"Orhan Pamuk çevirmen arıyordu, kendimi önerdim"

Orhan Pamuk’un Man Booker'a da aday olan Kafamda Bir Tuhaflık romanını İngilizceye çeviren Ekin Oklap'la romanı ve çevirinin detaylarını konuştuk...

12 Mayıs 2016 13:53

Küçük yaşta ailesiyle birlikte İtalya’nın Milano şehrinde yaşamaya başlayan Ekin Oklap, üniversite için Londra’ya gider. Hısım akrabası Türkiye’de olduğundan ara ara Türkiye’yi ziyarete gelen Oklap, uzun yıllardır Londra’da hayatını sürdürür ve İngiltere’nin önemli bir telif ajansında telif hakları sorumlusu olarak çalışır. Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık romanını İngilizceye çevirmesinin ardından adını daha sık duyduğumuz Ekin Oklap ile Skype üzerinden hem Kafamda Bir Tuhaflık’ı hem çeviri sürecini hem de Man Booker Uluslararası Edebiyat Ödülü’nü uzun uzadıya konuştuk. Oklap ile Londra Kitap Fuarı’nda da bir araya geldik, romanın shortlist’e kalmasını kutladık. Hikâyenin devamını kendisinden dinleyelim.

 

Ne kadar oldu siz bu çeviriyi tamamlayalı?

Herhalde bir buçuk iki sene olmuştur ben teslim edeli.

 

Süreç ne kadar sürdü peki?

Çeviri toplam dört ay sürdü. Ayrıca editing oldukça uzun sürüyor.

 

Kırmızı Saçlı Kadın’ı da siz mi çeviriyorsunuz?

Evet evet, onu da ben çevireceğim. Daha başlamadım ona. Yayın tarihini bilmiyorum ama onun çevirisini bu yaz yapacağım.

 

Orhan Pamuk’tan önce çeviriyle hiçbir temasınız olmamış bildiğim kadarıyla. Pamuk’un kitabını çevirme süreci nasıl başladı?

Çalıştığım ajansın yazarlarından biri Orhan Pamuk, çevirmen aradığını biliyordum, ben de kendimi önerdim, bir şekilde oldu. Doğru zamanda doğru yerde olmakla ilgili sanırım.

 

Pamuk ile nasıl bir çevirmen yazar ilişkisi kurduğunuzdan bahsetmenizi isterim.

Benim yaptığım çevirilerin hepsini okudu, bazı yerlerde önerileri oldu. Yeni çözümler ürettiği birçok yer oldu. Bu benim için de çok önemliydi, sonuçta metinde ne anlatıldığını en iyi bilen yazarın kendisidir. Bu bağlamda çok faydalı bir süreç oldu benim için.

 

Bir avantaj olarak görüyorsunuz bunu o zaman, öyle değil mi?

Bana kalırsa öyle. Biz de Orhan Pamuk’la Skype üzerinden görüşmeler yapıyorduk.

 

Peki Orhan Pamuk’un metin üzerinde istediği değişiklikler ne düzeydeydi?

Küçük şeyler oluyordu. Bazıları kelime düzeyindeydi, biliyorsunuz İngilizcede bir sürü eş anlamlı kelime var, aynı şeyi on farklı kelimeyle ifade edebiliyorsun, tabii hepsinin nüansları var. Bazen mesela bir kelime üzerinde “Bunu daha yumuşatarak söyleyebilir miyiz?” ya da bir cümle için “Bunu daha duygusal bir şekilde ifade edebilir miyiz?” şeklinde önerileri oluyordu. Bu gibi noktaların üzerinde çalışırdık.

 

Bir editörlük süreci gibi miydi?

Yok, öyle diyemeyiz. Editörlük süreci çok daha uzun. Editörün işi zaten metni kelime kelime, cümle cümle incelemek. Orhan Pamuk onu yapmadı tabii ki, onu yapacak vakti yok zaten. Editörlük işini yayınevindeki editör yapıyor ama orada da şöyle bir kısıtlama oluyor, yayınevindeki editör tabii ki Türkçe bilmiyor, direkt İngilizce metinden ilerleyebiliyor.

 

Onunla nasıl bir çalışma yaptınız peki?

O metnin akışı üzerinden önerilerde bulunuyordu. Mesela şu cümle biraz tuhaf olmuş İngilizcede ya da doğal olmamış, diyordu. Ya da kelimenin yerini değiştirmeyi öneriyordu.

 

Romanı genel olarak ele aldığımızda pek çok kültürel referansları olan bir metinle karşılaşıyoruz. Bunlar için Orhan Pamuk’la birlikte karar aldığınız, fikir yürüttüğünüz meseleler oldu mu hiç?

Öncelikle şunu söyleyeyim, metinde anlatılan kına gecesi, kız kaçırma gibi olaylar roman anlatımı içinde açıklandığı için bunlara aşinalığı olmayan, konsepti hiç bilmeyen birisi bile olayın ne olduğunu anlayabiliyor. Bir bölüm boyunca kız kaçırma anlatılıyor, hâliyle Fransız ya da Amerikalı bir okur bunun nasıl bir şey olduğunu anlıyor. Açıkçası bunlar daha kolay şeyler ama mesela “gecekondu” kelimesini çevirmek çok daha zordu. Orhan Pamuk’la bu kelimeyi nasıl çevirmemizin daha iyi olacağı üzerine uzun uzun konuşmuştuk.

 

Romanın İngilizcesinde “teyze”, “yenge”, “gecekondu”, “rakı”, “döner” ve “ayran” sözcüklerini italik olarak yazıp Türkçe bırakmışsınız...

Mümkünse bırakmamaya çalıştım aslında. Mesela “boza” kelimesi kitabın neredeyse her sayfasında geçiyor, onu başka şekilde yapamadım. “Boza”yı her seferinde tarif etmek imkânsız, ilk bahsedildiği yerde bir kere açıklanıyor, sonrası da artık okura kalıyor.

 

Bir de “gecekondu” var...

Evet, Türkçe metinde “gecekondu” kelimesi çok daha sık kullanılıyor ama İngilizcede bazen sadece “gecekondu” olarak bıraktık, bazen “gecekondu”yu italik olarak yazdık ve yanına “a slum house” (s. 46) şeklinde bir açıklama getirdik. Bazen “gecekondu homes” (s. 53) şeklinde yazdık. Bazen de “gecekondu”yu “new poor neighboorhoods” (s. 72) olarak aktardık. Kimi yerde “gecekondu house” (s. 98) dedik, kimi yerde de “illegal homes” (s. 232) olarak çevirdik. “Shanty town”ı da düşündük mesela ama bu ifade gecekondu mahallelerine pek de uymuyor aslında. Dediğim gibi pek çok yerde “poor neighboorhood” olarak geçiyor, o da tam olarak aynı anlamı taşımıyor tabii ama bir şekilde bir çözüm bulmak da gerekiyor. Metin boyunca farklı ifadeler kullanmaya çalıştık bu sebeple.

 

Yine bu minvalde Türkçe bıraktığınız diğer kelimeler için ne söylemek istersiniz?

Türkiye’yi biraz olsun tanıyan birisi “rakı”yı da herhalde bilir düşüncesiyle onu öyle bırakmayı düşündüm. “Ayran”ı ilk geçtiği yerde “yogurt drink ayran” (s. 92) şeklinde vermiştik mesela. Açıklaması biraz uzun olduğu için her seferinde açıklama yapmamaya karar verdik. “Döner”e gelecek olursak, onun artık “rakı”dan bile çok benimsendiğini, bilindiğini düşündüm ve bilinçli olarak Türkçe bırakıp italik yazdım. Türkçe metinde bir yerde “tavukgöğsü” (s. 145) geçiyordu mesela, ben onu çeviride açıklayarak “shredded-chicken blancmange” (s. 167) şeklinde yazdım. Onu Türkçe hâliyle italik olarak bıraksaydım, hiç anlaşılmayacaktı, bir kere Türkçe okunması bile yabancı okurlar için çok zor olacaktı. Genelleyecek olursam, bu şekilde Türkçe bırakmayı tercih ettiğimiz sözcükler için bulduğumuz çözüm şuydu: Kelimenin ilk geçtiği yerde, ne olduğunu üç dört kelimeyle açıklayalım, ondan sonra da okurun hafızasına güvenelim.

 

İngilizceye yapılan çevirilerde “çevirmenin notu” çok fazla kullanılmıyor sanırım...

Çevirmenden çevirmene, yayınevinden yayınevine değişiyor. Her yayınevinin protokolü farklı olabilir. Ben açıkçası “çevirmenin notu” konusuna hiç girmedim bile, o yüzden Faber’ın ya da Knopf’un bu konudaki tutumunun ne olduğunu bilmiyorum ama şahsen “çevirmenin notu” kullanmayı hiç düşünmedim, tercih de etmedim. Kimi ifadelerin ya da kelimelerin ana metinde bir şekilde açıklanabileceğini düşünerek, “çevirmenin notu”nun bu kitap için pratik olacağını da düşünmedim.

 

Erek metinde yani çeviride açıklamalar yapmak da ayrı bir mesele.

Burada açıklamanın gerektiği yerlerden bahsediyorum tabii çünkü her şeyi açıklamanın doğru olup olmadığı konusu da başka bir tartışmanın konusu.

Mesela Gümüşdere’nin “linked to the Beyşehir district of Konya and neighboring his own village” (s. 4) olarak açıklanması, Sümerbank’ın “the state-owned Sümerbank factory” (s. 5) ya da Diyarbakır’ın “a town with a large Kurdish population” (s. 411) şeklinde açıklanması gibi mi? Hangilerine açıklama yazacağınıza nasıl karar verdiniz?

Bazen ben önerdim, bazen Orhan Bey açıklama eklemeyi önerdi.

Romanda “Taksim’deki apartmanın tepesinden bakınca görüp anlayacaksın Duttepe’de, Kültepe’de, Gültepe’de, Harmantepe’de yaşayan var mı?” (s. 96) cümlesinin çevirisinde bu yerlerin İngilizcelerini (sırasıyla: Mulberry, Ash, Rose, Harvest, sf. 103) de yazmışsınız. Bu kararınızı nasıl açıklıyorsunuz?

İlk kimin fikriydi onu hatırlamıyorum ama nasılsa cümlenin akışını bozmuyor, parantez içine giriyor, metne de renk katıyor düşüncesiyle öyle yaptık. Bütün o tepelerin bir anlamı olduğunu da aktarmak istedik çünkü Batı’da tepelere ya da bu tür yerlere böyle isimler verilmez, ancak bir kişinin ismi filan verilir. Türkiye’de öyle değil, onu da bir şekilde aktarmak istedik.

Bu kararlarınızla ilgili olumlu ya da olumsuz herhangi bir eleştiri aldığınız oldu mu? Okurlardan ya da eleştirmenlerden dönüş yapıldı mı hiç?

Yok, romanı okuyanlar genelde hikâyesi üzerine konuşuyorlar. Kitap üzerine yazılan yazılara bakıyorum mesela, eğer çeviriden bahsetmiyorsa ben onu iyi bir yorum olarak değerlendiriyorum. Genelde çevirmen üzerine ya da çeviri üzerine konuşulmaz zaten. Elbette çevirmenin rolü çok önemli ama bana kalırsa bütün bu döngüde en önemli parça yazılan orijinal metin. Onu da yazar yazmış zaten. Şöyle diyeyim, çevirmen konuşulmuyorsa ben alınmıyorum, üzülmüyorum, sadece bunu normal karşılıyorum. Çevirmen konuşuluyorsa daha mutlu oluyorum elbette.

Kafamda Bir Tuhaflık, çok sesli bir roman. Hikâyede Ferhat, Mohini, Korkut, Abdurrahman Efendi gibi önemli yan karakterlerin yanı sıra üç kız kardeş Vediha, Rayiha ve Samiha da sırayla araya girip anlatıcının sözünü kesiyorlar ve lafa karışıyorlar. Böylelikle olaylara dair kendi gözlemlerini, kendi yorumlarını anlatma fırsatı yakalıyorlar. Bir de metnin üçüncü tekil şahısla ilerleyen ana anlatıcısı var. Bu farklı sesleri ve anlatımları İngilizceye taşımak nasıl bir tecrübeydi?

Bu zor oldu tabii ki çünkü bu farklı seslerin birbirine benzememesi gerekiyor ve bunu İngilizceye çevirirken korumak çok kolay değil. Aradaki nüansları İngilizceye aktarmak zor ama aynı zamanda çok eğlenceli olduğunu da söyleyebilirim. Ben romanı çevirirken çok keyif aldım aslında, sıkılmak mümkün değildi. Üç sayfa birisi konuşuyor, ardından bir başkasının konuşması devreye giriyor, dolayısıyla hem kitabın kendisine hem de çeviri sürecine bir hareketlilik kazandırıyor.

Peki diyalogların çevirisi sizi çok uğraştırdı mı? Onların çevirisinde en çok nelere dikkat ettiniz?

Diyalogların çevirisi çok keyifliydi. Bu çeviriye başlamadan önce diyalogların çok zor olacağını düşünüyordum, korkuyordum hatta, çünkü diyalogda en önemli şey inandırıcılığı, doğallığı aktarabilmek ve o doğallığı tutturamayınca metnin akışında ciddi aksamalar olmaya başlıyor. Çok fazla çeviri tecrübem de olmadığı için diyalogların nasıl çevrileceğini düşünüp duruyordum. Ama kolay olmadığı hâlde beklediğim kadar zor da olmadı, hatta bu kitapta diyalogları normal anlatıma göre daha kolay çevirdiğimi söyleyebilirim. Çevirdiğim diyaloglardaki her cümle için kendime şu soruyu sordum: “Gerçek hayatta insanlar hakikaten böyle mi konuşuyor?” Sorunun cevabı “evet” olana kadar da diyalogların üzerinde çalıştım.

Hem kültür olarak hem de yaşam şekli olarak özellikle İstanbul’un değişimine, burada yaşamadığınız için, fazla aşina olduğunuzu söyleyemeyiz sanırım. Bu bakımdan çeviriyi yaparken bir araştırma süreciniz oldu mu?

Aslında ben Türkiye’ye çok sık geliyorum, senede en az iki üç defa gelip gidiyorum. Hele küçükken yaz aylarında gelir, üç ay kalırdım. Onun için senenin büyük bir kısmı Türkiye’de geçerdi. Yaş ilerledikçe, yaz tatili kısaldıkça daha sık ama daha kısa süreler için gelmeye başladım. Son zamanlarda İstanbul’a da daha sık gelmeye başladım ve şehrin değişimini yakından görebiliyorum. Zaten geniş ailemin çoğu Türkiye’de yaşıyor. Kitapta geçen bazı şeyler vardı mesela, hani bundan 40 sene önce var olan ama artık pek yaşanmayan şeyler, bunları sorabileceğim pek çok insan var. Bazen bir göndermeyi, çağrıştırmayı fark ediyordum ama tam olarak ne anlama geldiğini göremiyordum. Böyle şeyleri tabii anneme, babama, dedeme, teyzeme sorabiliyordum. Orhan Bey’e de danışıyordum bazen.

Tarlabaşı’ndaki gecekondular, bozacılar, midyeciler, şerbetçiler, sokak satıcıları, pilavcılar, elektrik tahsildarı, balkondan sepet sallayarak yapılan bakkal alışverişleri, yoğurtçular, kız kaçırmak vs. Çok fazla kültürel öğenin yer aldığı, İstanbul’un 1960’lı yıllardan 2010’lu yıllara kadarki hem politik hem çevresel hem de kültürel değişimini panoramik bir üslupla anlatan bu romanı, Türkiye’de yaşayan bir okurun içselleştirmesi beklenebilen bir şeydir. Peki Türkiye’de yaşamayan yabancı okurlar için bunların anlaşılması zor mu sizce?

Arkadaşlarımdan duyduklarımı söyleyebilirim. Mesela Pakistanlı bir arkadaşım okudu romanı ve sokak satıcıları ona çok aşina geldi. Onların kültürlerinde de olan bir şey. Kız bulma, kız kaçırma, evlendirme vs. gibi âdetlerin birçoğu da tanıdık geldi ona. Kendisi şu an İngiltere’de yaşıyor, kitabı okuyunca çocukluğunu hatırladığını söylemişti.

Peki Batılı okurlar için ne diyebilirsiniz?

Onların daha çok Mevlut karakterine bağlandıklarını görüyorum. Genelleme yapabilecek kadar örneğim yok ama Mevlut, herkesi temsil eden bir karakter (everyman character) olduğu için kendilerini onunla daha çok özdeşleştirebildiler. “Sıradan” ama herkesin kendinde bir şeyler bulabileceği bir karakter olduğu için muhtemelen.

Peki hiç aktarılamayacağını düşündüğünüz bir yer oldu mu?

Özel olarak bir bölüm aklıma gelmiyor şu an ama bir sahneden bahsedebilirim. Mevlut’un mahalle maçına gittiği bir sahne var, orada Mevlut’a tezahürat yapıyorlar. Ben orada çok duygulanmıştım (bunda belki futbolu çok sevip oynamamın da etkisi vardır!). Mahalle maçı âdeti Türkiye’den başka bir yerde fazla yok, bilinen bir şey değil. Oradaki o duygusallığı İngilizceye aktarmaya çalıştım, umuyorum ki becermişimdir ama mahalledeki bütün seyircilerin, sana kalkıp tezahürat yapmalarının nasıl güzel bir duygu olabileceğini ne kadar açıklarsan açıkla tam olarak anlaşılacağını zannetmiyorum.

Politik atmosfer de çok yoğun metinde...

Evet ama o bölümlerin Türkçesinde de açıklamalar var, anlatım da oralarda daha yoğun olduğu için kitabı İngilizcesinden okuyan okurların da politik bölümleri çok rahat anlayabileceğini düşünüyorum. Siyasi çağrışmalardan ziyade ironinin olduğu, esprinin geçtiği yerlerin çevirisi daha zordu. Mizahın bu bağlamda daha zor olduğunu düşünüyorum çünkü kültürel, tarihî bağlamı oluyor pek çok esprinin ve o yüzden aktarılması kolay olmuyor.

Baştan sona mizahın da olduğu bir roman aslında, değil mi?

Tabii, mesela Süleyman’ın Vediha ile kız bakmaya gittiği bir sahne var, o bölüm aslında baştan sona komik bir bölüm. Bu bölümde görücüye gittikleri kız Süleyman’ı kastederek “Ben bu şişko ile mi evleneceğim?” (s. 250) diyor ve Süleyman rezil oluyor orada. Ciddi bir iş yapıyorlar, kız istiyorlar ama Süleyman komik olmak istemediği hâlde gülümsetiyor. Acaba yabancı bir okur, o bölümü İngilizceden okurken benim kadar gülmüş müdür, diye düşünüyorum, zannetmiyorum. Ne kadar çabalasan da bazı şeyler tam olarak aktarılamıyor ama elimden geldiğince yapmaya çalıştım tabii.

Bir okur olarak en çok sevdiğin karakter hangisiydi?

Süleyman.

En çok hangi karakteri çevirirken zorlandın peki?

Genel olarak karakterlerin hiçbirinin çevirisi kolay olmadı. Seçtiğin kelimeler çok önemli oluyor bu noktada. Bu karakter böyle bir cümle kurmaz, diyorsun ya da bu karakter öyle bir kelime kullanmaz, diyorsun. Dolayısıyla ona göre daha basit bir dil ya da daha karmaşık bir İngilizce seçiyorsun. Bir mantığı var tabii ki kendi içinde. Mevlut’un ağzından olmasa da onun bakış açısıyla anlatılan asıl anlatı bölümleri sanırım en zor kısımdı bu bağlamda çünkü onlarda hem Mevlut’un bakış açısını yansıtmak gerekiyor hem de o bakış açısının dışına çıkan genel anlatım sesini de kullanmak gerekiyor.

Adını daha çok Orhan Pamuk’un kitaplarının çevirmeni olarak duyduğumuz Maureen Freely, dönem ve siyasi ortam itibarıyla Orhan Pamuk’un çevirmeni olduğu için eleştirildiğini, Türkiye’de Pamuk’la ilgili siyasi tartışmalara dahil edildiğini anlatmıştı kimi röportajlarında. Peki siz, Orhan Pamuk’un bir eserini İngilizceye çevirerek nasıl bir sorumluluğun altına girdiğinizi düşünüyorsunuz?

Ben sorumluluğumu tamamen edebi bir sorumluluk (literary responsibility) olarak görüyorum. Ben onun yazdığı kitabı elimden geldiğince güzel bir şekilde İngilizceye çevirmek olarak tanımladım bu sorumluluğumu. Zaten bir bu romanını çevirdim, bir de bundan önce Masumiyet Müzesi’nin kataloğu mahiyetindeki Şeylerin Masumiyeti’ni çevirdim. Yani kültürel açıdan bir sorumluluk olarak değerlendiriyorum yaptığım çevirileri.

Man Booker Uluslararası Edebiyat Ödülü’ne gelelim... Bu seneden itibaren Man Booker Uluslararası’nı alan yazarın bu ödülü, romanın çevirmeniyle paylaşacak olmasını nasıl yorumluyorsunuz?

Tabii ki çok güzel bir karar. Ödülün formatının değişmesiyle de alakalı. İlk başlarda bu ödül iki senede bir, yazarın tek bir kitabına değil, bütün eserlerine veriliyordu. O eserlerin farklı farklı çevirmenleri olabiliyordu. Şimdi ise tek bir kitaba verilmeye başladığı için çevirmeni de dahil etmek daha kolay elbette.

Listeye girmeyi, shortlist’e kalmayı bekliyor muydunuz?

Hayır, aklıma bile gelmemişti. Açıklandığı gün öğrendim zaten, önceden haberim yoktu. Çok sevindim tabii.

Orhan Bey’le görüştünüz mü bu haberle ilgili?

E-posta attım hemen, kendisini tebrik ettim, o da beni tebrik etti.

Man Booker Uluslararası Edebiyat Ödülü’nün yazar ve çevirmen arasında paylaştırılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Önemli bir şey, çok güzel bir şey ama size de dediğim gibi, çevirmenlerin kesinlikle çok önemli olduklarını düşündüğüm hâlde, bana kalırsa asıl önemli olan, yazar ve yazdığı kitap. Bir de şunu hatırlamak lazım, siz şimdi benimle röportaj yapıyorsunuz ama Orhan Pamuk’un bir de Fransızca çevirmeni var, Almanca çevirmeni var, Çince çevirmeni var. Bunların hepsi İngilizce çevirmeni kadar önemli ve çevirdikleri dillere bir katkıda bulunmuş oluyorlar. Ama her şey bir tohumdan başlıyor, o da yazar ve onun kendi dilinde yazdığı kitap. Bunu unutmamak gerekiyor.

Genel olarak soruyorum, İngiltere’de en çok okunan, bilinen Türk yazarlar kimler?

İngiltere’de aslında çok az kitap yabancı dilden İngilizceye çevriliyor. Belki dışarıdan çokmuş gibi gözükebilir ama aslında çok az. Bunu sadece Türk yazarlar için söylemiyorum, bütün yabancı yazarlar için aynı durum geçerli.

Oray Eğin bir yazısında yine Kafamda Bir Tuhaflık romanı için “Pamuk’un romanları kolay çevrilsin, cümleler yabancı dillere kolay aktarılsın diye bir kaygıyla yazdığını (kendisi hiçbir zaman kabul etmese de) anlamak zaten mümkün…” diyor. Siz buna katılıyor musunuz?

Gülüyorum çünkü buraya gelene kadar kültürel öğelerin aktarılmasının ne kadar zor olduğundan tut da birçok kelimenin ne kadar uğraşsan da aynı şekilde ifade edilemeyeceğine kadar pek çok konu üzerine konuştuk. Kolay çevrilsin diye yazıldıysa ben çok zorlandım. Zaten Türkçeden İngilizceye çevirmek zor bir şey. İki dil birbirine çok zıt.

Tam da bunu sormak istiyordum. Türkçeden İngilizceye yapılan çevirilerde genel olarak karşılaşılan sorunlar neler oluyor?

Henüz iki kitap çevirdiğim için bu konuyu konuşacak benden çok daha kalifiye ve tecrübeli insanlar var ama bana kalırsa en büyük zorluk cümle kuruluşlarıyla, yapısıyla ilgili. En basitinden şunu söyleyeyim, Türkçede yüklemin sona gelmesi bir sürü farklı cümle yapısının kurulmasını sağlıyor. Çevirirken cümle yapısı dahil orijinal metne mümkün olduğunca sadık kalmak lazım. Ama bunu aynı şekilde İngilizceye aktarmak neredeyse imkânsız oluyor. Bu konuda kuramsal bilgim yok, sadece pratik bilgilerime dayanarak bunu söylüyorum ama ben bir çeviri metin okuduğum zaman, o metnin sanki o dilde yazılmış gibi okunmasını istiyorum, öyle tercih ediyorum. Kendi çevirimde de bunu yapmak istedim ama bahsettiğim dilbilgisel (grammatical) sebeplerden dolayı bu zor oluyor. Kelime düzeyinde de zorluklar var tabii ama ben İngilizceyi Türkçeden daha iyi bildiğim için, Türkçe bir kelimeyi gördüğüm zaman aklıma hemen İngilizcedeki üç dört farklı karşılığını getirebiliyorum. Asıl zorluk, cümleyi hem anlamlı ve akıcı bir şekilde hem de Türkçe metinde yazarın seçtiği cümle yapısını mümkün olduğunca koruyarak çevirmek.

Kafamda Bir Tuhaflık’ın İngilizce baskısında editörün adına rastlayamadım. İngilizce kitapların künyelerinde neden editöre yer verilmiyor?

Buna dikkat etmemiştim açıkçası. Hiç bilmiyorum sebebini. Haklısın, Türkçe kitaplarda pek çok kişinin ismi yazıyor. Herhalde öyle kalıplaşmıştır. Yayınevinden yayınevine değişiyor da olabilir.