Hansen'in Evlatları

Avrupa'nın son cüzzam hastanesinde kalan insanların hikâyelerini anlatan Ognjen Spahic imzalı Hansen'in Evlatları, Dedalus Kitap etiketiyle yayımlandı. Tugay Kaban çevirisiyle okurla buluşan kitaptan tadımlık bir bölümü K24 okurlarıyla paylaşıyoru

29 Mart 2018 13:53

BİRİNCİ BÖLÜM

16 Nisan 1989 sabahında herkesten evvel uyandım. Hastanenin güney duvarlarında, boylu boyunca büyüyen, henüz yapraklarını açmamış birkaç nergis toplamayı planlamıştım. Odamın çiçeklerle dolu olmasını istiyordum, bu niyetle ağzına kadar su dolu bir tenekeyle ikinci kattan, iki merdiven kümesinden geçerek bahçeye indim. Tenekenin içi geçen akşam Robert’la beraber keyifle yediğimiz ananasların kabuklarıyla doluydu. Bu tenekeler Kızılhaç’tan yardım paketleri geldiği sıralarda, insanları dövüp, kıymetli olan ne varsa onları zorla alan aç Romen köylülerinin ve gümrük memurlarının ellerinden geçerek bize ulaşırdı. Tenekelerin diplerinden bir tek bu tropik meyveler çıkardı, sanırım bunun nedeni ‘Güney Afrika’dan gelen kahveler radyoaktif’ veya ‘Yeni Zelanda’dan gelen elmalar yapay renklendiricilerle renklendirilmiş’ hurafeleriydi.

Uzak dağların karlı yamaçlarına bakmak ve Karayipli kızların ellerini düşünmek son derece keyif vericiydi. Ki bu eller muhtemelen daha birkaç ay evvel, kalbimize dokunan bu ham meyveleri okşuyordu. Bir çırpıda ananasları dişlerken, zihnimizde bu hassas ellerin ayalarını öpüyorduk ve şunu söylemekten utanmayacağım: Bu gelişen olaylar çoğunlukla ehemmiyetsiz ereksiyonlarla sonuçlanıyordu.

Hansen'in Evlatları, Ognjen Spahic, Çev.:Tugay Kaban, Dedalus KitapGünün ilk ışıkları, usul usul gübre fabrikasının yoğun duman kümelerini deliyordu. Nergisleri toplamak için en uygun vakit, güneş yükselmeden öncedir ki onları uykuda yakalayabilesiniz. Yaprakları birbirine yaslı bir halde uyurlar ve böylece onları farklı bir yatağa rahatlıkla taşıyabilirsiniz. Soğuk su birkaç hafta diri tutmayı başarır bedenlerini ve her sabah nasıl sere serpe açıldıklarını görebilirsiniz. Soğanlarına zarar vermemek için nergisleri zeminden hep bir santim yükseklikten kırarak toplarım. Zira gelecek yıllarda, arkadaşlarımın cüzzamlı bedenlerini saklayan mezarlar için, burada daha pek çok sarı çiçekler açacak.

1981 senesinden beri bu cüzzam hastanesinde kapalı tutuluyoruz, böylece bedenleri yaktıkları kül fırınlarından, Bükreş’e taşıma maliyetlerinden ve küllerin saklandığı kutuları Avrupa toprakları boyunca ailelerine ulaştırma zahmetinden kurtuluyorlar. Akrabalarımız bu üzerimize yapışmış illetten korktukları için, (şimdi rahatlıkla söylüyorum!) biz cüzzamlılar olarak hep beraber, günlerimizi burada harcadık ve burada kapalı kalmamız herhangi büyük bir gösteriye yol açmadı. Cüzzam genellikle insanların akıllarında iki şeyi uyandırır: ilki Tanrı tarafından cezalandırılmışlar gibi cüzzamlı bir koloninin dünyayı dolaştığı; her birinin aşağılanmaya ve kentlerden uzak, yalnız başlarına kuytuluklarda acı verici ölümlere mahkûm olduğu William Wyler’in Ben Hur’dan sahneleri, diğeri ise cüzzamın doğanın ölümcül bir eylemi, biyolojik bir sapkınlık olduğu korkusu veya önceki yaşanmış yanlışların çağımıza etki eden İlahî uyarısıdır.

İnsanlar, solgun ve pürüzlü tenimizi, sırtımızdaki, kollarımızdaki, boyunlarımızdaki şişliklerin hepsini, açığa çıkmayı ve tüm felaketlerin en eskisini yaymayı bekleyen bir hastalığın kaynağı olarak izliyorlar. Körelmiş akıllarıyla Romen köylüler –hepsinin zihni yersiz korkular ve hurafelerle çürümüş– bizi toplumdan dışlanmış kimseler, insanlığın paryaları ve ayrıca birer şeytanmışız gibi görüyorlar. Hatta o çirkin yüzlü çocuklarının, hastane çitlerinin yüzlerce metre uzağında dahi olsa oynamalarına izin vermiyorlar.

Yaşadığımız şeyler ister istemez şöyle bir intiba bıraktı: Yaşamımızı sürdürdüğümüz bina ve onun yakın çevresi, tıbbî bir enstitü olmaktan çok şeytanî ruhlarla dolu, lanetli bir mezarlıktır. Giydiğimiz uzun, keten kıyafetler de güneşten ve diğer cüzzamlıların bakışlarından korunmak için gerekli şeylerdir. Ve tabi bizi görebilecek tüm gözlere karşı gizleyici sığınaklar…

Her cüzzamlı kendi gibi olan diğerlerinin bedenlerinin nasıl bozulduğunu bilmek ister. Bu, onlar arasındaki özel konuşmaların normalleşmiş konusu, eksikliklerinin takıntılı bir takdimidir. En hassas nokta, erkeklerin tenasül uzuvlarıdır; hastalığın belirli safhalarında, kurumuş yılan otu köklerine yahut yaşlı bir adamın çarpık, güçsüz ellerine benzer. Vücudun bu bölümünün durumu, kişinin zımnen, koloni içindeki konumunu belirler.

Benimse ender rastlanacak şansım o yöndeydi; erkekliğim, Gerhard Armauer Hansen’in basillerinin mucizelerinden uzakta, el değmeden saklanabilmişti. Ne vakit Katolik toplulukların bıraktığı yardımları paylaşma, ihtiyaç duyulan yakacak odun miktarını tahmin etme veya patates mahsullerini bölüştürme, kirazları eşit paylaştırma zamanı gelse, başkanlık etmek için ilk ben akla geliyordum. Genellikle her şey hiç sorun çıkmadan hallediliyordu. Ne bir şikâyet vardı, ne de kimsenin şikâyet etmeye gücü… Gösteriler keten kukuletaların altından yükselen homurdanmalarla veya binanın karanlık koridorlarında ufak ağız dalaşlarıyla sınırlı kalıyordu. Yine de bazen olayların kontrolden çıktığı oluyor ve bir antlaşma içinde, köklü önlemler alınıyordu. Bir keresinde Cion Eminescu, Mstislaw Kasiewicz’i büyük bir odunla öldüresiye dövdü; bütün bu şiddetin sebebi onlara verilen domateslerin büyüklüklerine dair bir yanlış anlaşılmaydı. Yaşanan ne olursa olsun, nihayetinde âdil bir tepki verilmeliydi.

İstemeye istemeye Oda 42’nin kapısının kilidini açtım; burası oy birliği ile kabul edilemeyecek davranışlara bir yaptırım amacıyla, suçluları kilitli tutabileceğimiz bir mahzendi. Bu oda benim hastanede kaldığım süre boyunca sadece dört defa kullanıldı. Zavallı Cion bütün geceyi, hak ettiği bu yerde geçirdi ve hatta bir sonraki gün de, cezalandırılmayı gururuna yediremediği için, dışarı çıkmayı reddetti. Mstislaw alçak gönüllükle, kırmızı meyve hakkını onunla paylaşmayı teklif ettiğinde ise, Cion ağlayarak dışarı çıktı ve dünkü düşmanlar birbirlerinin boynuna sarılarak her şeyi normale döndürdüler.

Mstislaw ve Cion’un bu iç ısıtan kucaklaşmaları, daha sonraları yüksek tavanlı odaların samimiliğinde, küflü yünle doldurulmuş döşeklerde, banyolarda ve hastanenin çıkmaz koridorlarında büyüdükçe büyüdü. Delik deşik olmuş bedenlerindeki bozulmaların üstesinden nasıl geldiklerini hiçbir zaman tam olarak kavrayamadım. Cion’un burnu yoktu; onun yerine açık bir çukur vardı, derin, sümüklü, içine en az iki parmağın rahatlıkla gireceği bir çukur. Burnu haricinde bedeni de pek iç açıcı sayılmazdı. Görülmemiş büyüklükte, sertleşmiş derisindeki şişlikler, sırtındaki keten kumaşı yukarı doğru kaldırmışken, ayaksız sağ bacağı, tıpkı bir ceset gibi peşinden yerde sürünerek ilerliyordu.

Mstislaw ise bozulmanın bambaşka bir türüyle savaşıyordu. Yüzüyle alâkalı tüm uzuvları sağlamdı fakat hastalık tüm eklemlerini, kollarını, bacaklarını sarmıştı. Bu onda, bir çocuğun kâbusundan fırlamış yaratıkvari bir kuklanın hareketlerini andıran apayrı yürüyüşlere dönüşmüştü. Bu iki talihsiz arasındaki cinsel ilişki nasıldı bilmiyorum fakat o sırada Mstislaw’ın asla dizleri üzerinde durmadığından eminim.

Cüzzamla ilgili ilk mevzular, ileri seviyede yarar sağlayıcı ve benzer minvalde komik olduğu gerekçesiyle ortaya atıldı. Birleşmiş Milletler’in yardımıyla, Bükreş’te basılan Tıp Gazetesi, 36. sayısında (Ocak 1984) gururla ‘dünya üzerindeki her şeyi değiştirecek yeni bir hastalık’ gibi yazılar yayımladı. Sonraki birkaç günde herkes dudak bükerek veya sakin bir anlayışsızlıkla gazetelerde Edinilmiş Bağışıklık Eksikliği Sendromu’na (AIDS) dair haberler okudu. Bu yeni vebanın ilerleyişi, gördüğüm kadarıyla, insanlara artı olarak bir de kıskançlık aşıladı. Cüzzam kendi kurbanları tarafından garip bir korkunun içine düşmüş diyebilirdiniz. Kin ve aşağılamalar içinde, mahkemelerde hararetli tartışmalar yapıldı; bazıları AIDS’in insanlığın veba, kanser, frengi ve tabii cüzzam gibi ezberlenmiş kaderine gölge düşürücü tıbbi bir komedi olduğunu söylediler. Herkes bu hastalıkları çok sevdi ve değerli rakipleriymiş gibi onlara saygı duydu.