Feminist bir başyapıt: Erkeğin Yittiği Yerde

Zeynep Ergun erkeğin bittiği yerde kadının da bittiği ve toplumsal cinsiyetlerden, etnik ve ırksal farklılıklardan kaynaklı ayrımcılığın ve sömürünün ortadan kalktığı bir dünyanın imkânını tartışıyor

İspanya’daki Franco faşizmi özelinde faşizm teorisi çalışırken, diğer teorisyenler bir tarafa, onca parlak Marksistin ya da sosyalistin bile temel bir çelişkiye düştüğünü fark ettim. Kavramlaştırma ezilenlerin değil, ezenlerin ne yaptığı ya da mevcut durumu üzerinden yapılıyor; işçi sınıfının öznelliği değil, burjuvazinin öznelliği ve dolayısıyla işçi sınıfının nesneleştirilmesi üzerinden hareket ediliyordu. Kapitalizmin olağanüstü yönetim biçimlerinden biri olan faşizm burjuvazinin uyguladığı şiddet ya da kurduğu diktatörlüğün mutlaklığı üzerinden değerlendiriliyor; işçi sınıfının mücadelesi, örgütlülüğü, kısacası öznel durumu geri plana itiliyordu. Böyle olunca faşizm, nihayetinde, burjuvazinin iradesine indirgenmiş oluyordu.

Feminizmdeyse tam tersi bir açıktan bahsedebiliriz. Kadınların yüzyıllardır süregelen erkek egemen sınıflı topluma karşı çıkışları ve kadının öznelliğinin reddedilmesi, bir tür etki-tepki sonucu, kadının özne kimliğini vurgulayıp öne çıkarma eğilimini doğurmuştur. Bu eğilim, elbette, erkeğin kadınlar üzerindeki tahakkümünün vurgulanmasıyla kol kola gitmiştir. Erkeğin erkini uygularken düştüğü acınası durum ise geri planda kalmıştır. Faşizm teorisindeki kadar büyük bir açıktan bahsedemesek de, feminist teoride erkeğin hâli pürmelâline bakmak perspektifi genişletip netleştirmek adına son derece önemli.

Bu açıdan, Zeynep Ergun’un ismiyle müsemma Erkeğin Yittiği Yerde’si1 ayrı bir yere oturuyor. Türkiye her konuda olduğu gibi feminist teoride de geriden geliyor. Örneğin, bu topraklar sosyalist düşünceyle kabaca 1960’larda gerçek mânâsıyla tanıştığında, dünya sosyalist (işçi) hareketi en azından üç büyük ayrışma yaşayıp dördüncünün arefesindeydi; ama biz onların bıraktığı yerden, sanki hepsi yaşanmış ve sindirilmişçesine başladık ve bedeli de çok ağır oldu. Tiyatroda da benzer bir durum var: Klasikleri özümseyemedik ki çağdaş tiyatroyu rahatlıkla, sırıtmadan ithal edebilelim. Nitekim feminizmde de neredeyse çoğunlukla birinci ve ikinci dalganın egemen olduğunu söylemek mümkün. Bu bağlamda, Zeynep Ergun’un Erkeğin Yittiği Yerde kitabında, üç önemli Türk romancısının (Orhan Pamuk, İhsan Oktay Anar ve Elif Şafak) eserleri üzerinden çağdaş feminist hareketin ülke içinde fazla görülmeyen özgünlükte bir örneğini sunduğu rahatlıkla söylenebilir.

***

Zeynep Ergun çalışmasının odak noktasına erkek egemen kapitalist toplumdaki erkek odaklı sistemleri koyuyor. Son dönem Türk romanına (2000-2006 arasına) odaklanarak, Türkiye edebiyatında önder ve rol modeli bulma çabalarını didikleyip, bu çabaların başarısız olduğu (“erkeğin yittiği”) yerlerde beliren erkeklik sorunlarını masaya yatırıyor. Bu başarısızlığın bir travma ve genel olarak bir hastalık olarak tezahür etmesi, Zeynep Ergun’un sadece bu eserinde değil, başka eserlerinde de peşini bırakmadığı bir motif, zira erkeklerin egemenliklerinin hemen gerisinde patolojik korkular yatıyor: “İkili karşıtlıklar olmazsa yok sayılacaklarını sezen, kadını kendi varlıklarını kanıtlamak için kullanan, onda ötekini yaratarak ‘ben’i oluşturan, kurgulayan erkekler”,2 gözleri falluslarında, erki yitirme korkusunu derinden yaşıyorlar.

Bu satırları, feminist düşünceyi erkek düşmanlığına indirgeyen bir kısırlık olarak görme yanlışından kurtulmanın yolu, erkeklerin kendileriyle, özellikle de fallus merkezli bakış açılarıyla yüzleşmelerinden geçiyor, özellikle de Türkiye’de: İslamcılığın egemen olduğu ülkede, her şey, bir şekilde dönüp dolaşıp erkeğin uçkuruna bağlanmıyor mu?

Dolayısıyla Ergun, erkeğin bu tedirginliğinin, geçmişten bu yana zaten var olan ama 2000’lerdeki (geriye doğru) dönüşümle daha da hissedilen endişenin, edebiyatta da tezahür ettiğini söylüyor ve bu bağlamda üç romana odaklanıyor: Orhan Pamuk’un Kar’ı, İhsan Oktay Anar’ın Amat’ı ve Elif Şafak’ın Baba ve Piç’i.

Ergun’un, Amat’ı ve İhsan Oktay Anar’ı ayrı bir yere koyduğunu en baştan belirtmek lazım. Bu tercih diğer iki romanı yok saydığı ya da bunları Anar’ın romanı için bir tür foya olarak kullandığı anlamına gelmiyor, ama metinlerin edebî değerini önyargısız şekilde değerlendirdiğini görmek açısından bunu bilmek önemli.

Kendi adıma, Zeynep Ergun’un Kar’la ilgili yazdıklarını okurken, temel sorunun, Pamuk’un (müellifin) eleştirmenin müstakbel metnine fazla girdiği, fazla mütecaviz davrandığı olduğu sonucuna vardım. Orhan Pamuk yazmak için yaşamayı sanki bir adım daha ileri götürür ve eleştirmenler için yazar: Modern eleştiri tekniklerini, kullanılan araç ve yöntemleri benim diyen eleştirmenden daha iyi bilir, karakterleri metinlerarası göndermelerin dibine vurur, sözgelimi Hamlet’e değil, Shakespeare’in Hamlet’inin kaynaklarından biri olarak bilinen (kimin tarafından bilinen? Ancak Hamlet çalışanlar tarafından bilinen!) Thomas Kyd’in İspanyol Trajedisi’ne göndermede bulunur, onların takdir edeceği malzemeler sunar (örneğin, aklıma Nobel Ödülü sonrası yaptığı ve kitaplaştırılan konuşmanın “etkilenme endişesi” teorisiyle ilişkisi ya da babasının bavulunun etkilenme endişesine uydurulması geliyor) ve metin bir süre sonra eleştirel teori kitabının örnekler derlemesine dönüşür. Orhan Pamuk okura rahat yüzü göstermez, modern eleştiri tekniklerini bilmeden kitabının okunmasına izin vermez, eleştirmene de her şeyi bildiği düşüncesiyle meydan okur, geriye pek bir şey kalmaz.

Ben burada yer darlığından ötürü, üç romana dair değerlendirmeleri tek tek ele almaktan ziyade, genel bir özet sunmaya çalışacağım.

***

Nasıl başlarsa öyle gider! Zeynep Ergun için bir kitabın başlığı ve ilk cümlesi, belki metnin geri kalanı kadar hayatîdir. Adı üstünde bir başlık, romanın özeti mahiyetindedir. Giriş cümlesi ise yazarın bizi dâhil ettiği dünyanın niteliğini görmek açısından bir numune niteliğindedir. Örneğin, ilk analiz edilen metin olan Kar’da sadece başlık ve ana karakterin tanıtımı bile sayfalar dolusu açımlamaya konu olur. Aynısı diğer romanlar için de geçerlidir. Amat’tan şu parçayı ele alalım:

Romanın başlığı, Amat […] Türkçe olmadığı kanısına varırız. Metnin sonunda, sözcüğün İbranicede “gerçek” anlamına geldiğini öğreniriz. Aynı sözcük, Latincede “sevmek” fiilinin üçüncü tekil kişi çekimidir. Yine Latince köken açısından başlığa bakıldığında, “a” ön ekinin “yoluyla” anlamına geldiğini, “mat”ın ise “anne” demek olan “mater” sözcüğünün bir kısmının silinmesinden (annenin yokluğa dönüştürülmesinden) üretilmiş olabileceğini görürüz. … “Mater”, “materia” sözcüğünün kökenidir: Bir anlamı ağaçtır. Gemicilik terimleri bakımından Amat, Fransızca “amateloter” sözcüğünü anımsatır: Bu fiil, sırayla aynı yatağı (matelas) paylaşan tayfa (matelot) sözcüğünün etimolojik anlamından türetilmiştir. Her bir geminin bir yanında çalışan ve birbirinin tayfası olacak iki erkeği çift olarak bir araya getirmeyi ifade eder. Fransızca sözcük doğrudan ve açıkça eşcinsellikle alakalı görülmese de, iki erkeği aynı yatakla bağlantıladığından erkekler arasındaki homososyal ilişkiye ve paylaşılan kadın rahmine (yatağa) dikkat çeker: Romandaki gemide de yataklar (brandalar) vardiya dolayısıyla paylaşılmaktadır...3

Ve daha böyle devam eder gider. Sanki bir danışıklı dövüş var da, müellif meramını münekkidine fısıldamış gibi!

Roman; başlıktan ve ilk cümleden ve de karakterlerden dışa doğru dalga dalga açılan bir sarmaldır. Fakat bir romanı başarı hikâyesi hâline getiren bu nizam ve intizam vurgusu değildir. Aksine, tam da bir düzen görünümü altında ele avuca sığmazlığını, kalıplara oturtulamazlığını ispatlamasıdır. Bir romanın ele avuca sığmazlığı tam da doğru halkayı yakaladığını düşündüğün anda seni giriftliğiyle yanlış yönlendirebilmesinde saklıdır.

Ergun buna dair Amat’tan harikulade bir örnek verir. İhsan Oktay Anar bu romanı için yoğun araştırmalar yapmış, sadece kitabî değil, pratik anlamda da sağlam bir kazı çalışmasına girişmiştir. Kitap bir bakıma Otomatik Portakal gibi –kendine özgü bir dil olmasa bile– jargonla yazılarak okurda anlayamamaktan kaynaklı bir korku hissi yaratmış, bu da kaçınılmaz olarak yazarı okurun gözünde bir kadir-i mutlak bilen, işinin ehli bir uzman hâline getirmiştir. Okur, böyle bir yazardan uzmanlık alanında yanlış yapmasını asla beklemez.

Gelgelelim Zeynep Ergun, tıpkı Antik Çağ'daki karakterlerine bilardo oynatan Shakespeare gibi, Amat’ta da bazı anakronizm örnekleri ya da mantık hataları tespit eder. Örneğin, 1670 yılında geçen Amat’ta, ilk kez 1740’ta kullanılan bir keman türü olduğunu, sıkı bir yazınsal dedektiflik yoluyla yakalar. Fakat Ergun kendi yaratacağı metne âşık değildir, bir tür Jungcu yanılsamayla malul hiç değildir, her şeyi bir kenara atıp kendi bulduğuna tapınmaz. Bilakis incelikli bir manevrayla bunu da yazarın bir kurgusu olarak kodlar.

Ergun’un metni sadece feminist eleştiriden ibaret değildir. Sembolist (s. 224-28 vd.), Marksist (s. 287-88 v.d.), psikanalitik (s. 346-47 v.d.), Kutsal Kitap temelli (s. 209-11 vd), metinlerarası (s. 365-6 v.d.) vb. eleştirilerin eklektik olmayan bir birleşimi, bir sentezidir. Metinde kimi zaman bir aşure tarifini okuyup aşurenin doğumundan gelişimine 10-15 sayfa ayrıldığını, aşurenin milletlerarası niteliğinden erkeğin kadını öldürme ve suçunu salma güdüsüne bağlanışına gelerek bunu boş yere yapmadığını hayranlıkla okursunuz.

***

Erkeğin Yittiği Yerde edebiyatın yaşam için büyüsünün farkında olan bir yerden toplumsal meselelerin geniş yelpazesine el atar.

Yazın, temelinde derin ve umarsız bir kaygı içerir; yazını, kurmacayı, baltalayıcı ve kimi çevreler için tehlikeli kılan ögelerin başında bu kaygının dillenmesi vardır. Yazar farkında olsa da olmasa da, bireye, topluma, yaşama ve ölüme yönelik sinsi bir endişe, edebiyatın kullandığı bütün araçlarla metne siner.4

Edebiyatın, kişisel hayatında düpedüz gerici olan isimlerin elinde çoğu zaman bir devrimci manifestoya dönüşebilmesinin sebebi tam da budur. “Yazar farkında olsa da olmasa da” yahut yazar istese de istemese de, iyi bir edebiyat metni ya da kimi zaman sadece asgari şartları karşılayan bir kurmaca eser, kendi niyetlerinden bağımsız olarak, içinden çıktığı topluma dair çok söz söyler, etkide bulunur, onu değiştirir, dönüştürür; bunu tam da yapısı sayesinde yapabilir, oluşturduğu devrimci biçim, tam da içeriğini çoğu zaman kendisine benzetir, tam da “yapısı nedeniyle … roman başkaldırı stratejilerini katlayarak içine sindirir.”5

Zeynep Ergun’un bundan sonra söyledikleri tam bir manifesto niteliğindedir. Uzun da olsa alıntılayarak bitirmekte yarar var:

Duyulan tedirginlik ve korku evrensel olduğu için metinden metne yankılanır, değişik ortam ve durumlarda farklı ipuçlarıyla da olsa, ortak bir altmetin biçiminde kendini tekrarlar. Kaotik bir evrene görece bir düzen sağladığını, tek bir metinde, sınırlar dâhilinde özümseyebileceğimiz bir bütün sunduğunu sansak da, sonuçta romanın okuruna gösterdiği resim vahşi, ölümcül ve karmaşa dolu bir çözümsüzlük olur genellikle. …

İçinde yaşadığımız bu erkek egemen, ataerkil, sömürücü yapının, bu ölümcül sistemin mutlak doğru ve değiştirilemez olmadığını, çevremizi kuşatan, içinde boğulmakta olduğumuz düzenin bir kurgu ve kurmaca olduğunu biliyoruz. Biz bilmiyorsak, farkına varmadıysak da, yazarlarımız, sanatçılarımız bize içinde sıkıştığımız kurumların çarpıklığını gösterecek güce ve imgeleme, başka metinlerin mümkün olduğunu söyleyecek öngörüye sahipler. Seçeneğimiz var. … Farklı metinleri görebilmemiz, mümkün olabileceklerini düşünmemiz yeterli. Erkeğin metni iflas ettiğinde başka yönlere dönmemiz gerekiyor. Erkeğin yittiği yerdeyiz.

Erkeğin yittiği yerdeyiz ama erkeğin yittiği yerde ve zamanda kadın da yiter. Belki o yerde ve zamanda, toplumsal cinsiyetlerin, etnik ve ırksal farklılıkların, sınırların, sınıflandırılmaların, açgözlü sömürünün ortadan kalktığı yerde yeni bir yaşam biçimi mümkün olur.6

 

 

1 Erkeğin Yittiği Yerde. 21. Yüzyıl Türk Romanında Toplumsal ve Siyasal Arayışlar (2000-2006), Zeynep Ergun, Everest Yayınları, Ekim 2009, 508 sayfa.
2 A.g.e., s. 3.
3 A.g.e., s. 190.
4 A.g.e., s. 494, vurgu bana ait.
5 A.g.e., s. 494-95, 497.
6 A.g.e., s. 494-95 (vurgu bana ait).