Nurdan Gürbilek’in Sessizin Payı ile Feride Çiçekoğlu’nun Şehrin İtirazı kitaplarında Gezi direnişi ve İstanbul var. Hayat var, umut var...
22 Mart 2015 17:00
Kitaplar yayımlanınca, beğenildiğinde genellikle övgülere mazhar olan yazarlarıdır. Oysa bir kitabın ortaya çıkışında yayıncının rolü en az yazarınki kadar önemlidir. Metis Yayınları da kurulduğu günden bu yana hayatımıza yaptığı ciddi katkılarla teşekkürü en çok hak eden yayınevlerinin başında geliyor. Bu yazıya peşinen Metis’in hakkını teslim ederek başlamak istiyorum.
Bu ay iki önemli kitap daha ekledi Metis kitaplığımıza: Nurdan Gürbilek’in Sessizin Payı ve Feride Çiçekoğlu’nun Şehrin İtirazı. İlki edebiyat metinleri ikincisi sinema filmleri üzerine kaleme alınmış deneme-inceleme kitapları ama inceledikleri yapıtlarla siyaset, toplumsal hareketler ve kültürel iklimimiz arasında öyle ustalıkla gidip geliyorlar ki onları belirli bir sınıflandırma içine hapsetmek çok güç. Ayrıca her iki yazarın da üslup ve dil zenginliği bu kitapların kendilerini de birer edebiyat metni olarak okumamıza yol açıyor. Nurdan Gürbilek’in mesafeli ancak duygusallığı ustalıkla kavramlara yükleyen dili ile Feride Çiçekoğlu’nun kişisel deneyimden hareket eden ve zaman zaman sinema sanatının kurgulama dilini yansılayan katmanlı anlatımını karşılaştıracak değilim. Hatta belki aynı yazının konusu yapmak da çok doğru gelmeyebilir; ancak ilgimi çeken, özellikle beni heyecanlandıran her iki yazarın da kitaplarında Gezi direnişine özel bir yer vermeleri.
Feride Çiçekoğlu’nun Şehrin İtirazı kitabının alt başlığı zaten konuyu olabildiğince netleştiriyor: Gezi direnişi öncesi İstanbul filmlerinde isyan eşiği. Feride Çiçekoğlu’nu ilkin sinema sayesinde tanımıştım. Tunç Başaran’ın 1989 yapımı filmi Uçurtmayı Vurmasınlar’ın senaryosunun ve filme kaynaklık eden romanın yazarı olarak... 1980 Askeri darbesinden sonra yaşanan baskıcı dönemde konuşulmayanın, yok sayılanın, bastırılanın sesi oluvermişti film. Tüm sinema gözyaşları içinde izlemiştik filmi. Gerçekten de çok korkunç zamanlardı, gençtik, içine doğmuş olduğumuz ülkenin gerçeklerini yeni yeni fark etmeye başladığımız an iki büyük duygu bulaşıyordu yaşantımıza: Tüm bu olup bitene dur diyememenin yarattığı suçluluk duygusu ve dışarıda özgürce nefes alıp verdiğimiz her ânı zehirleyen bir utanç duygusu. Aradan uzun zaman geçti. Ancak o dönem 80 darbesi ile darmadağın edilmiş toplumsal muhalefetin eziyet çeken solcu gençleri için hissettiğimiz bu suç ve utanç geçen zamanla birlikte azalıp seyrelmedi, tam tersine bu coğrafyada hiç durmadan sürüp giden çatışmaların, tarihin derinliklerine gömülmeye çalışılan katliamların ve insanlık dışı uygulamaların öğrenilmesi ile katmanlanarak çoğaldı. Nurdan Gürbilek Sessizin Payı’nda farklı açılardan bu duygu durumlarını anlamamıza yardımcı olacak bölümler yazmış. Örneğin “Suç ve Ceza” başlığını taşıyan ilk bölümde Raskolnikov’un şu sorularını hatırlatıyor önce: “Neden Napoléon cana kıyınca suçlu olmuyor da ben suçlu oluyorum? Neden yasa koyucular kan dökünce yargılanmıyor da ben yargılanıyorum?” Kimi zaman büyük bir siyasi dava yerine bir adi suçun da tüm sistemi temelinden sarsacak bir “kopuş” davasına dönüşebileceğini söyleyen Gürbilek Kenan Evren’in yargılanmasının büyük bir siyasi kopuş olma potansiyeli taşımasına rağmen neden olamadığını ve bu yüzden de neden etkisiz kaldığını anlatıyor. Gerçekten de yargılandı değil mi? Gerçekten yargılandı mı? Ya da, böyle bir yargılama mümkün mü? Bu sorularla Açılan Sessizin Payı’nı okurken o günleri düşündüm. Uçurtmayı Vurmasınlar’ı izlediğimiz sinema salonunu. Filmi izlerken korkunun dağıldığını yerini insanca bir üzüntüye bıraktığını... Korku insanı başkalaştırıyor, kendinden uzaklaştırıyor; hüzün ise sağaltıyor... şimdi anlıyorum.
Feride Çiçekoğlu’nun Şehrin İtirazı’na geçmeden yazarın diğer kitabından da söz etmek gerekir çünkü iki kitap arasında hem üslup hem de içerik anlamında süreklilik var. 2006 Yılında yayımlanan Vesikalı Şehir Taksim AKM’nin hemen yanında yer alan Bostancı dolmuşunda başlar ve anlatıcının bilinç akışına bizi ortak eder. Şehir ve şehirde kadın olmakla ilgili filmler üzerine bir kitap okuyacağımızın ipuçlarını verir en başından. Tüm kitap şehir ve cinsellik üzerine önemli tespitlerle doludur; hem filmlere hem de şehir yaşantısına bakışımızı, özellikle de İstanbul’a dair imgelemimizi gözden geçirmeye zorlar. Kitapta başrol şehirdedir.
Şehrin İtirazı kitabının da başrolünde İstanbul var. İki kitabın da başladığı yer tamı tamına aynı koordinatlara sahip: AKM’nin yanındaki Bostancı dolmuş durağı. Arada zaman farkı var sadece. Artık 2014 yılındayız ve 2013 Gezi direnişi sonrasında AKM bir polis karakoluna dönüşmüştür. Çiçekoğlu girişte şöyle bağlıyor iki kitabını birbirine:
2006’nın Mart ayı sonlarında, soğuk bir gece yarısı yine AKM önünden başlayan o dolmuş yolculuğunda arka koltuğa sıralanmış oturan dört kadındık: İkisinin dizleri köşeli, biri hep pencereden bakan, öbürü ben. Ön koltuklardaki erkek yolcuların ve şoförün verdiği geriye itilmişlik duygusu, sokakta gece gezen kadını fahişe diye damgalamaya hazır bir şehrin filmlerine bakmaya yöneltmişti beni. İstanbul filmlerindeki fahişe imgesinin izini sürebilmek için 1920’lere ve dünya sinemasına, geriye doğru yolculuk yapmam gerekmişti.
Bu seferki dolmuş yolculuğu, uyur-uyanık, sarhoş-ayık kıtalararası bir eşik deneyimi olan o önceki dolmuş yolculuğuna hem çok benzer, hem alabildiğine farklı. Yine şehri ve filmleri düşünüyorum, ama hem o eski ben değilim, hem de şehir sakinlerinin kendilerine ve şehre dair algıları değişti. Şehirdeki yaşam alanım gasp edildiği için ben yedi yıl öncesine göre daha öfkeliyim; İstanbul ise artık bu öfkeyi kolektif olarak ifade edebilen , “Ağacıma dokunma!” diyebilen bir şehir. Direniş sürecinde kadınların öne çıktığı, LGBTİ’nin artık daha fazla görünür ve saygı görür olduğu, toplumsal hafızamıza “Yasak ne ayol!” gibi, “Faşizme karşı bacak omuza!” gibi unutulmaz sloganların katıldığı bir şehir. Hayır diyebilen, isyan edebilen bir şehir. (s11-12)
Şehrin İtirazı vinçlerin gölgesinde biriken itirazı anlatıyor. Gezi direnişine giden yolu oluşturan tüm o birikimi. Ama burada Sessizin Payı’na dönelim ve Gezi direnişinin ülkenin kadim zamanlarından bu yana uzanan fay kırıklarında neyi değiştirdiğini görelim. Nurdan Gürbilek “Fatih-Harbiye, Son Durak” adını verdiği bölüme bir de altbaşlık koymuş: Büyük Yarılma. Peyami Safa Fatih-Harbiye romanında bir tramvay hattıyla birbirine bağlanan “iki ayrı kıta, iki ayrı hayat anlayışı, iki ayrı metafizik” olarak tarif eder yaşanan kültürel parçalanmayı. Nurdan Gürbilek bu dramatik kutuplaşmanın günümüzde şekil değiştirdiğini, muhafazakâr siyasetçilerin toplumsal sorunları Fatih-Harbiye yarığının üzerine yerleştirerek çözme stratejilerinin Gezi direnişi sırasında çuvalladığını ve iktidar için korkutucu olanın asıl bu başarısızlık olduğunu söylüyor. Fatih-Harbiye demek, “mazlum, temiz, ahlaklı, geleneksel, Müslüman, milli, fakir, haysiyetli ve erkek Doğu” ve karşısında “kozmopolit, güvenilmez, işbirlikçi, ahlaksız, dinsiz, cinsel anlamda muğlak Batı” demektir. Ancak bu şema, 2000li yılların Türkiye’sinin durumunu açıklamakta çok da yeterli değildir. Çünkü artık küresel kapitalizmle bütünleşen yeni bir Türkiye söz konusudur. Feride Çiçekoğlu’nun anlattığı vinçlerin gölgesinde yıkılan, ele geçirilen, yaşam alanları günden güne daralan bir şehir imgesinde kendini bulan bir Türkiye. Fatih-Harbiye karşıtlığında “iyi Doğu”yu temsil eden mütevazı ahşap ev artık bizzat “yeni muhafazakâr” iktidarlar tarafından yıkılarak betonlaştırılmaktadır. Aslında bu çok da yeni bir durum değildir, Menderes’le başlayan bir süreçtir; hem muhafazakâr hem de bulvar yapmak için gerekirse tarihi camileri bir yıkıp geçebilecek bir dönüşüm projesidir. Gürbilek bu noktada Gezi’yi şöyle yorumluyor:
Ben burada Gezi’nin bazen güçlenen, bazen zayıflayan bir ânından, yanıp sönen imkanından söz edeceğim. Gezi’nin siyasi iktidar açısından belki de en sarsıcı anları, eylemcilerin kendilerini Fatih-Harbiye yarığına yerleştirme konusunda isteksiz davrandıkları anlardı. İnsanların ellerinden alınan şehirlerini, tehdit altında olduğunu düşündükleri kimliklerini, hatta yeni gelenlere kaptırdıkları kültürel ayrıcalıklarını savunmak için gittikleri parkta bu kez kültürel eşikler kurmaya değil, bu eşikleri aşmaya yatkın olmalarıydı. Bir Cumhuriyet Mitingi’ne dönüşmemekle kalmadı, Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli kamu malına, Türkiye’de kapitalizmi görünmez kılan ideolojik –kültürel yarığa, yalnızca bugünün yöneticilerinin değil, cumhuriyeti kuran kadroların da vazgeçilmezi olan Fatih-Harbiye hattına zarar verdi Gezi. Tramvayın bugüne kadar hiç uğramadığı istasyonları, Nurtepe’yi, Gazi’yi, Lice’yi görebilmiş olması, Brezilyalı ve Mısırlı eylemcilerle selamlaşmış olması da bununla ilgili. Esas burada yara aldı Fatih-Harbiye tezi: “İşret” dolu Beyoğlu’yla “iptidai, ama samimi” Fatih, “karı suratlı gençler”le “iptidai yerli oğlanlar”, piyanoyla tulum, kandil simidiyle bira, yogayla halay, başörtüsüyle şort seksen yıllık Safa semiyotiğini altüst edip aynı parkı paylaşabildi. Beyoğlu’nda ve Saraçhane’de aynı yeryüzü sofrasına oturabildi eylemciler. (s102-103)
Peki bu noktaya nasıl gelindi? Böylesine önemli bir sıçramanın olacağı önceden kestirilebilir miydi? “Çok alametler” belirmiş miydi? Gezi’nin öncesindeki ruh durumu neydi? İşte Feride Çiçekoğlu’nun Şehrin İtirazı tam da bu sorular üzerine yoğunlaşıyor ve yakın dönem Türk sinemasından örnekleri Dünya sinemasından muadilleriyle karşılaştırarak adım adım çözümlüyor Gezi öncesini. Godard’ın Onun Hakkında Bildiğim İki-Üç Şey filmini ele alırken Paris’te altmışlı yıllarda yaşanan dönüşümü; Antonioni’nin Yolcu filmini incelerken şehirlerin kimliksiz beton yığınlarına dönüşmeleriyle şehir sakinlerinin yüzlerini ve ifadelerini nasıl yitirdiklerini anlatıyor örneğin. Bunları okurken Türkiye’de yaşananların yerel bir mesele olmanın çok ötesinde küresel boyutta bir kasırganın sonuçları olduğunu hissediyorsunuz. Ardından Tabutta Röveşata ile başlayarak C Blok gibi filmlerle devam ederek yaklaşmakta olanı işaret ediyor:
Blokların önünde gördüğümüz dev çanak anten ve evin içindeki televizyonun hiç eksilmeyen sesi, kendisini göremediğimizde dahi sesiyle süren bunaltıcı etkisini 2000’li yıllarda artarak izleyeceğimiz ekrana hapsolmuşluk duygusunun İstanbul filmlerindeki ilk örneklerinden birisidir. (s77)
Hatta Gezi Parkı’nda yapılan polis müdahalesi sonrası çırılçıplak soyunarak polisi bekleyen göstericinin C Blok’taki bir sahneyi yankıladığını, iki gün sonra da AKM önünde “duran adam” performansı ile Erdem Gündüz’ün benzer şekilde bir ikonografi yarattığını not ediyor Çiçekoğlu.
Tayfun Pirselimoğlu, Reha Erdem, Zeki Demirkubuz, Mahmut Fazıl Coşkun filmlerindeki şehir sıkıntısını, sıkışmışlığı, çıkıp gitme arzularını, kaybolan kimliklerin eriyen sınırlarını gösterdikten sonra Gezi’yle bu sıkışmanın nasıl bir özgürleşmeye evrilme potansiyeli taşıdığını şu sözlerle belirtiyor Çiçekoğlu:
Belki de bu yüzden, Gezi direnişinin yenilgisinden ya da zaferinden söz etmek yerine yaşayarak kazanılan tecrübeden söz etmek daha doğru. Bir otoriteye duyulan ihtiyaçtan vazgeçme, erkek kimliği dışındaki bakış açılarına yer açma, meta-teori takıntısından kurtulma, çoklu yaşam tarzlarına alışma, dikizleyen / voyeur olmaktan çok deneyimleyen, yolculuk yapan / voyageur olma... Bunlar Gezi direnişinin ve sonrasında sanattan hayata İstanbul temsilleri üzerine düşünenlerin asıl kazanımları oldu. Bu kazanımları özellikle baskın ve muktedir erkek kimliğini sorgulayan bakış açılarına borçluyuz.
Gezi direnişi öncesindeki İstanbul filmlerinin son halkasını erkekler şehrine başkaldıran filmler oluşturuyor. Şimdi geriye dönüp baktığımızda bunun bir tesadüf olmadığını, direniş sırasında öne çıkan çok çeşitli kimliklerin, şehrin itiraz eşiğini oluşturmakta önemli bir rol üstlendiğini görüyoruz. Şehirden kaçma mecburiyetinden, kalıp direnmeye, suskun olmaktan yüksek sesle şarkı söylemeye, “Korkuyorum anne,” demekten “Artık hiç korkmuyorum,” demeye uzanan bir sinemasal imgeden söz ediyorum. (s106)
İki kitabı okuduktan sonra benzer duygulara kapılmamın nedeni ikisinin de Gezi direnişi meselesine girmeleri değildi sadece. Tüm bunlar, edebiyat, sinema, sanat, mizah, internet... kısacası söylediklerimiz, söylemeye çalıştıklarımız, ifade etme çabamız boşa gitmemiş, gitmiyor, gitmeyecek hissi. Tuhaf bir umut denilebilir. Her şey böylesine vandalca dönüşürken umutlu olmak için çok naif bir gerekçe bu diyenler çıkacaktır. Olsun. Naifliğin stratejik akıl yürütmelerden çok daha etkili olduğuna inanıyorum. Reha Erdem’in Hayat Var filminden o karenin kitabın kapağına konulmasındaki gerekçeden söz ediyorum aslında. İçine sıkıştığı ve onu yok edecek olan yaşamın dışına çıkmaya, kurtulmaya karar verdiğinde yüzünü kırmızıya boyayan Hayat’ın yüzü sarı-lacivert boyalı arkadaşı ile güldükleri, denize döndükleri karedeki umut. Sözcüklere tercümesi çok zor, ancak anlaması kolay bir duygu. İtiraz etmenin, hayır kabul etmiyorum demenin verdiği özgürlük...