Doğa karşısında yeni insan

Hüseyin Kıran: Yürümek ama doğada yürümek. Bütün kuvvetlerine tekrar açık hâle gelmek doğanın. Çünkü doğa alanı bize çoktandır kapandı. Onun kuvvetlerini hissedemez olduk...

29 Kasım 2018 13:35

İnsanın doğayla, insan oluşlar dışındakilerle ilişkilenmesi ve bu ilişkilenmelere atfettiği anlamlar sürekli bir akış içindedir. Bu akış, “anlam”ın devingenlik içinde yeniden kurulması, bozulması, çözülmesi ile birlikte, insanın kendini doğa karşısında ve doğanın içinde tekrar tekrar kurgulamasıyla değişir ve farklılaşır. İnsan doğa karşısında nerededir? Sözkonusu bir doğa kalmış mıdır? Anlam atfedilecek yeni ilişkilenme biçimleri ele alınabilir mi? Ve yürüme eylemi, doğa ile insan arasındaki ilişkiyi düzenlemede bir başvuru yöntemi olarak uygulanabilir mi?
 
Hüseyin Kıran, son kitabı Yaşamak- Bir Çaba’da, retoriği ansiklopedik bilgi ve felsefeyle bütünleştirip insan olma durumlarına ve farklı insan olma alanlarına bir bakış atıyor. Yeni bir insan varlığı kurgulamanın veya güncelin kurgu insanını arkaik temellerine döndürmenin bir olanak hâlinde ele alınabilineceğini gösteren yeni kitabı vesilesiyle yazarla görüştük.
 

Öncelikle dil ve form meselesinden başlayalım. Son kitabınız Yaşamak-Bir Çaba’da, çoğunlukla yaşanmış bir deneyim etkisi meydana getiren, olayları an be an sunan özel bir dil kullanımı görüyoruz. Bu dil –bence- önceki dört romanınıza göre daha rahatlamış, daha işlevsel ve daha tasarruflu, ve bilinçli bir kekemelik içinde değil. Bunun sebebi metnin anlam yükünün fazla olması mı?

Ben dili doğrudan buluyorum. Her metin bir fikir etrafında çalışır benim için ve o fikrin gerektirdiği yapı elemanlarından en önemlisi dil. Hikâye anlatıcısı değilim, malum olduğu üzere. Geçerken değineyim ki hikâye anlatıcılığını önemserim. Sadece, ben bu biçimde çalışmıyorum. 

Yaşamak - Bir Çaba, Hüseyin Kıran, Yapı Kredi Yayınları

Çok temel ve düşünürken kaçınamadığı şey, diyalog için insanın mümkün olması gerektiği bilgisidir. İnsan artık mümkün hâlde bulunan bir varlıktır diyemiyorum. Bilincinin, yaşamda bulunma tarzlarının, eylemlerinin, haz ve acı süreçlerinin, elbette duygularının ele geçirilerek alınıp satılma nesneleri olarak yeniden kurgulandığı, kapitalist pazar sisteminin eline geçtiği açıktır. Bedenlerin alınıp satıldığı vakıadır. Organlarının alınıp satıldığı, kanının satıldığı açıktır. Üretim ilişkilerinin birbirimizin emek-zamanına el koymak ya da emek-zamanımızı satmak biçiminde düzenlendiği apaçık. Duygularımızın büyük medya kuvvetlerince yönetildiğini söylemeliyiz. Filmler ve edebiyat yapıtlarının bugün zihni kuruluşumuzu işaret ettiği sanılır; tam aksine, zihnimizi kurarlar. Popüler olarak izlenen ve okunan metinleri, bütün kıtalara dağılan insanları yaşadıkları yerde gidip bulan zihinlerine sızan bütün bu içerikler hakkında iyi kötü bilgimiz var ve yaygın olarak bulunan insan olma tarzını kuran metinlerdir bunlar. Birbirine bu kadar benzemelerini sosyal medya sayesinde bire bir görebiliriz ve bu bakımdan ortada ne öteki ne de başkası bulunmaz. Bu birörneklik, geniş bir ispatlamaya girişmek mümkün ve gerekli, türümüzün belli bir tarzının tasfiyesini verir artık. Ben bu zihinlere eklemlenen ve kendini buraya hizalayan metinlerle vakit harcamamayı tercih ederim. İnsan imkânları bakımından çok daha büyük bir varlık olma tarzı üretebilir. 

Her metin için dil icat etmek gerektiğini ileri sürmüyorum. Bunu metin mantığına da uygun bulmuyorum. Kitaplar, sadece belli bilinç tarzlarını yankılamak için üretilmez. Ulysses, zamanında ilerici bir yapıttı. Tarihin belli bir döneminde, Dublinli orta sınıf bir erkeğin zihni durumunu bütün etkileşimleri içinde üstlenebilmek için belli bir dilsellikle ele alındı. Bugünün zihni yapısı ve dış çevrenle bütün ilişkilenmeleri nasıl yazılabilir? Kafka günümüzde yaşasa, kendi dışımızda kurulu bulunan ve bize baskı yapan bürokrasiyi bizzat içimizde işlettiğimiz bugünde, nasıl yazardı? Bir dil yapısı kurmayı tercih etmek, öylece kendimizden kaynaklanan nedenlerle karar verdiğimiz bir şey değil. Sanatın amacı üzerinden düşünebileceğimiz pratik bir sorun bu. 

Sanatsal kuruluş insan ve toplum ilişkilerinde, insan ve doğa ilişkilerinde, insan ve insan ilişki akışlarında işleyen mekanizmalardan çıkarılıp keşfedilmez. Tam tersine, buralarda işlemeyen ve varoluşun akışının insan tarafından bozulduğu noktaları belirlemek üzere özellikle üretilir ve ortaya getirilir. Eğlence sektörünün bir alt kolu değildir edebiyat.  

Dil, burada kullanılan dil, bu bakımdan bir ihtiyaca yanıt verdi. Doğa elemanlarını incelemek gerekiyordu. Bu da ansiklopediktir esasen. Bilgilendirici, kolayca takip edilen bir dil olmalıdır. Gerisi tefekkürün dilidir. Arzudan bahsedilirken biraz daha akışkan olmasını gözettim. İkinci kesimin dili, karakter kendine dönük değilse, işlevseldir. Ve diyalog mümkün olmamıştır. Ve dünyaya söylenecek bir şey yoktur. Bu durumda araştırmalar yapmak ve yaşamı yeniden hizalamak gerekir. Böylece metin ortadadır. 

Ve form meselesi.. Felsefe tarihine şöyle bir bakınca pek çok filozofun aynı zamanda pek iyi edebiyatçı olduğunu görürüz. Sözgelimi Nietzsche, Sartre, Camus, Russel, Schopenhauer felsefî temellendirmelerini felsefenin soyutluğunu ve kuruluğunu gidererek ortaya koymuşlardır. Siz de retorik ve felsefeyi bir araya getirip edebiyatı bir düşünme alanı olarak kullanıyorsunuz ve işlevsizliğin bu sanatın doğası olduğunu düşünmüyorsunuz. Öyle değil mi? Yaşamak-Bir Çaba insan oluşa karşı bir tavır alışı dile getiriyor ve bu bakımdan felsefî bir sorun etrafında şekilleniyor. Çoklukla felsefeye, felsefi üretimlere ve düşünmeye vakit ayıran bir edebiyatçı olarak nasıl bakıyorsunuz edebiyatın anlatım aracı olarak felsefeye hizmet etmesine?

Sorma gerekçenizi anlıyorum ama yanıt apaçıktır; edebiyat ya da buradaki soru itibariyle sanat işlevsiz değildir. Tam tersine, birden çok sonuca yol açar. Ancak bu işlev, bir makineden beklenebilecek yalınlıkla cevaplanamayabilir. Saf estetik hazzın tatminiyse söz konusu olan, doğal ki bir haz ve bunun tatmini, pekâlâ işlevdir; kaldı ki haz varsa ve tatmini mümkünse, arzu arkada boy gösteriyordur. 

Sanat yapıtı ne yapar sorusunu geliyor. Estetik içerik estetik haz getirir. Doğru. Ancak bundan ibaret değil. Aynı zamanda toplumsal alana eklemlenir ve ona içerik kazandırır; duygusal, estetik, akli yeni içerikler. Elbette haz üretir, ancak, insan olma biçimlerimize dair daha tekâmül etmiş bilmeler de üretecektir. 

Sanat eseri bir toplumsal ortamın ürünüdür. Kaçınılmaz bu. Mümkün kılıyor toplumsal bağlam; üretim ilişkileri ve bunların ürettiği insan olma tarzları ve bu insan olma tarzlarına sahip insan teklerinin ve çeşitli toplumsal kesimlerin birbirleriyle girdikleri ilişkilerden bağımsız bir sanat eseri üretmek mümkün olmuyor. Öncü sanat dahi, verili toplumsal koşullar içinde çağrılabilir bir gelecek toplumunu inşa etmek üzere davet ediliyor. Dolayısıyla sanat eseri belli bir bağlama yerleşiyor. 

Sanat, bu bakımdan içinden çıktığı toplumun üretiminin bir ayağında yerleşiyor. Üretimi sadece maddi malların üretimi olarak anlamıyoruz doğal olarak. İnsan içselliğinin üretimi, ya da üretilmiş içselliğin öne getirilmesi ve ortaya çıkarılması da sanatın işleri arasında bulunuyor ve bu içselliğe kendi formundan form vermek de eklenebilir. Bugün yaşayan insan için, kendisi okumamış, görmemiş, üzerine düşünmemiş, doğrudan deneyimlememiş olsa bile ünlü pisuardan, Dostoyevski’den, büyük Van Gogh’tan, böyle sürdürülebilir, bağımsız bir içsellik kuruluşuna sahip olmadığını, Corbusier’in mimarlık uygulamalarından hiç haberi olmaksızın içinde yaşadığı kent ortamını belirleyen bir mimari fikir üzerinden içselliğinin kuruluşunun bir parçasını edindiğini, böylece çağını kuran bütün sanatsal içeriklerle bunların fikirleriyle hemhal olduğunu ileri sürebiliriz. Sanat, estetik içerikleri yoluyla içselliğimize etki edecektir. Tam da bu, yani belirlenmiş koşullarda üretim olarak estetik içeriğin içselliğin belirlenmesine eklemlenmesi, sanatın belki belirlenebilecek en somut işlevi dense yeridir. 

Hüseyin Kıran

İkinci olarak; sanatın felsefeye hizmet etmesi gibi bir yargı taşımadığımı söylemem gerek. Felsefe, doğrudan kavramlar inşa ederek var oluşumuzu kesinlemeye, belirlemeye, ona bir anlam içeriği kazandırmaya, içinde bulunduğu kararsız oluş’un üstesinden gelmeye çalışıyor. İnsan var oluşunun kendine has karakteri gereği bütünüyle sabitlenemeyeceğini düşünürüm. Varoluşumuz, doğa elemanlarında bulduğumuz kesinliklerden bir sapma içeriyor. İnsan oluş’un kendine özgü karakteri, onun doğaya ait elemanlardan bir sapmayla kurulmasını içeriyor. Doğaya karşı, onun kuvvet ve elemanlarını kendi amaçları etrafında düzenlemeyi içeriyor. Biraz geniş alırsak, toplum halinde bulunuşuyla doğa kuvvetleri karşısında türünü sürdürme şansı bulmuş bir sürü-tür’den bahsediyoruz. Bu bulunuşa kendine has karakterini kazandıran, sembolik bir dil geliştirmesi, bu esas üzerinde bir toplum inşasını mümkün kılması, doğa kuvvetlerini belli bir düzeyde denetimi altına aldıktan ve denetimi altına alamayacaklarıyla arasına teknoloji kuvvetlerini ileri sürerek bazı barajlar inşa ettikten sonra, kendi icadı olan değerler atmosferi içinde kendine ait ve doğada bulunmayan bir içsellik geliştirmesi, tam da bu aşamada doğayı iyi kötü dengelediği andan itibaren toplum içindeki bölünmeler ve farklı çıkarlar ve inanışlar-ideolojiler etrafında kümelenmesi ve mücadelesinin yönünü birbirine çevirmesi dolayısıyla yepyeni bir mücadele türü ortaya koyması, hiçbir hayvan ya da bitki türünde görülmeyen ve esasen bütünüyle sabitlenemeyen bir toplumsallık ve içsellik içinde varlığını sürdürmek durumunda olması olsa gerek. 

Felsefe, doğal olarak kavram inşası yoluyla, onun içselliğini ve ilişkilerini bir anlam bağlamına oturtmak için mücadele etmeyi sürdürecek. Bu, bir mücadeledir. Sabitlenemez bir varlığa bir zemin kazandırma mücadelesi. Bu noktada tek başarı ihtimali, insanı büyük akışların içinde bir akış varlığı olarak kavramak olabilir. Doğasına bir uygunluk aranacaksa, bunun esasen sabitlenemez bir doğa olduğunu, akarak ve çatışarak ve çelişerek ve farklı kuvvetlerin etkileri altında kalarak ve kendi kuvvetlerini başka varlık tarzları ve insan teklerine, gerek ilişkiler ve gerekse de içsellik olarak uygulaması olarak aranması, akla yakın görünüyor. Doğal olarak geniş bir konu.

Sanatsa, insan varlığını bir karara bağlamaya çalışmaktansa, onun akışını bozan ilişkilenme biçimleri ve bozulmuş bu akışların iyi kötü tesis ettiği içsellikleri anlama ve becerebiliyorsa yeni düzene dair işaretler sunma işini üstlenebilir belki. Bütünüyle felsefenin görevlerini üstlenmez; anlam kuruluşu ve insanın varlığa hizalanması, birebir içselliğinin inşası ve verili içselliğin anlaşılarak üstlenilmesi, aslında akraba kavramlar bir yandan. 

Dolayısıyla, burjuva bireyinin bütünüyle ele geçirilip üretim ve satış süreçlerinin parçası kılınmış hazlar ve arzular makinesinin dışında ve ötesinde, insan varlığının terk edilmiş alanlarına bakma fırsatımız oluyor. Pek çok böyle örnek verilebilir. Blanchot ya da Beckett metinleri için felsefe düzeninin el atmadığı insan olma alanlarına bakıyor, bunu anlamak için çalışıyor diyebiliriz vs. 

Yaşamak Bir Çaba’ya gelince, gerçekten bir itiraz metni olmalıdır; geride bırakılmış bir toplum ima etmesi üzerinden bunu anlayabiliriz. Diyalogsuz bir anlatı. Çünkü artık gerçekten konuşamıyoruz. Konuşmak için gerekli donanım, kapitalist bilinç inşa faaliyetleri tarafından kodlandığına göre! 

Buradan roman yerine anlatı ya da novella türünün nedenine gelelim. Yaşamak-Bir Çaba’ya baktığımızda, ben anlatıcının, kendi minör hikayesini, bir kahraman ya da antikahraman olmadığını bilerek, coğrafyasının ve insanının kaderini hikayesine sızdırarak anlattığını görüyoruz. Önceki dört kitabınız roman başlığı taşırken bu, romandan kısa öyküden uzun bir novella. Böyle kompakt novellaların son dönemlerde yaygınlaşmasını günümüz okurunun kısa zamanlı algısına bağlayabilir miyiz? Edebiyat bir uzunluk ölçüsü birimi olabilir mi? Veya bu üst başlıklar okur algısını yönlendiren bir handikap mı ve buna bir son mu vermeli? 

Türler ihtiyaçlardan doğuyor. Böyle bakmayı önerebilirim. Roman türü, modern insanın ortaya çıkışına eşlik ediyor ve onun ürünü ve onun kurucuları arasında bulunuyor. Ne Don Quijote ve ne de Crusoe, yeni oluşan insan olma biçiminden bağımsız biçimde ortaya çıkmadı. Ve ne de devam edegelen gelenek. Bu, bütünüyle insan olmanın yeni bir aşamasının sanatıdır. Bu bakımdan roman, insan içselliğinin ve onun bütün toplumsal ilişkilenmelerinin alegorisidir. İnsan türünün bu yeni aşamasının sanatı olarak roman. Bilme tarzlarımızın, düşünme biçimlerimizin, hissetme ve kavrama biçimlerimizin üstlenilmesi sürer. Takip edilirse, kolayca ispatlanabilecek bir tez olsa gerek. 

Novella ise, daha kısa bir tür. Kompakt lafı çok doğru olmuş; amaçlanmış bir bütündü bu. Temsil edilecek bir toplum, üstlenilecek ilişkiler, insanlar arası diyalog, yaşamımızı anlamlı kılan bir çevre, onu zenginleştiren birbirinden farklı kuruluşlara sahip insanlarla karşılaşmalar; mümkün mü? Garip olacak ama insan mümkün gelmiyorsa artık, roman sanatı da mümkün gelmiyor demeliyim ve kelimenin klasik anlamıyla roman formunu yazıyor olmam, beni romancı yapmaz. Yazdığım metinler yaşayagiden insanları üstlenmez. Fazla açıklama yapmam gerekir mi? 

Novella, bir fikri çalışmak düşüncesini karşıladı ve bunun için tercih ettim. Okuyucu açısından metin ne olmalıdır diye düşünmediğimi ileri sürmeyeceğim. Okunmak için yazarız. Ama başka bir vesileyle söylemiştim; amaç kabalık etmek değil: Okur benim dostum değildir. Onun zihnini kuran süreçlere iyi kötü vakıf olmak gerek. Ben okuyucuya ve zihnine eklemlenen metinlerle çalışmıyorum. Bu zihnin egemen kuruluşuyla ilgili değilim; kimseyi eğlendirmeye, iyi vakit geçirtmeye çalışmıyorum. Eleştirel bir ilişkim vardır egemen zihin olma tarzıyla. Bunun dışında ve yeniden bir inşa olacaksa, bugünkü zihni varoluşun tasfiyesi gerekli. Bunu tek başıma yapamayacağım açıktır ancak yapılması gerektiği de açıktır. 

Novella demiştik; bir fikrin açığa çıkarılması için anlatı formunda bir metin; kısa ve dil bakımından düşünülmüştür. Okunmasının zor olmamasını arzu ederek çalıştım. Nasıl yazdığınız, işleyen dille eklemlenerek mi yoksa onu bozarak mı yazdığınız önemlidir. Ancak anlaşılmak ve bir estetik sınırı aşmamak da önemlidir. 

 

Yaşamak-Bir Çaba’daki kahraman, doğulu bir zen gibi, batılı bir flanör gibi ya da bir sporcu gibi yürümüyor. Yürürkenki düşünsel üretimi, bilinçlilik hâlinin sürekli varlığı hiç kaybolmuyor ve yürürken doğayla ilişkilenme biçimi onu biricikleştiriyor. Yürümek burada, toplumsal kurgu malzemesi olarak bizi benlik tasvirimize sadık kalmaya iten kirli medeniyetin reddinin ifadesi mi? Ve bir benlik bulma mı, benlikten kaçma mı?

İlk elden şöyle düşünmüştüm; yürümek ama doğada yürümek. Bütün kuvvetlerine tekrar açık hale gelmek doğanın. Çünkü doğa alanı bize çoktandır kapandı. Onun kuvvetlerini hissedemez olduk. Hayvanla ya da bitkiyle öldürülmüş ve besin olarak, paketlenerek soframıza getirilmiş biçimleriyle karşılaşıyoruz. Kendisi doğa varlığı olan ve bu biçimde 5.5 milyon yıl yaşamış bir varlık için büyük gerileme. Böylece yeniden doğa alanına bir çıkış imkânını düşünmek istedim. Ancak biliyoruz ki doğa bize kapandı. İşgali tamamlandı. Böylece, bu imkânı düşünmek, bir bakıma bu imkânı elemek gibi de okunabilir kanımca çünkü gerçekten de artık doğa varlığı olarak yaşamımızı sürdürebileceğimiz niteliklerimizi yitirmiş bulunuyoruz. Fakat bu doğru bile olsa, bir şeyin öylece elimizden kayıp gitmesine izin veremeyiz gibi geliyor. Doğanın turistleri olarak tatile gitmek için bir tur şirketine para yatırıyorsak, doğaya bir dönüş imkânı kalmış mıdır ya da tur şirketleri tarafından el konulmamış bir doğa kalmış mıdır? Ve peki, biz bununla nasıl bir ilişkilenme içindeyiz? Bunu düşünmüyoruz. Doğanın bizim için anlamını düşünmüyoruz bile. Eğer doğa bana kapandıysa bunun üzerine düşünmek benim görevimdir. 

Benlik meselesi ne kadar açık, kestiremiyorum. İnsan kapitalist bir işletmedir. Sistemin alegorisi düpedüz. Çıkarcı, kendini ve başkalarını sömüren, doğa elemanlarını tüketerek yaşayan; bir firmadır insan. Benlik de bu firmanın kendine vakıf zihnidir olsa olsa. Tekrar etmek istemiyorum bahsi. 

Sizin kahramanınız içindeki arkaik hayvanı bulmak için çıktığı yürüyüşünde kültürle, eğitimle bozulmamış ilk insanı kendinde bulmaya yönelik eylemlere girişiyor. Tamamen vahşi olan ilk insanın portresini ortaya koyacakken; sadece hayvanların, otların, ağaçların, suların, dağların eşliğinde onu keşfedecekken; yalnızlıkla arınamıyor ve son insan karşısına çıkıyor. Doğa, anlatıdaki kahramanı sarsa sarsa insanlık kabusundan uyandıracağı sırada insan, ilişkilenmeleriyle beliriveriyor. Bu son insanın kurguya dahil oluşunu nasıl okumalıyız ve kurgusal gerilim insan oluşlar dışındakilerle devam ettirilemez miydi? 

Metnin amacına uygun olmazdı bu çözüm. Doğa elemanlarıyla karşılaşma, esasen kapanmış bu alanın yeniden açılması; şöyle düşünün lütfen: prehistorik dönemde doğa kuvvetlerine karşı insan sürülerinin dayanışması; bu dönemde en ağır cezanın öldürmek olmadığını biliyoruz. Bunun yerine gruptan ihraç ediliyor insan teki, sürüden atılıyor ki bu zaten ölüm demek. Doğayı olduğu haliyle romantize etmemek gerek. Doğa, ölümcül kuvvetlerle doludur. İnsan, bir sürü-varlıktır. Modern teknoloji kuvvetlerimizi kullanarak doğayla aramıza mesafe koymayı başardık. Böylece toplum, yeni doğa alanı olarak şekillendi. Bu bakımdan, artık dışına atıldığımız doğa ve onu oluşturan elemanlarla karşılaşmak ve sonrasında bir inşa fikri etrafında toplum elemanlarıyla kaçınılmaz ilişki, incelenmesi gereken iki alan olarak duruyordu. 

Özetleyecek olunursa; artık doğa alanı insan toplumunun bizzat kendisidir. Doğayı incelemek ve yeni yaşam olanakları bulmak için insan toplumu alanını incelemek gerekli. Bu inceleme öylece ve hemence başarılamaz. Akışkan ve sürekli değişen bir şeyden bahsediyoruz. Metnin bu noktada işaret ettiği şey, doğa elemanlarının kuvvetleriyle ve insan toplumunun kuvvetleriyle karşılaşmaların anlamı üzerine düşünmektir.

Ben metnin üstlendiği görevleri başardığını düşünüyorum.

“Onca felsefenin, insaniyetin, nezaketin ve haşmetli vecizenin ortasında, yanıltıcı ve boş bir görünüşten, faziletsiz şereften, irfansız akıldan ve mutluluk barındırmayan hazdan başkası yok elimizde.” diyor Rousseau. Kurgunun sonunda beliren toplumsal ilişkilenme biçimleri bu alıntının kötümser içeriğinin bir tezahürü olabilir mi?

İnsan bir kurgu-üretim bugünkü biçimiyle. Kapitalist üretim ilişkileri tarafından, onun var oluşunun belli bir yönünü, rekabetçi, başka varlıklar üzerinde ve kendinden güçsüz diğer insanlar üzerinde tahakküm ve iktidar kuran yönünün egemen kılınmasıyla mümkün olmuş bir kuruluş. Bu kuruluş tarzı ne onun bütün kapasitesini içeriyor ne de mümkün tek biçimi. Değerlerini kuran dinsellik, Sümer geleneğinin üzerine inşa edilmiş bazı dinsel inanışların ürünü. Dinlerin ve onların değerlerinin tarihi sadece birkaç bin yıllık. Ahlaki kodlarımızın temelinin kuruluşu da bu dinselliğin ürünü. Ata erkilliğin kökenleri 12 bin yıl kadardır. Ana erkil düzen için bambaşka ilişkilenme biçimleri söylemek mümkün; gruplar halinde evlilik, kadın egemen bir toplumsal sistem. Bunun ahlakının tasfiyesi tamamlanmış. Bilmiyoruz ve sanki hiç olmamış gibi yaşamımızı egemen dinsel etik değerlere teslim etmiş durumdayız. Dolayısıyla bir toplumsal zemin olarak baktığımız esas aldığımız bu yapı, biliniyor ki 12 bin yıl kadar önce inşasına başlanmış bir temele sahip. Öncesinde yaşanan milyonlarca yılı kapsamadığı gibi, halen bir gelecek mümkünse geleceği de karşılamıyor. Toplumu veri almak ve ona bel bağlamak bütünüyle mümkün ama temeli itibariyle yanlış bana göre. Değiştirilebilir ve değişmesi de gereken bir toplumu esas almaktansa, neyin yanlış olduğunun üzerinde durmak ve değişim talebini ileri sürmek daha anlamlı sayılsa gerektir.

Çoğu yazar, filozof eserlerinin çoğunu, yürüyüş sırasında aklına doldurduklarını, döndüğünde kağıda aktararak meydana getirmiş. Yürümenin felsefesini anlatan Frederic Gros, duvarların arasına hapsolmuş, sandalyelerine çakılıp kalmış yazarların kitaplarına havasız kütüphanelerin, okuma salonlarının küf kokusunun sindiğini; eserlerini yürürken yaratan yazarların kitaplarınınsa ulu dağların rüzgarını, sabah esintisini, sarp kayalıkların soluğunu taşıdığını söyler. Yaşamak-Bir Çaba’da da ışık, renkler, kitabın soluduğu ferah hava yazarın betimlediği ikinci tür kitaplardan yapıyor onu. O hâlde sizin yürümekle ilişkiniz nasıl?

Yürümek bizim bedensel varoluşumuzun kuruluşunda bulunuyor. Eski toplumlar için avcı-toplayıcı diyoruz. Buldukları kadar avlanırlar ve bitkisel besinlerin tarımını yapmadıkları için doğa alanında sürekli yürümeleri gerekir. Bilindiği kadarıyla küçük ön-insan grupları, sürüleri de diyebiliriz, günde onlarca kilometre mesafe kat ederler yürüyerek. Buna çocuklar da eşlik etmek zorundadır. 

Benim kişisel yaşama pratiğim açısından bütünüyle anlamlı ve gerekli. Sürekli olarak ulaşım mesafesinde her yere yürümeyi tercih ederim. Burada bahis açmak belki şık olmayacak ama sormuşsunuz, gerçekten önemli, cezaevi süreçlerinde de yürümek büyük kurtarıcımdı; her mahkûmun öyledir. Her fırsatta yürüyerek bulunduğunuz kapalı mekânı terk etmeniz mümkündür.

Yürüyerek zihnimize kapanır, bu bakımdan dünyaya açılırız. Etrafınızdaki katı dünyadan kurtulmak için zihniniz, yapmayı en iyi bildiği şeyi yaparak ikinci bir evren tasarımlar. Açıkçası hayal kurmak gibi anlaşılsa bile, bununla ilgisi yok. Eski tabirle söylenirse, tefekkür. Belirlenmiş bir meseleyi bütün yanlarıyla düşünmek üzere yürümek. Dünyayı tasfiye ederek zihni bir alana kaçmak üzere yürüyorum. Böyle işte.