Hayatın dayattığı normlara başkaldıran romanların yazarı: Erlend Loe

Naif. Süper, Doppler, Bildiğimiz Dünyanın Sonu romanlarıyla medeniyete ilişkin temel bir şeylerin fena hâlde yanlış gittiğini söyletmekten çekinmeyen Erlend Loe sorularımızı yanıtladı

25 Ekim 2018 14:00

Biz onu Naif. Süper, Doppler ve Doppler’in devamı niteliğindeki Bildiğimiz Dünyanın Sonu romanlarıyla tanıdık. Loe, 1969 doğumlu ve Oslo’da yaşıyor. Yalın, kendine özgü, sade bir dille kaleme aldığı kitaplarıyla ilk uluslararası çıkışını yaptığı doksanlardan bu yana tüm dünyada ilgi görüyor. Twitter hesabına bakılırsa eğer, kendini bir, “yazar, senarist, bisikletçi, eleştirmen, erkek kardeş, baba, palindrom âşığı,” olarak tanımlıyor. Dahası var ama: Naif. Süper’de üniversiteden mezun olduktan sonra onu bekleyen hayatı sorgulayıp zaman ve evrenin işleyişiyle kafayı bozan kahramanın yaratıcısı o. Doppler’de evini terk edip ormanda yaşamaya başlayan ve Bildiğimiz Dünyanın Sonu’nda ormanı bırakıp medeniyete dönse de bir türlü uyum sağlayamayan kahramanların yaratıcısı. Roman karakterlerine imparatorun çıplak olduğunu, medeniyete ilişkin temel bir şeylerin fena halde yanlış gittiğini söyletmekten çekinmeyen bir yazar. Çağımızın insanına özgü kişisel kriz ve buhranları ele alan ve bu esnada mizahtan ödün vermeyen bir kalem.

Erlend Loe ile toplumsal hayatın dayattığı normlara başkaldıran romanlarını konuştuk, ona günlerini nasıl geçirdiğini ve içinde yaşadığımız dünyanın hâlini sorduk.    

Türkiye sizi şehir hayatına başkaldırıp ormana, bir geyikle yaşamaya giden kahraman ile aynı adı taşıyan romanınız Doppler ile tanıdı. Dilimize çevrilmiş diğer romanınız Naif. Süper, üniversiteden ayrılıp hayatını sorgulayan, çocukluk günlerinin hasretini çeken ve yaşamın anlamını arayan genç bir adamın savaşını konu alıyor. Bu kahramanların her ikisinin de toplumun onlara dayattığı yaşam biçimiyle derdi var ve yanıt gereksiniyorlar. Bu metinlerin, kısmen de olsa, toplumsal eleştiri niteliği taşıdıkları söylenebilir mi? Sizce kendimizi, yaşadığımız çağın derdinden, tasasından nasıl uzaklaştırabilir, nasıl sağaltabiliriz? Daha çok oyun ve daha az iş çözüm olabilir mi? Veya doğaya dönmek? Yoksa bütün bunlar kurmaca mı, ne dersiniz?

İyi bir soru. Benim kitaplarımın çoğunda sosyal eleştiriye rastlarsınız. Yaşam şeklimizle ilgili pek çok yanlış söz konusu. Doğru yaptığımız bir sürü şey de var. Dünya birçok alanda ilerleme kaydediyor. Önceleri bundan pek emin değildim. Ama dünyada ilerlemeler var. İnsanlar fakirlikten kurtuluyor. Pek çok kişi eğitim alabiliyor ve yaşam kalitesini yükseltebilecek duruma gelebiliyor. Ancak sonsuz büyüme fikri söz konusu olduğunda kafayı toptan yemişiz. Bu imkânsız ve herkes de bunu biliyor ama doğaya inanılmaz bir boyutta saldırdığımız kolektif bir vurdumduymazlık içerisinde yaşıyoruz. Çok kızdırıyor bu beni. Canımdan beziyorum. Eylül ayında yeni bir kitap çıkardım, adı Afrika’daki Hayvanlar. Beş kişi Afrika’ya seyahat edip oradaki egzotik hayvanları düzüyor. Kitap, dünyayı daha iyi bir yer yapmayı amaçlayıp berbat bir yer yapmakla son bulan vahşi bir komedi; biz insanlar genel olarak bunu yapıyoruz aslında.

Biz insanlar, bize prestij sağlayan şeylerin peşindeyiz. Geçen gün bir arkadaşla tartışıyorduk. Benim bildiğim kadarıyla hiçbir kültür, hiçbir zaman "Her şeyimiz var, bunların bir kısmını bırakalım da biraz gerileyelim," dememiş.

Naif. Süper bisiklete binenlere yönelik bir dostluk mesajıyla açılıyor. Bu romanda bisikletler ne gibi bir önem taşıyor? Saflık ya da sadelik sembolü olarak görülebilirler mi? 21'inci yüzyılın teknoloji bağımlısı insanları olarak saflık ve sadeliğe ne kadar ihtiyacımız var?

Bisikletin temsil ettiği basitliğe ihtiyacımız var. Arabayı seyahat araçlarının en mükemmeli olarak görüyoruz. Bir yerden bir yere gitmeyi arabanın demokratik kıldığı doğru aslında. Önceleri seyahat sadece zenginlerin yapabildiği bir şeydi, şimdi pek çoğumuz istediğimiz yere gidebiliyoruz. Ancak şehir içinde en mükemmel taşıt aracı bisiklet. Kendi gücümüzle sessiz ve sakin hareket etmemizi ve oldukça uzaklara gidebilmemizi sağlıyor. Bu da şehirlerimizi yaşanabilir kılıyor. En iyi şehirler araba yerine bisiklete göre düzenlenmiş olanlar. Kopenhag, Amsterdam. Son yıllarda Oslo’da da bu yönde büyük gelişmeler yaşandı. Şehrin merkezindeki araba park yerleri kaldırıldı. Şehrin her yanına bisiklet yolları yapıldı. Ben Oslo’da 22 yıldır bisiklet kullanıyorum. Yaz, kış. Karda kışta bisiklete biniyorum, eksi 15 dereceye düşünceye kadar. Hatta daha soğuklarda bile. Yaşamınızla ilgili yaptığınız bir seçim bu. Şimdilerde bu şehirde bisiklet kullanmak her zamankinden daha iyi.

Naif. Süper’deki alıntı benim için hâlâ geçerliliğini koruyor. Şehirde yaşayanlar olarak her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var bisiklete. Bisiklet kullanmak, insanların doğayı ve tüm canlıları mahvetmeye hakkı olmadığını kabul etmenin bir ifadesi. Saflık ve denge, yaradılışın en tepesinde insanın bulunmadığının ancak diğer tüm canlılarla aynı düzeyde olduğunun kabulü.

Saflık, masumiyet, mutluluk... Sizce bunlar, illa ki çocukluk ile mi ilgili? Doğa ile kültürün, tıpkı yetişkinler ve çocuklar gibi birbirine karşıt olduğunu mu düşünüyorsunuz? Bunların bir arada var olabileceği bir yaşam biçimi yok mu size göre?

Bu zor. Çünkü biz insanlar, bize prestij sağlayan şeylerin peşindeyiz. Geçen gün bir arkadaşla tartışıyorduk. Benim bildiğim kadarıyla hiçbir kültür, hiçbir zaman "Her şeyimiz var, bunların bir kısmını bırakalım da biraz gerileyelim," dememiş. Bazı bireyler ve gruplar söylemiş olabilir ancak toplum bütün olarak böyle bir şey dememiş. Bu yüzden medeniyetler belli aralarla çöküyor. Bizim kültürümüz de eni konu çökecek - kendi ağırlığı altında kalarak. Frank Zappa bir defasında şöyle demiş: “Komünizm işlemiyor çünkü insanlar mülk edinmeyi seviyor.” İyi demiş. Çünkü bu doğru. Kendi maddi başarımız her şeyin üstünde tutuluyor. Birileri bir şeyleri satın almaya, elde etmeye, işgal etmeye, öldürmeye devam ettiği sürece bu böyle sürüp gidecek. Her şey buna delalet.

Çağdaş yaşam/şehir hayatı bizleri depresyona mı sürüklüyor yoksa Naif. Süper ve Doppler’de rastladığımız arayış daha temel, özünde varoluşsal bir damarın yansıması mı?

Derinlerde bir yerde yaptıklarımızın çoğunun yanlış olduğunu bildiğimize inanıyorum. Bu da farklı biçimlerde ortaya çıkan bir tür huzursuzluk yaratıyor. Bazısı koşuya çıkıyor sürekli. Bazısı içiyor. Bazısı seks, yemek gibi çeşitli bağımlılıkların esiri oluyor. Kendimizi büyük resmin içinde görebilmeye, küçük olduğumuzu, yaptığımız her şeyin yaşam ve bizim göremediğimiz, ancak bizi taşıyan sistemler üzerinde sonuçlar doğurduğunu kabul etmeye ihtiyacımız var.

Naif. Süper ve Doppler, kaçış edebiyatı olarak da değerlendiriliyor. Kaçış sizin için ne ifade ediyor? Buna katılıyor musunuz? Eğer öyleyse bu kahramanlar neden, niçin kaçıyorlar?

Bence öyle değiller. Daha çok, değişken bir dünyada kimlik arayışları oldukları söylenebilir. Doppler ona yabancılaşan bir yaşamdan kaçıyor. Yalnız kalmaya ihtiyacı var. Yalnız kalmak, düşünmek, hissetmek, büyüklüğü duyumsamak için doğaya kaçmak Türkiye’de ne kadar normal bir davranış bilemiyorum. Norveç’te anormal bir şey değil. İnsan bunu birkaç defa yaşarsa, alçakgönüllülük ortaya çıkabilir. Bu birazcık, çocuk sahibi olduğunuzda dünyanın ne kadar büyük ve sizin ne kadar küçük olduğunuzu düşünmeye başlamanıza benziyor. Bu bakış açısı kesinlikle gerekli. Tüm yaşamınızı bir kentte geçirirseniz bu hiçbir zaman aklınıza gelmeyebilir. İnsan, nereden geldiğini bilemediği bir yalnızlık hisseder. Bu, anlamlı bir şeyin parçası olmaya duyulan özlem olabilir. Bu anlam doğada ve yaşayan her şeyde mevcut, bizler de parçasıyız. Sanırım.

Biyografinizde bir psikiyatri kliniğinde çalıştığınız yazıyor… Bu tecrübe yazarlığınızı yönlendirdi mi merak ediyorum. Romanlarınıza da yansıyan bir aydınlanma yaşadınız mı?

Bilmiyorum. Öğrenciyken, ağır hastaların yattığı bir psikiyatri servisinde birkaç kez nöbetçi olarak çalıştım. Boylu poslu, güçlü olduğum ve zıvanadan çıkmış insanları yatıştırabilecek ve sıkıca tutabilecek durumda olduğum için işi bana verdiler. Bu ilginç ancak keyifsiz bir işti. Yazar olarak beni ne kadar biçimlendirmiştir bilemeyeceğim. Ancak tamamen bir kaos yaşayan insanlarla karşılaştım. Bunu görmek korkutucu. Biz insanların acayip mantıksız olabileğini düşünmeye başladım. Kitaplarımda bunun etkisi bir ölçüde görülebilir.

Günümüz gençlerinin daha da öfkeli olmamalarına şaşıyorum. Neden isyan edip devletlerin aptal liderlerine, ilkel, yıkıcı kapitalizme artık onların devrinin geçtiğini söylemiyorlar?

Naif. Süper başka bir çağın romanı. Bir söyleşinizde, burada tercih ettiğiniz doğrudan ve sade anlatımın dönemin postmodernist yazınına ve sonrasında gelen fazlaca dolambaçlı edebiyata bir yanıt olduğunu söylemiş, kendi edebiyatınızda bunun tam tersini hedeflediğinizi belirtmişsiniz. Naif. Süper’i yazarken neleri hedeflediğinizi biraz açabilir misiniz? Bugünün kültürel iklimini doksanlarla karşılaştırdığınızda nelerin değiştiğini görüyorsunuz? Bugün yazacak olsanız, aynı tercihleri kullanır mıydınız?

Bu kitap hâlâ geçerliliğini koruyor. Genç olmak ve dünyadaki yerini aramak uçsuz bucaksız bir konu. Dünya bugün farklı. 90’larda İskandinavya alaycı ve sorumsuzdu. Sovyetlerin ve dinlerin çöküşüyle ideolojiler de çöktü. Bugün daha büyük bir ciddiyet var. Ama ben günümüz gençlerinin daha da öfkeli olmamalarına şaşıyorum. Neden isyan edip devletlerin aptal liderlerine, ilkel, yıkıcı kapitalizme artık onların devrinin geçtiğini söylemiyorlar? Bugün 22 yaşında olsaydım çok öfkeli olurdum.

Eserleriniz "Yeni Samimiyet" adlı akımla beraber anılıyor. Bu size yakıştırılmış bir şey mi yoksa siz de bu tanımlamaya katılıyor musunuz? Yeni Samimiyet tam olarak nedir?

Bunun ne olduğunu ben de bilmiyorum. Hayır, kendimi o akım neyse işte, onun bir parçası olarak görmüyorum. Ben ironik, bazen de samimi bir biçimde yazıyorum, insanlarla ve dünyayla ilgili çokça absürtlük katıyorum işin içine.

Naif. Süper, kahramanın varoluşsal krizini sevgi, oyun ve sadelik ile dindirmesi ile kişisel gelişim unsurlarına sahip olduğu söylenebilecek bir roman. Yazımının üzerinden yıllar geçtiği için merak ediyorum: sizce bunlar, yaşamın yüklerini hafifletebilir mi?

Evet. Bir mola vermek, hayatı tekrar düzene sokmak, neyin iyi neyin kötü olduğunu, ilerde insanın neler yapacağını bulmak çok önemli. Bunu yapmazsak sonradan sorunlar baş gösteriyor. Ama herkesin yapması gerek. Her zaman. Bunu bir defa yapmakla işin bittiğine inanmıyorum.

Kentselleşmenin doruk noktasındaki İstanbul’da oturan biri olarak geyiklerle iç içe yaşamanın ya da işe bisikletle gitme cesaretini göstermenin nasıl olacağını şahsen hayal edemiyorum… Siz, bir Norveçli olarak kültürel değerlerinizin eserlerinizdeki yansımasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kültürel farklarımıza rağmen varoluş ve ona ilişkin meseleler hemen hemen aynı mı?

Benim kültürel değerlerim, sizin nitelendirmenizle, beni kesinlikle etkiliyor. Muhteşem bir doğadan geliyorum; büyük bir sessizlik, yalnızlık, hayvanlarla karşılaşmak, karlar, soğuk, kayağa gittikten sonra şöminenin karşısında oturup alevleri seyretmek. Tüm bunları evden çok uzaklaşmadan yapabiliyorum ben, Oslo’da oturmama rağmen. Bakmayın siz, Oslo büyük bir şehirdir. İstanbul’dan küçük tabii hâliyle. Bütün bunlar aynı anda mevcut. Bu İstanbul’da yaşayanlar için de geçerli. Yediğimiz yemek bir yerlerden geliyor. İçtiğimiz su bir yerlerden geliyor. Evlerimizi yapmak için kullandığımız taşlar bir yerlerden geliyor. Çevremizdeki doğanın işlerliğini korumasına tamamen bağımlısınız ve bu bütünlüğün sizi etkilemesi gerekiyor.

Sıradan bir gününüz nasıl geçiyor? Bir yazı rutininiz var mı? Esin kaynaklarınız neler?

Yirmi yıldır, diğer yazarlar ve senaryo yazarlarıyla oluşturduğumuz ortak bir ofis ortamında yazıyorum. Haftada beş gün oradayım, normal çalışma saatleri içerisinde yazıyorum. Aynı zamanda pek çok başka projeyle de uğraşıyorum. Roman, çeşitli film senaryoları. Bu durumdan memnunum. Bir kıvılcımla, fikirlerle çalışmayı seviyorum. İnsanların yaptığı, söylediği, yapmadığı ve söylemediği her şey bana esin kaynağı olabiliyor.

Etkilendiğiniz yazarları sorarak bağlayalım: Kendinizi çağdaş edebiyatta nereye konumlandırıyorsunuz?

Hayranı olduğum yazarlar: Knut Hamsun, Hermann Melville, Tolstoy, Dostoyevski, Richard Brautigan, Paul Auster, Thomas Bernhard, Jean-Phillippe Toussaint, W.G. Sebald, Edouard Louis, Elfriede Jelinek, Herta Müller, Selma Lagerlöf, Thomas Mann. Beni en çok kim etkilemiştir, bilemiyorum. Çağdaş edebiyatta nerede durduğumu da bilmiyorum. Ama çağdaş edebiyatın bir parçası olmaktan memnunum.

Ana görselde kullanılan fotoğraf: Jacob Ehrbahn