"Erseven erler" destanı ve yeni anlatım biçimleri

Gürsel Korat'ın yeni romanının esas meselesi, Korat'ın adeta bir yazı atölyesine çevirdiği metinde anlattığı kahramanların dünyaları ve bunların anlatım biçimleri...

04 Şubat 2015 22:30

Gürsel Korat uzun zamandır hikâyelerini anlatıyor bize ve daha uzun zaman da anlatmasını umuyorum. Umuyorum çünkü Korat, her metninde farklı ve özgün bir dünyanın kapılarını aralıyor.

Korat'ın roman dünyasının başkenti de diyebileceğimiz Kapadokya üzerine anlattığı hikâyelerinde yazar, okurunu ve yazınını belli bir noktaya getirip, daha fazlasını istetme durumunda bıraktı bizi. Sonrasında yayımladığı romanlarında, özellikle de Rüya Körü'nde bu beklentiyi de karşıladı. Ancak şimdi yeni bir roman ve yepyeni bir dünya ile çıktı karşımıza yazar. Bu yeni roman ise Korat'ın yazın evrenine açılmış farklı bir parantez olarak kayda geçti.

Korat'ın yeni romanı Yine Doğdu Tanyıldızı'nı, tüm Gürsel Korat romanlarında olduğu gibi özgün bir dünyaya atılacak yeni bir adımın hevesiyle okumaya başladım. Ancak sayfalar ilerledikçe Korat'ın bu kez farklı bir metnin peşinde sürüklendiği çarptı. Roman üzerine konuşmaya başlamadan önce birkaç ayrımın altını çizmekte yarar var çünkü Yine Doğdu Tanyıldızı, az sonra bahsedilecek kavramların arasına sıkışma ihtimalini barındıran bir roman. Bu, romanın "öyle" olduğu anlamına gelmiyor elbette. Sadece romanı eline alacak okurlar için açılacak küçük bir paragraf niteliği taşıyacak bu bahsedeceklerim.

Halbuki öyle romanlar var ki tarihin kendisini, kendinde yeniden yaratır ve o tarihsel gerçeklik artık kendi bağlamından kopup romanın gerçeğinde eriyerek bambaşka bir hal alır…

Gürsel Korat, Yine Doğdu Tanyıldızı, Yapı Kredi YayınlarıŞöyle ki: Tarihin belli bir döneminde geçen her kurmacayı, özellikle de romanı, "tarihî roman", "tarih konulu roman" ya da "sırtını tarihe yaslamış bir metin" gibi nitelemelere ayırarak ciddi bir yanlışa düşüldüğü kanısındayım. Halbuki öyle romanlar var ki tarihin kendisini, kendinde yeniden yaratır ve o tarihsel gerçeklik artık kendi bağlamından kopup romanın gerçeğinde eriyerek bambaşka bir hal alır. Bu hal ise metnin kendi gerçeğidir artık ve ne "tarihî roman" gibi bir yanılsamaya ne de "tarih konulu roman" gibi bir kısıtlamaya yer bırakır.

Bu yanılsama ve kısıtlamayı -bilindik bir örnek olduğu için söylüyorum- İhsan Oktay Anar'ın ilk ve nitelik olarak hâlâ üstlerde gezinen romanı Puslu Kıtalar Atlası için yaşamıştık. İlk yayımlandığı an için daha önce görülmemiş ve farklı bir metindi Puslu Kıtalar Atlası ve haliyle tanımlamada da ciddi bir karışıklık söz konusuydu. Anar'ın romanı için "tarihî roman" gibi benzetmelerin biri gidip biri gelirken gerçeği görmenin biraz zaman aldığını da söylemek gerek bu bağlamda.

Oysa her ne kadar geçmişte akan bir romanmış "gibi görünse de" Puslu Kıtalar Atlası, kendi tarihini yine kendi kurgusal düzleminde yazan bir romandı. Kendi gerçekliğini kendi yaratan romanın kahramanları da aynı şekilde geçmişte yaşayan romanın kendi gerçekliğinde var olan tiplerdi. Aynı şekilde romanın dili de bu kendine has gerçekliğe hizmete nazır bekletiliyordu. Anar'ın dili her ne kadar Eski Türkçeden çokça besleniyorduysa da romanın düzleminde sadece o dünyalarda ve kahramanlarının konuşabileceği bir dildi.

Korat'ın yeni romanı Yine Doğdu Tan Yıldızı için de az önce söylenenler geçerli. Yazarın genelde tarihin bir köşesinde dolaştırdığı metinleri, "genel okuyucu" tarafından hemen yukarıda dile getirilen benzetmelere "maruz kaldı" çoğu zaman. Ancak Korat romanlarının çok daha fazlasını verdiğini bu noktadan sonra dile getirmek anlamsız olur.

Kendi tarihini kendi yazıyor

Dile getirilenler ışığında Yine Doğdu Tanyıldızı'nın kendi gerçekliği içinde bir tarih kesitinden bahsettiğini söylemek mümkün. Ancak bu tarih kesiti romanda her ne kadar 1300'lü yıllar olarak belirlense de elimizdeki metin, kendi tarihini kendi yazıyor. Bu yıllara bir gerçeklik unsuru olarak o yıllarda Anadolu'da yaşanan Tatar istilasının romana taşındığını, ek olarak; bu istilanın romanda anlatılan hikâyenin ateşlenmesine ve gidişatına ciddi bir katkı sunduğunu da söylemek gerek. Ama buna rağmen romanın bu "gerçeklik açılımı", kesif bir omurga oluşturmaktan başka bir durum değil.

Romanın esas meselesi, Gürsel Korat'ın adeta bir yazı atölyesine çevirdiği metinde anlattığı kahramanların dünyaları ve bunların anlatım biçimleri.

Roman, "felaket" habercisi bir ismin "müjdesiyle" açıyor kapılarını bize. Güzel günlerin biteceğini, hatta bu güzel günlerin bitişinin daha güzel günlerin müjdecisi olarak geleceğini söylüyor. Yani Korat, daha açılış sayfasından merak iplerini kuyulara salmaya başlıyor.

Bu hem metnin kendisi hem de bizim için iyi bir şey. Çünkü daha ilk adımda, girilecek yolun başından belli olduğu bir bilmecenin koridorlarında gezineceğimizi kavrıyoruz. Bilmecenin yanıtının farkında olmak ya da girilecek yolun kıvrımlarını sezmek her zaman için olumlu karşılanmayabilir ancak Yine Doğdu Tanyıldızı, düğümlü bir sonu olmasına rağmen sonu için okunacak romanlardan değil. Ünlü karınca meselinde olduğu gibi vuslata varılamasa da alınan yolun zevkine varılacak romanlardan. Bu, kurgu sahibinin müjdelediği ve mutlaka gelecek, önlenemez "felakete" daha sonra geleceğiz. Ondan önce ise Korat'ın bu romanıyla kentlerine bir yenisini daha eklediğini söylemek gerek. Yazar bu kez Niğde kapılarına götürüyor bizi ve şehre; yeni bir varlık, yeni bir ruh üflüyor romanıyla.

Romanın hemen yukarıdaki satırlarda bahsettiğim felaketini ise bir aşk hikâyesi getiriyor. Niğde kadısı üç hanımlı "erseven er" Şeyh Nizamüddin ile "her" seven er Zembilli İshak'ın yaşadığı aşk bu... Ancak bununla da kalmaz yazar. Anlatılan bir aşk hikâyesi daha var romanda: Bu da şeyhin küçük oğlu Nureddin'le evlatlığı Fazıla'nın aşkı. Biri divan edebiyatı geleneği ve tasavvufla bezenmiş, diğeri fıkır fıkır bir gençlik aşkı. Ama ortak nokta rakipler... Yazar bu iki aşk hikâyesinden bir düğüm meydana getirecek ve romanın da kahramanlarımızdan birinin sonunu da bu aşk getirecek.
Acaba kim?
Evet, işte bu "acaba" romanın son cümlesine kadar sırrını koruyacak ama hikâyenin gidişi çok daha fazlasına gebe.

Buradan bakınca her şey normalmiş gibi görünüyor aslında.
"Erseven erlerin" arasında doğan aşk, diğer sevgililere nasıl etki eder dediğinizi duyar gibiyim. Yazarın merak oklarını okur kalbine saplamadaki ustalığı da tam olarak burada devreye giriyor. Yazar tüm ihtirasıyla birbirinin olmuş bu âşıkları alıp babayı oğula, oğulu misafire, Tatar istilasının lideri İlboğa'yı da Niğde'nin ileri gelenlerine düşman ediyor. Gerisini merak edenlere de romanı okumak kalıyor elbet. Ancak küçük bir not eklemek gerek: Hiçbir "taşı" boşuna kullanmadığını bilmeliyiz Gürsel Korat'ın. Tıkız bir metin bu bağlamda elimizdeki. Bir taş varsa eğer, gün gelecek mutlaka ama mutlaka ayağımıza dolaşacak. Bunu bilmeli...

Tüm bunların yanında ise güzel bir hikâyeden daha fazlasını verme vaadinde Gürsel Korat'ın son romanı. Anlattığı hikâyenin yanında bunu nasıl anlattığıyla da dikkat çekiyor. Korat romanında, anlatı dünyasının derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkarıyor okuru.

"Neyin" değil "nasıl anlatıldığının" peşinde

Hikâyenin küçük bir hikâyesi, Korat'ın metnin içine kattığı güzel bir renk. Ancak bir de hikâyenin, hikâye edilişinin hikâyesi var. İşte o noktada Korat'ın bu romanda esas yapmak istedikleri ortaya çıkıyor. Korat, Yine Doğdu Tanyıldızı'nda "neyin" değil "nasıl anlatıldığının" peşinde.

Yazarın kendi blogundan küçük bir alıntıyla yazarın bu hikâyesini nasıl anlattığını şöyle açıklamak mümkün: "Modernliğin şafağı doğuncaya kadar öyküyü anlatanlarla yazanların farklı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kurmaca yazarı hem anlatıcıyı hem de yazanı kendi bünyesinde toplayan ilk kişidir. Yine Doğdu Tan Yıldızı, bu ayrımın farkına vararak açılış yapar: Anlatan ve Yazan farklıdır. Burada görsel teknikleri kullanmaya yarayan bir sesleniş formuna varır yazar. Yazının görselleşmesi dediği şeyin laboratuvarında dolaşırız ve birden anlatıcı ve yazar birleşir. Fakat burada da yazarın gizlenmiş sesini açığa çıkararak ilerler anlatım. Yani yazar hem anlattığının hem de yazdığının farkındadır."
Az önce de söylendiği gibi yazıcı ve anlatıcı kimliğini farklı kanallardan okutuyor yazar bize. Ama daha da önemlisi romanın görselliği kanımca. Görselliğin şahlandığı bir roman elimizdeki. Bunu tasvirler ya da sinemasallıktan öte bir olgu şeklinde ele almak lazım. Evet, yazar metnin içine bir kamera yerleştirmiş. Evet, zaman zaman bir senaryonun sayfaları arasında dolaşır gibi hissediyoruz ama bu daha farklı bir deneyim. Roman kişileri ortada toplanmış konuşurken, onların omuz hizasına yaklaşmak gibi...

Eminim, yazar için de aynı farklılık hissi kaleme aldığı roman boyunca devam etmiştir. Çünkü Gürsel Korat'ın yeni romanı, anlatıcı diline ve dünyasına yeni bir perde aralıyor.

Üstelik bu anlatıcı oldukça da iddialı: "Anlatıcının hüneri, sabrı ve aklı kadar umutları da vardır elbet. Seni merak içinde terletmek ve soluğunu kesmek en büyük ümidimdir."