"Her sistem kendi çürüklerini ayıklar..."

Aslı Tohumcu: Bana nasıl yaşayacağımı, nasıl yazacağımı söylemekte ısrar eden erkek egemen sistemle alıp veremediğim olmasaydı bir tuhaflık olurdu zaten...

Aslı Tohumcu’nun son kitabı, çizgi öykü Sevil de Sevme! İletişim Yayınları etiketiyle okuyucuyla buluştu. Tohumcu ile, Sevil de Sevme!’nin yazım sürecini, günümüzün siyasetinde edebiyatçıların durduğu yeri, kadın yazar olmayı ve çocuk edebiyatını konuştuk. Tohumcu, “Sermayeye inat yazacağım” dedi. 

Sevil de Sevme!’nin yazım süreci nasıl oldu?

Levent Cantek benden İletişim Yayınları’nın Resimli Türkçe Takvimi için öykü istediğinde iki öykü arasında kalmıştım. Eşcinsel bir çiftin öyküsüyle, distopik, belirsiz bir gelecekte geçen bu öykü arasında. Eşcinsel çiftin öyküsü girdi takvime. Bir süre sonra Levent Cantek arayıp bu çizgi öykü projesinden bahsedince ben de Sevil de Sevme!’ye dönüşen o öyküyü yazdım. İyi de oldu, çünkü bazen bakıyorum hayat bize hep aynı kahrı, hep aynı şekilde yazmayı dayatıyor. En azından Sevil de Sevme!’de kendi kalıplarımın dışında çıktım. Yazarlığım açısından güzel bir başlangıç olur diye umuyorum bu kitap. 

Sevil de Sevme, Aslı Tohumcu, İletişim YayınlarıSistemi eleştiren bir öyküyle karşı karşıyayız. Öykünün yaratıcısı olarak sistemle alıp veremediğin neydi?

Öyküde kadın egemen bir polis devleti var. Bu, erkek sistem içinde değişik fiziksel ve ruhsal özelliklerde üretilen bir ürün, bastırılmış bir tür. Bu rejimde sevgi ya da aşk yok. Kadınlar cinsel ihtiyaçlarını değişik modellerden erkekler seçerek gideriyorlar. Yeni rejimin ahlâkı belli bir sıklıkla seks yapmayı, bir modelle sınırlı sayıda birlikte olmayı, erkeklere bağlanmamayı, sevgiyi kadınların kendi aralarında yaşamalarını gerektiriyor. Kadın kahramanım Ella’nın bu kuralın dışına çıktığı yerde ise hikâye başlıyor. Bir sapmanın öyküsü yani Sevil de Sevme!. Her sistemin kendi içindeki çürükleri ayıkladığına dair bir öykü… Bana gelirsek... Bana nasıl yaşayacağımı, nasıl yazacağımı söylemekte ısrar eden erkek egemen sistemle alıp veremediğim olmasaydı bir tuhaflık olurdu zaten. 

İlk kitabından Sevil de Sevme!’ye kadar ötekinin, ezilenin, kadının yanında duran bir kalem işçiliği söz konusu... Belli temalar etrafında dönen bir işçilik bu. Neden bu temaları seçtin?

Bir kere ben de fiziksel ve psikolojik şiddetten nasibimi aldım, o travmadan sıyrılıp başka bir şey yazmak zor ama sağlık olsun. Sonra hayat böyle bastırıyor, sistem kadınların nasıl yaşayacağını olduğu gibi nasıl öleceğini de dayatıyor. Aynaya baktığımda sadece kırmızı saçlı bir kadın göremiyorum ki ben. Başka başka kadınlar görüyorum, hem kendi içimde hem dışarıda. Aslında baktığım her yerde kadınlar olarak ortak yaralarımız dışında bir şey göremediğim için Abis’i, Şeytan Geçti’yi, Taş Uykusu’nu yazdım ben. Bu anlamda Sevil de Sevme!’nin diğerlerinden farkı aşkı ve iktidarı sorgulamaya odaklanması. 

Edebiyatındaki muhalefet, ‘Aslı’nın Arkadaşları’ grubuyla eyleme de dönüştü. ‘Aslı’nın Arkadaşları’, Aslı Erdoğan’ın gözaltına alınışının hemen ardından ortaya çıkan sivil-yazar insiyatifi olarak bir kamuoyu oluşturdu. O günleri anlatmak ister misin?

Aslı’nın tutuklandığını öğrendiğim akşam "Aslı Erdoğan serbest bırakılana kadar onun köşesinde yazı nöbeti tutmaya var mısınız" mealinde bir tweet attım. Bir edebiyatçı ve Aslı Erdoğan’ın ilk yayıncısı olduğum için verdim bu tepkiyi, fena tepem atmıştı. Birçok yazardan "Varız!" yanıtı geldi. Gazeteyle iletişime geçildi. Köşenin adı Necmiye Alpay tutuklanana kadar Aslı’nın Arkadaşları’ydı, sonrasında Barış İçin Yazı Nöbeti’ne dönüştü. Birçok yazar ve okuyucu bize yazılarıyla destek oldu. O köşe her gün ifade özgürlüğüne ve barışa dair yazılarla doldu. Yazılar aynı gün akşam Kültür Servisi'nde yayınlandı. Yazı nöbetini hapishaneye ve Adalet Bakanlığı’na kartpostal gönderme eylemi, Necmiye Alpay ve Aslı Erdoğan metinlerinden yapılan bir okuma gecesi ve İstanbul Kitap Fuarı’nda imza günleri takip etti. Bir çekirdek kadro vardı elbette; Aslı Perker, Ilgın Sönmez, Aslı Uluşahin, Mehmet Said Aydın, Mesut Varlık, Kutlukhan Perker ve sen. Ama yazar, yayıncı, oyuncu ve okuyucu, o kadar çok insanın emeği geçti ki, insan hayret ediyor. Kimseyi atlamak istemem ama Yayıncılar Birliği ve üyeleri olmasa mesela İstanbul Kitap Fuarı’nda standımız olamazdı. Müge Sökmen, Mine Soysal, Burhan Sönmez ve Can Öz’ün desteklerinin yeri apayrı. Luxus’tan bizimle cezaevine bayram ziyaretine gelerek konser veren Alper Bakıner, Kamucan Yalçın ve Erbil Doğan’ın, okuma gecesine evsahipliği yapan Tatavla Sahne’nin de. 

Aslında bu yaşananlar senin için ilk değildi. Ülkede ciddi bir sansür var. Abis romanınla hedef gösterildin,  sansürlenmeye çalışıldın.  

Bir hedef gösterme ve sansürleme oldu, evet. İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün Yazarlar Okullarda kampanyası kapsamında Kadıköy’deki bazı liselere konuk olacaktım. Önce Yeni Şafak küçük bir haber yaptı. Sonrasında bir pazar günü Abis adlı kitabımla Haber Türk’e manşet oldum, pornografiye varan yüz kızartıcı cümleler kurmakla suçlandım. Kitabım da ensestlikle suçlandı! Dönemin İl Milli Eğitim Müdürü Muammer Yıldız’la, bir ergen psikoloğunun görüşlerine yer veren, kitaptan cımbızla seçilmiş alıntıların bulunduğu bir haberdi bu. Birdenbire bir cadı avının ortasında buldum kendimi. Hayatım sirke döndü. Bir kere benim edebiyatım veya edebiyat bir eğitim-öğretim aracı değil ki. Ben gerçek hayattan yola çıkan bir şiddet öyküsü yazmışım, o öyküden alıntılarla beni cadı ilan ediyorlar. Karısını, sevgilisini ya da kızını “Gel yavrum seni döveyim” diye dövmez hiçbir erkek. Ben bunu bizzat deneyimledim. Belki de bu yüzden pornografik buldukları şekilde yazabildim alıntıladıkları o öyküyü. Neyse... Kurban hep suçludur ya, ben de iki kere kurban, iki kere suçlu oldum: Hem hikâyeyi yaşayan hem de yazan olarak… O dönem çok üzülmüştüm, okuyucu ve yazar bazı dostlarımın gösterdikleri dayanışma olmasaydı ne yapardım bilmiyorum. 

Ama artık büyüdüm. Üstelik o sansür, o gazete haberi, sonrasında aldığım abuk subuk hakaret içeren mesajlar ters tepti bende. Pulbiber Dergi’de kadın-erkek ilişkilerini, cinselliği gündemle sarmalamayı deneyen matrak yazılar yazdım. Ot Dergi’de iktidarın kadınlara dair açıklamaları üzerinden ayıp ayıp yazılar kaleme aldım. Ayıp ayıp yazmayı ifrata vardıracağım. 

Yok Bana Sensiz Hayat’tan, Ölü Reşat’a, oradan Sevil de Sevme!’ye giden yolda kendi mahremiyetinden izler var. Edebiyatta mahremiyet duygusuna nasıl bakıyorsun?

Edebiyatım elbette benim dünya görüşümden ya da duygularımdan bağımsız olmadığı gibi, benim yaşadıklarımdan da bağımsız değil. Biraz magazin olsun dersen... Yok Bana Sensiz Hayat, iyi bir dostu kaybedip dost olmayı öğrenmemin ürünüdür. Dostluğun aşkla karışabileceğini, karıştığı zaman da fena olacağını öğrenmemin ürünüdür. Ölü Reşat’ı babamın hayat hikâyesi üzerine kurdum, babamı mutlu etmek için yazdığım bir roman o. Babamın hayat hikâyesine yaslanan kısımları vardır, gerisi kurgudur. Bursa yine Ölü Reşat’ta bir karakter olarak vardır ve Bursa’ya dair hikâyeler gerçektir. O güne dek yazdığım her satırla depresyona soktuğum okuyucumu da güldürme çabamdır aynı zamanda. Ama Abis ve Şeytan Geçti benimki de dahil birçok gerçek kadının hikâyesidir.

Taş Uykusu, Aslı Tohumcu, Doğan KitapTaş Uykusu’nda birçok üslup var… 51 anlatıcılı bir roman… 

Şeytan Geçti’deki kadın öykülerinden sonra daha büyük bir öykü anlatmak istemiştim. Birçok insanın öyküsünü. Bu birçok insanı nerede toplayabilirim diye düşündüm ve otobüs ideal bir mekân olarak göründü gözüme. Bir otobüs modeli seçip oturma şemasını çıkardım ve çalışma masamın karşısındaki duvara yapıştırdım. İçimde biriken tüm öyküleri o otobüsle birlikte edebiyata doğru sürdüm. Elli kusur kişiyi layığıyla konuşturabildiysem ne mutlu bana…

Bir yandan editörlük ve gazetecilik deneyimlerin var.

Evet, hayatımı öyle kazandım uzun süre. 

Yayın dünyasında kadınların yaşadığı zorluklar var.

Çok var. İlk aklıma gelen şu: “Hiç mi kocanı, babanı idare etmedin? Bizi de et…” Etmedim arkadaşım, etmediğim için bugün bekârım! Hiçbir kuruma birilerini idare etmek için gitmedim. Yazmak, çizmek, düzeltmek falan için para aldım ben. Bu yaklaşıma tahammül edemiyorum ve bunu kabullenemiyorum. Bunun tek istisnası Yıldırım Türker’le çalışmaktı diyebilirim. Bir de dergilerdeki kadın kotası gibi, ne kadar muhalefet edebileceğimin söylenmesi, neye ne kadar vurgu yapabileceğimin söylenmesi de ayrı bir zorluk. Bu anlamda Deniz Durukan’la Pulbiber’de yazmak çok güzel bir deneyimdi benim için. Bir özgürlük mekânıydı.  

Çocuk kitapları yazan keyifli bir Aslı Tohumcu var…

Edebiyatta en sevdiğim alan… Çocuk kitapları yazmayı çok seviyorum. Bu keyfi de Samiye Öz’ün beni dürtelemesine borçluyum, bendeki yaramaz kızı hem keşfetti hem destekledi.

Çocukları anlatırken hayal dünyan büyüyor da büyüyor… Kız çocukları her şeyi yapabiliyor kitaplarında. Bunu özellikle Karadankaçanlar’da fark etmemek mümkün değil. Muzip bir hâle bürünüyorsun…

Evet, kız çocukları her şeyi yapabiliyor yazdıklarımda… Gün gelecek gerçek hayatta da her şeyi yapacaklar. Ama Karadankaçanlar’ın yeri ayrı. Çocukla yetişkinin yer değiştirdiği, tek bir erkek karakterin bile olmadığı, kurulu düzenden kaçan bir anne kızın romanı. Çocuklar için yazmasaydım ne yapardım bilmiyorum, bir kere hayal kurmaya başlayınca vazgeçmek çok zor.

Bundan sonrasında neler planlıyorsun?

Yeni ve iyice fıttırık bir çocuk romanı çalışıyorum. Bir de ayrıca kırk yaşıma ithaf etmek istediğim mizahı bol bir roman var ama bakalım... Bir de Tatavla Sahne’de dersler başlıyor yine. Yazı deneyimimi paylaştığım ve benim de yeni deneyimler edindiğim yaratıcı yazarlık atölyesi. Bu üçü arasında gidip geleceğim.