Gerçeği dönüştürmek

Alejandro Jodorowsky, bir roman kahramanı kadar büyülü, bir büyücü kadar gerçek bir öykü anlatıcısı

24 Kasım 2016 13:58

Sinemada, çizgi-romanda, romanda ve öykü anlatılabilecek herhangi bir mecrada, hatta kurgudan uzak, gerçeğe yakın sandığımız sıradan, gündelik hayatta bile sıradışı olmayan bir dünya düşünemeyen, düşündürmeyen bir şifacı. Modern hayatın, gerçekçiliğin, mantığın birer virüs gibi çalışıp hayal gücümüzü yatalak hale getirdiği şu dünyada, bize şifamızı kurguyla, hayalperestlikle, düşlere olan inançla veren bir kahraman. Bilinmeyenle, kaderle oynadığı için mistik; akıldışıyla, gerçeküstüyle uğraştığı için fantastik; aşırılıkla, çirkin, tuhaf ve rahatsız edici olanla ilgilendiği, “lotus çiçeği bataklıkta doğar… Balçığı keşfetmeli, saf gökyüzüne ulaşmak için ölüme ve çamura dokunmalı” şiarıyla eyleme geçtiği için gotik bir kahraman. Onu ve zihnini ancak böyle anlamaya çalışabilir ve özetleyebiliriz: Bir büyücü kadar gerçek…

“Kitapta geçen tüm karakterler, yerler ve olaylar gerçektir… Bu gerçek, dönüştürülmüş hatta destansılaştırılmıştır,” uyarısıyla başlıyor Jodorowsky’nin Bir Kuşun En İyi Öttüğü Yer adlı romanı. 500 sayfalık bu “aile ağacı” öyküsünün özünde yatıyor bu “gerçeği dönüştürme” iddiası. Jodorowsky’nin sinemaya ve edebiyata nasıl yaklaştığını da gösteren bir iddia bu, çünkü bir Tarot falcısı, bir terapist, bir şifacı, kısacası bir “büyücü” olan bu kendine has entelektüelin tek yaptığı, gerçeği dönüştürmek ve destansılaştırmak aslında.

Bu dönüştürme işine maruz kalan eserleri “büyülü gerçekçilik” terimiyle yaftalamak, günümüzde kaçınılmaz elbette. Söz konusu Jodorowsky olunca ise, “büyülü” sıfatını tırnağın içinden çıkarıp “gerçek” kelimesini tırnağın içinde muhafaza ederek kullanabiliriz, zira o teoride değil, pratikte bir büyücü.

Bir Kuşun En İyi Öttüğü Yer, Alejandro Jodorowsky, Çeviri: Nihal Mumcu, Alfa KitapTürkçede Bir Kuşun En İyi Öttüğü Yer romanı ile Psikobüyü adlı kurgudışı eserin neredeyse aynı anda yayımlanmasını yadırgamıştım ilk önce. Ne de olsa sinemacı Jodorowsky bir yazar olarak –geçmişte yayımlanan Incal, Borgia ve Bouncer adlı üç çizgiromanı dışında– ilk kez çıkıyordu karşımıza. Bu “deli bilge” sınıfına dahil ustanın romanının büyülü gerçekçilikten uzak kalamayacağını kestirmek güç değildi, ancak Psikobüyü, bir “kişisel gelişim” kitabı olarak etiketlenmeye müsait bir eserdi ve aynı anda iki farklı tür, iki farklı Jodorowsky görmenin “mantık kafesindeki ruh kuşlarımız” için ağır bir okuma olacağını düşünmüştüm. Kitapları senkronize bir şekilde okumaya başladığımda ise bu önyargımın son derece yersiz olduğunu fark ettim. Bu iki eserin yan yana yayımlanmasının bir anlamı, bir amacı vardı. Bir Kuşun En İyi Öttüğü Yer ile Psikobüyü, farklı türde, farklı kitlelere seslenecek gibi görünseler de, birbirine göbekten bağlı eserlerdi.

Jodorowsky’nin sinemacı tarafına baktığımızda, geçmişte yaptığı filmlerin kült sınıfına girdiğini görürüz. Günümüzün sinema standartlarını aramamamız gereken filmlerdir bunlar. Tuhaf eserler olduklarını kabul etmek gerek, ama Jodorowsky’nin zihnindeki “gerçeklik” üzerine oldukça betimleyici öyküler vardır bu filmlerde. Bir de Jodorowsky’nin çekememesiyle ünlü bir Dune uyarlaması vardır elbette. Jodorowsky’s Dune belgeselinde bu “olmayan film”in öyküsünü dinlerken, yapılan söyleşilerde Jodorowsky’nin samimi deliliğini görmek mümkündür. İşte Psikobüyü adlı kitap da, benzer gözlemleri yapabileceğimiz, ağırlıkla söyleşilerden oluşan bir eser. 

Psikobüyü’nün önsözünde  Gilles Farcet, Jodorowsky’den “ayaklı bir psikobüyü performansı, evrenimizin ilk bakışta öngörülebilir hissi veren düzeninde yırtılmalara sebep olan, son derece ve tam anlamıyla ‘panik’ bir kişilik,” diye bahsediyor ve “Onun gibi bir karakter yaratmak için günümüz roman yazarlarının bile fazla soğuk kalacağı” biri olduğunu iddia ediyor. Böyle tarif edilen bir yazarın kendi yazdığı romanın nasıl bir şey olduğunu tarif etmek daha da güç. Bir Kuşun En İyi Öttüğü Yer, daha başlangıcından itibaren bir ayağı bildiğimiz dünyaya, bir ayağı düşsel dünyalara basan bir roman. Yazarın otobiyografisinin düşselliğe başvurmadan anlatılamayacağını gösteren, uzak geçmişi şimdiki zamana taşırken onu değiştiren, gerçeküstü bir dünyanın diliyle yeniden anlatan, anlamlandıran bir destan adeta. Bu bol mekânlı, bol karakterli, bol olaylı soy ağacı öyküsünde ilerlemek, az önce saydığımız sebeplerle kolay değil. Tabiri caizse “ağır” bir kitap bu. Ailesinin öyküsünü birkaç kuşak öncesinden başlayarak anlatan yazarın, gerçekliğin içine açtığı fantastik boyutlar, içinde bulunduğumuz, kitabı okuduğumuz dünyanın boyutlarıyla örtüşmediğinden ve örtüştüğü anda manasını da yitireceğinden, Jodorowsky’nin edebi dünyasının içinde kalmak biraz zaman ve emek istiyor. Belki de bu eserin kendisini de bir “psikobüyü” performansı olarak görmek gerek, ki yazarın kendisi de bu yaklaşımı onaylardı diye düşünüyorum.

Psiko-Büyü, Alejandro Jodorowsky, Çeviri: Nihal Mumcu, Alfa KitapDiğer taraftan, bu romanın yanında Psikobüyü’yü okuduğumuzda o “ağır”lık biraz azalıyor. Sonuçta, Jodorowsky ne olursa olsun bizim dünyamızdan biri ve bazen de olsa sıradan insanın diline tercüme edebiliyor kendi sürreal dünyasını. Örneğin, Tarot uzmanlığından ve bunu uyguladığı kişilerden bahsettiği bölümde, Tarot’un psikolojik bir test olduğunu söylerken, “soy ağaçlarında yaptığımız bir gezinti sonucu onlara bazı sorunlarının kaynağını gösteriyordum,” diyor. Jodorowsky’nin söz konusu romanını da böyle değerlendirebiliriz o halde: Yazarın kendi kendine uyguladığı psikolojik bir test. 

Ailesinden mistik bir şekilde söz açtığı bölümde de şöyle anlatıyor yazar: “Dünya’nın herhangi bir yerinde doğmuş olabilirdim ama Şili’de doğduğum için şanslıydım. Rus-Japon Savaşı olmasaydı dedelerim taşınmazlardı ve ben de büyük ihtimalle Rusya’da doğardım. Öte yandan, bindikleri gemi neden onları Şili’ye götürdü?” Söyleşide bahsettiği bu kader değişikliği, az önce dediğimiz gibi yazarın romanının da teması. Bu toplumsal gerçekliği nasıl olup da destansı hale getirdiğini görmek için romana baktığımızda, büyülü gerçekçilik adını verdiğimiz türün ne demek olduğunu daha iyi anlıyoruz.

1950’li yıllarda karısına tatilde nereye gitmek istediğini soran Jodorowsky, “Yunanistan” cevabını alınca bozuntuya vermez, “Tamam,” der. Fakat paraları yoktur. Nasıl gideceklerini düşünürken kapı çalar ve karşılarındaki arkadaşı, Yunanistan’a gideceklerini ancak ekipten birinin hastalandığını söyleyip Jodorowsky’yi turneye davet eder. “Bu olaydan sonra,” diyor Jodorowsky, “yaşamın, an be an kurguladığımız bir rüya olmadığına nasıl inanabilirim?” İşte romanında da bu yaklaşımı asla elden bırakmıyor. Gerçek yaşamı, tarihte olup bitenleri bir rüyaymış gibi yeniden kurguluyor. “Geçmiş yaşamları tasavvur edebilsek bile, bunların gerçek olduğundan emin olamayız,” derken, neyin büyülü neyin gerçekçi olduğunu vurgulamış oluyor aslında. Geçmiş yaşamları ancak düşsellikle tasavvur edebileceğimizi örneklendirmiş oluyor Bir Kuşun En İyi Öttüğü Yer romanıyla.

İnsanın Şili ve Meksika’da yaşayıp da gerçeğin içindeki büyüden ve büyünün içindeki gerçeklikten kaçamayacağını anlatan yazarın, hayatın kendisini bir performansa dönüştürme çabası, şiir ve tiyatroyla başlıyor. Vardığı yer ise Jodorowsky’nin “Psikobüyü” adını verdiği bir çeşit analiz, terapi ya da tedavi oluyor. İnsanın özellikle kendi ölümüyle yüzleşmesi, bastırılan her şeyin dışavurulması üzerinden tanımladığı performansın nihai hali olan bu “büyü”nün ne kadar “gerçek” olduğunu anlatan anekdotlar mı kurgu, yoksa yazarın romanı mı? İşte bu iki eser birlikte okunduğunda aradaki sınır silinmeye başlıyor.

Psikobüyü, her modern insanın “hastası” olduğu bir şifa metodu. Jodorowsky’nin kendisi de dahil bu hastalar kervanına. “Hastayı tanımak için, onun soy ağacına en azından büyük büyük dedelerine kadar bakılmalıdır,” diyen yazarın romanını hangi sorularla kaleme aldığı da aydınlanmış oluyor.

Sonuç olarak, Bir Kuşun En İyi Öttüğü Yer ve Psikobüyü’nün Türkçeye çevrilip yayımlanmalarını yılın en önemli yayıncılık olaylarından biri olarak görüyor, özellikle Psikobüyü’nün, içimizdeki yabancıyla iletişime geçmek ve dışımızdaki dünyanın bilmediğimiz bölgelerine adım atmak için her daim başucumuzda bulunması gereken bir manifesto olduğunu düşünüyorum. Geceyi noktalayıp rüyalara dalmadan hemen önce ya da güne başlarken bir doz büyülenmek için, içimizdeki ve çevremizdeki gerçeği dönüştürmek adına bir manifesto…