlardan birinin yan etkisiydi, dolayısıyla iki ay yetmezmiş gibi bir hafta daha gözlem altında tutuldum: Yeni tahliller yapıldı, akciğerlerim iki kez görüntülendi, anevrizma kuşkusuyla üç kez ultrason seferi yaptım, ama bu kez görüntülenen kalbim değil, bazı damarları kalbime taşınan bacaklarımdı. Uzatmayayım, çok zor bir haftaydı… ve ne reklamcılara pek yakışan yazacak ömrüm varmış türünde kitsch espriler yapacak hâlim vardı, ne de yarım bıraktığım Suat’ın Mektubu yazısını düşünüp hayıflanacak durumdaydım.

Bugün itibariyle yeni ilaçlarla ikinci kez taburcu olup eve dönmemin üzerinden neredeyse 15 gün geçti. İşte, yeniden bilgisayar başındayım ve aşağı yukarı bir saattir yazıyorum. Dün bir ara edindiğim deneyimleri değerlendirmeyi de düşünüp kalp ameliyatı olacaklar için bir el kitabı yazmaya karar vermiştim. Amacım bıçak altına yatacaklara, devlet ve özel hastanelerin acil servislerden başlayarak yoğun bakım odalarını, ameliyathanelerini; cihazlarını ve tabii ki doktor, hemşire ve diğer sağlık personelini tanıtmak, bilgilendirmek, karşılaşacakları sorunları sayıp dökmekti. Ancak bu girişimden isteksizce olsa da vazgeçtim, önsöz niyetine aldığım notları bir daha dönmemek üzere terk ettim. Ama şunu çok iyi biliyorum: El kitabı düşüncesi beni keşke yakınmalarıyla rahatsız etmeyi sürdürecek. Çünkü daha fazla uğraşmamak için ya da yetersizliklerinden başlattıkları tedaviyi yarıda kesip dördüncü yoğun bakım günümde beni bir ambulansla/paran var mı yok mu demeden/ özel bir hastaneye sepetleyen devlet hastanesine, o kurumun sağlığını yitirmiş insanları mesai saatlerinde ilgilenilecek  olarak gören doktorlarına… ve hastalarına müşteri muamelesi de yapan özel hastanelere, yani sağlık sistemimizin bütününe öfkeliyim. Uzatmayayım, giderek iyice yozlaşmakta olan bu kurulu düzenle hesaplaşmazsam bir şeyler hep eksik kalacak, huzursuz olacağım; ama varsın kalsın, zira sağlık sistemimize özel sorunlarımdan dolayı yazılı şiddet uygulayıp genelleme yapmak istemiyorum… Fakat her neyse, bastırmakta zorluk çektiğim öfke ve el kitabı bahanesiyle yaptığım araştırmalar sonucu, ülkemizde yoğun bakım tarihinin pek de eski olmadığını, bu ünitelerin 1980’den başlayarak ağır ağır yaygınlaştığını; Acil Tıp’ın gelişebilmesi için ise 1994’ü beklemek gerektiğini öğrendim. Hatta Tanpınar’ın son nefesini verdiği Haseki Hastanesi’nde klakson yasaklarına kesilen cezaların paralarıyla 1953’te yapılan ek binaya klakson yasağı pavyonu adı verildiğini, yazarın öldüğü yıl bu binaya 60 yataklık yeni bir koğuş eklendiğini… ve her zaman olduğu gibi gerekli gereksiz daha bir sürü şeyi biriktirip bir tür bunalıma girdim. Sonunda çareyi yeniden Suat’ın Mektubu’na ve Tanpınar’a dönmekte buldum: Aslında, bu kitabı merkeze alarak yazı yazmayı bana öncelikle Selim İleri’nin Suat Kimdi yazısı düşündürmüş, Ahmet Ergenç’in K24’teki değerlendirmesi ise düşünceyi eyleme geçirmeme neden olmuş, şunları yazarak işe başlamıştım: Ben, Selim İleri’nin Suat Kimdi başlıklı yazısıyla Mümtaz’ın ve Suat’ın, yani her ikisinin de Tanpınar olduğunu söylediği kanısındayım. Böyle bir sonuca ulaşmamın nedeni İleri’nin Suat’ın intiharı, kendisi de zaten Suat olan Mümtaz’ın iç dünyasındaki saplantı, intihar takıntısı, bunun ikide bir de iç sesle dışavurumudur” dedikten hemen sonra şu vurgulamayı yapmasıydı: “Hayatı ıstırabın kaynağı sayan yalnızca Suat mı? Tanpınar’ın kişisel güncesini okuyanlar bu soruyu kolayca yanıtlayacaklar.” (4)  

Ahmet Ergenç de Selim İleri’yle hemen hemen aynı görüştedir; onun için de Mümtaz, Tanpınar’dır. Abjekt (sefil) bir kahraman olan Suat ise, “Bünyesinde çeşitli cereyanları bir araya getiren Tanpınar’ın içindeki daha yıkıcı, gelenekle bağını daha koparmış, daha ‘modernist’ tarafı…” ifade eden şeytanî Tanpınar’dır.   

Mümtaz Tanpınar’sa, İhsan tabii ki Yahya Kemal’dir. Ahmet Ergenç, yazısının dipnotuyla bu konuda okuru İsmail Yelaldı’nın internet sitesindeki Huzur’daki İhsan Yalnızca Bir Roman Kahramanı mıdır yazısına gönderiyor -ki bu metinde de Huzur’un yayımlandığı tarihten itibaren Mümtaz’ın Tanpınar, İhsan’ın Yahya Kemal olduğu söylenmektedir. Yelaldı, ilkin 2009 yılında Gösteri dergisinde yayımlanan bu metne Tanpınar’ın Necdet Evliyagil’le 1950’de yaptığı söyleşiye Huzur’un hasta İhsan’ını kastederek, Yahya Kemal’in iyi olduğu haberini vermesine değinerek başlar: Kanıt olarak da değerlendirilebilecek bu anekdot, bence Evliyagil’in karşısına Tanpınar olarak oturan Mümtaz’ın- humoru mu desem, ironisi mi desem artık bilemiyorum, ama işte o tür bir şeydir.

Kuşkusuz, ben de herkes gibi Mümtaz’ın Tanpınar, İhsan’ın Yahya Kemal olduğu belirlemesiyle yetiştim, ne yetişmesi, bu belirleme ile yaşlandım. Tam böyle gidiyor gidecek derken, 2008 yılında yazarın günlüklerini okumak zorunda kaldım ve zihnimdeki Mümtaz imgesi un ufak oluverdi. Bu kadar da değil, aynı dönemde Mevlevi ve Bektaşi geçmişi olan bir ailenin bireyi olarak tanıtılan ve Mevlevi gelin olarak tanımlanan Nuran’ın Saffet Tanman ile iki bileşeninden biri olan Nesteren Dırvana’nın soroptimist olduğunu, hatta bir dönem Amerika Birleşik Devletleri çıkışlı bu federasyonun başkanlığını yaptığını öğrendim ve zihnimdeki Nuran imgesi de parçalandı. 

Söz buraya geldiğine göre, kimilerince yanlış bulunacak şu değerlendirmeyi de yapmam gerekiyor: Bence roman tiplerinin- karakterlerinin çeşitli nedenlerden dolayı /yeni bulgularla, yeni edebî değerlendirmelerle ve sinemaya, tiyatroya, televizyona, hatta resimlendirme yoluyla çizgi romana uyarlanıp/ zaman içinde görsel değişime uğratılması benim gibi ileri yaşlardaki okurların zihninde yeni yeni roman kahramanı imgelerinin oluşmasına neden oluyor/olabilir… Örneğin, Bihter’in önce Müjde Ar’laşmasından, ardından Beren Saat olmasından söz edebilirim; tiyatroya ve operaya uyarlanan Aşk-ı Memnu’ları izlemediğimden bu zinciri Bihter bağlamında daha fazla ilerletmem iyi ki olası değil. Öte yandan zihnimdeki Çalıkuşu imgesinin önce Türkan Şoray’la, ardından Aydan Şener’le, son alarak da Fahriye Evcen’le değişime uğradığını da söyleyebilir… ve en dramatik parçalanmayı Madam Bovary sayesinde yaşadığımı itiraf edebilirim: Şöyle ki, 1980’lerin video döneminde seyrettiğim Edwige Fenech’in canlandırdığı Emma karakteri zihnimi öyle un ufak etmiştir ki, ne siyah beyaz Emma’lar ne de 1991 yapımı Emma olan Isabelle Hupert, ne de 2015’in Emma’sı Mia Wasikowska, parçaları bir araya getirebilmiştir. Zira Edwige Fenech çok güzel bir seks yıldızıydı, 1969 yapımı Madam Bovary, tabii ki onun beden özelliklerini öne çıkaran bir yapım olmuştu.

Bihterler, hatta Behlüller (Salih Güney, Kıvanç Tatlıtuğ) meselesine gelince, tartışılması gereken yalnızca roman kahramanları olmamalı: Bence kimi eklentilerle aylarca, bazen de yıllarca süren televizyon dizileri dolayısıyla edebiyat modifiye edilebilir mi sorusu da tartışmaya açılmalı. Uzatmayayım, Zebercet iyi ki hâlâ Macit Koper deyip yaptığım atakları Suat’ın Mektubu’nun kapağında yürüyen Huzur kahramanının sırtının bize dönük olmasından memnun olduğumu söyleyerek şöyle bitiriyorum: Yaşadığım serüven, benim gibi dokuz yaşındayken bademciklerine müdahale edilmesinin dışında hastaneye yolu düşmemiş, doktora bile gitmemiş biri için tekdir ötesi deneyimlerle dolu, ama bir o kadar da öğretici bir süreçti… Örneğin, yoğun bakım odalarında bulundurulan -anjiyo olanların kasıklarını presleyen- dört beş kiloluk kum torbalarını, atardamara yönelik arteryel kan gazı enjektörlerini ve işaret parmağıma taktıkları, nabzımı ve kandaki oksijen doygunluğunu ölçen yarısı içilmiş sigara teki büyüklüğündeki oksimetre cihazını bedenimle deneyimleyip bir daha unutmamak üzere öğrendim. Öyle ki dalgınlık anlarımda parmağımdaki oksimetre cihazını sık sık sigara sanıp hayali külünü istemsizce silkelediğimi, hatta ender de olsa daldığım derin uykulardan birinde örtündüğüm pikenin tutuştuğu sanısıyla uyandığımı hatırlıyorum… Hayır, iki aya yakın süre boyunca öğrendiklerim yalnızca bunlar ve bunların benzeri onlarca tıbbî sözcük, terim ve cihaz ismi değildi, iç organlarım hakkında da bilgi sahibi oldum. Daha doğrusu, kolum bacağım gözüm ve diğerleri dışında hoyrat davrandığım, görünür olmadıkları için yok saydığım; aort kapakçığının mutlaka değişmesi, bazı damarlarının bypass edilip yenilenmesi gereken bir kalbim, oksijen tüpüne bağlanmadan işlevini yerine getiremediğinden tedavi edilmesi kaçınılmaz olan akciğerlerim ve kanayan midem -de- varmış meğer!

Hastanelerde yalnızca iç organlarımın da olduğunu, onlara da özen göstermem gerektiğini öğrenip bir anlamda eksiklerimi gidermedim; canımı acıtan, yazmasam, birilerine anlatmasam keşke diye yakınacağım öyküler de biriktirdim. Bunlardan birini konuyla ilgili olduğu için aktarıyorum: Devlet hastanesinin yoğun bakım ünitesinden sepetlenmemden iki gün önceydi; anjiyo sonrası tekerlekli sedye ile getirilip yanımdaki yatağa çıplak hâlde bırakılan, çok iri bir balığa benzeyen şişmanca ve yaşlıca erkek hasta, gerekli işlemleri yapmak üzere yanına gelen hemşireden hemen okunacak bir şeyler talep etmişti. Hemşire böyle şeyler olmadığını söylendiğinde, yatak komşum tepki gösterip, yoğun bakım servisinde bile okuma gereksinimi duymasının nedenini Şair Nâbi’nin torunu olmasıyla açıklamıştı. Hemşire Hayrâbâd yazarını tabii ki tanımıyordu, ama siz de şiir yazıyor musunuz diye sormuştu. Yanıt olumluydu, komşum şiir yazıyordu. Ertesi sabah hemşire, jest yapıp gazeteyle gelmiş ama şair, gözlükleri olmadığından okuma gereksinimini yerine getirememişti. O gün, tam oksijen maskemi çıkarıp konuşmaya, Nâbi’yi sormaya kalkışmıştım ki, yatak komşumu ameliyata götürdüler, geri de getirmediler. Dolayısıyla kışkırtıcı merakımı yatıştıramadığım gibi, çocukluğumda çikletlerden çıkan Türk Büyükleri serisiyle tanıştığım zayıf ve sivri burunlu genç olarak çizilip boyanan Nâbi, değişime uğrayıp yerini şişmanca yaşlı adam imgesine bıraktı. Sanırım bundan sonra ne zaman Nâbi’nin adını duysam, devlet hastanesinin yoğun bakım servisini ve şairin torununu hatırlayacağım, ama edebiyat kullanılarak gerçekleştirilen, büyük olasılıkla başarısız olan önemsenme çabasının hüznüyle…

…………………………………………………………………………………

4 Ekim 2018/ Güncel Not:

Atelofobi konusuyla ilgilenmemin nedeni iflah olmaz bir ertelemeci olmamdır. Zeigarnik’e gelince; neredeyse 40 yıl reklamcılık yapmak zorunda kalmış biriyim; dolayısıyla merakı kışkırtmak için yarım bırakma esasına göre uygulanan yarı teaser kampanyalarının çıkış noktası olan bu kavramla ilgilenmem kaçınılmazdı… Bu konuda başka örnekler ise, televizyon dizilerinin en heyecanlı yerinde kesilip izleyicinin bir sonraki bölüm için hazır tutulması… ve gelecekte gerçekleştirilecek bir eylem için şimdiden kamuoyu oluşturulmasıdır. Örneğin, Semih Kaplanoğlu’nun Huzur’u sinemaya uyarlayacağını temmuz ayında duyurmasıdır ki, ben Nuran’ın, Mümtaz’ın, İhsan’ın ve özellikle Suat’ın beyazperdede nasıl tecessüm edeceğini şimdiden merak ediyorum…

 

(1) Tanpınar’ın şeytanı, K 24, 22 Mart 2018
(2) Alıntı, 1987 yılında Adam Yayınları tarafından yayımlanan Aydaki Kadın’dan yapılmıştır.
(3) İlk Adam, Albert Camus, Can Yayınları/Tahsin Yücel’in ‘Sunuş’ yazısı
(4) Hürriyet Kitap- Sanat, 22 Mart 2018