"Türkiye ya bir beşik ya da bir mezar"

Hiç Mi Bir Şeyim Yok oyunu Bitiyatro yapımıyla seyirciyle buluşan Edward Bond: Geçmiş, geleceğin yol haritası olamaz. Türkiye'nin doğru cevabı vermeden önce doğru soruyu bulması gerekiyor

08 Mart 2018 13:36

Yarın Artık Bugündür:
Edward Bond’dan Hiç Mi Bir Şeyim Yok ve 2077 oyunları

Edward Bond, Have I None’un [Hiç Mi Bir Şeyim Yok] eylemini gelecek zamana, tam olarak -143. doğum günü olan- 18 Temmuz 2077’ye, 1997-2008 arasında yazılmış başka beş oyunda incelediği distopik bir topluma yerleştirir: The Crime of the Twenty-first Century [21. Yüzyıl Cinayeti], Chair [Sandalye], Born [Doğmuş], People [İnsanlar], The Under Room [Alt Oda] ve Innocence [Masumiyet]. Bond, çağımızın derinde yatan güçlerinin gelecekte nasıl evrilebileceklerine ve bugün bize inanılmaz gelen hangi şiddetlere yol açabileceklerine bakarak bu güçleri anlamaya çalışmaktadır. Gayet karanlık olan bu oyunlar birer uyarı olarak algılanabilir, fakat sorunlara işaret ederken, aynı zamanda henüz vakit varken bir direnişin imkânlarını da belirtmeye çalışmaktadırlar.

Bütün bu döngünün kökeninde Margaret Thatcher’ın çok ünlü bir açıklaması yatmaktadır: “İnsanlar kendi sorunlarını toplumun üzerine atıyorlar, fakat toplum denen şey yoktur. Sadece erkekler ve kadınlar vardır, tek tek, aileleriyle birlikte erkekler ve kadınlar (...), insanlar öncelikle kendileriyle ilgilenmelidirler. Bizim görevimiz kendimize göz kulak olmaktır, sonra komşularımızla ilgileniriz. İnsanlar kendi yükümlülüklerini düşünmeksizin sosyal haklara fazla bel bağlıyorlar. Yükümlülükler yerine getirilmedikçe hakkın bir anlamı yoktur.”

Edward BondDolayısıyla 2077 toplumu ortaklık ve ütopya fikirlerinin kaybolduğu bir toplumdur. Ayrımcılık ve dışlama üzerinde yükselir; bu da öncelikle mekânda kendini gösterir. Yeterince rasyonel bulunmayan ve elverişsiz görülen şehirler, “servisler”in -keza komşuların- gözetimi altındaki iç sıkıcı, eşitlikçi ve tektip mahalleler hâlinde “yeniden düzenlenir.” Şehir merkezlerinde içine girmesi yasak olan harabelik alanlardan başka bir şey kalmaz. Suçlular, asosyaller, uyumsuzlar ve itaatsizler, şehrin dışında kurulmuş ve etrafı uçsuz bucaksız bir ıssız alanla çevrili devasa ve uğursuz bir hapishane şehirde toplanıp tasfiye edilirler. Hâli vakti yerinde üst sınıfın da (günümüzdeki gated communities tarzında) korunaklı ve kapalı “getto”lara çekildiği bilinmektedir. Bu yeniden iskânlar geniş toplulukların sürgününe (Born’un gösterdiği gibi) yol açmıştır ve muhalifler, The Crime of the Twenty-first Century’de görüleceği gibi, terk edilmiş eski şehirlerden geride kalmış uçsuz bucaksız çorak yıkıntılar çölü olan ve vahşi köpeklerin yaşadığı, helikopterlerin dört döndüğü “temizlenmiş bölge”de zorba War-Police’in –“Wapo”lar- acımasızca zorbalık ve katliamlarına maruz kalmışlardır. Nihayet, People ve Innocence, son derece güçlü bu militarize polislerin sonunda kendi çıkarları için hareket edebileceğini ve birbirlerini öldürebileceğini göstermektedir; öyle ki, bu terör düzeni kanlı şiddet şeklinde genelleşmiş bir kaosa varabilmektedir.

Have I None, Chair ve The Under Room’un cereyan ettiği “yeniden düzenlenmiş şehirler”de, huzuru ve toplumsal barışı güvence altına almak amacıyla her şey otoriter bir tarzda düzenlenmiştir: İnsanları çılgına çeviren tüketim yasaktır, mülk edinmekten “vazgeçirilmişlerdir,” herkes her bir kişiye ayrılmış yüzeyin “ekolojik zorunluluk” gereği titizlikle ölçülüp biçildiği birbirine benzer apartman dairelerinde “tüzüğe uygun” besin, giysi ve mobilya edinebilmektedir. Sosyal Hizmetler (SS) yurttaşların kargaşaya yol açabilecek en ufak duygu ifadesini gözetlemekte ve istikrarsız unsurları gözünün yaşına bakmadan ortadan kaldırmaktadır. Şehirde artık ortak mekân ya da karşılıklı iletişim alanları yoktur, herkesin herkes karşısında duyduğu kuşku bütün toplumsal bağların üzerinde hâkimiyet kurmuştur, otorite aile bağlarını olduğu kadar geçmişi de “silmiş”tir. İnsan ilişkileri yok olmaktadır.

Bond, bu polisiye ve idari normalleştirme rejimi koşullarında insanların nasıl davrandıklarını göstermektedir. İnsanlar unutmaktadır, artık duygu ifade edebilecek hâlde değillerdir, birbirlerine ilgisiz olmuşlardır, sonuçta kendilerine de ilgisizdirler; ama yine de bir şey, onlara rağmen direnmektedir. Have I None’da, bu şehirlerin düzenli olarak “intihar yönelimleri”ne maruz kaldığını öğreniriz. Bu “yönelimler” sırasında bütün bir mahalle sakinleri, sanki hipnotize olmuş gibi, hep birlikte ve aynı şekilde kendilerini öldürürler. Bir veba gibi yayılan bu itkisel kolektif intiharlar insanların hâlâ birlikte yaptıkları son şeydir ve postmodernitenin nihai dinamiğini oluştururlar. Bu oyundaki kişilerin kendilerini tanımlayabilecek olan şeye -bu, evlerindeki iskemlenin yeri bile olsa- açgözlülükle sarıldıklarını da görürüz, keza onlara kapının vurulduğunu işittiren ya da başkalarının ıstıraplarını ısrarla hatırlatan hayal güçlerinin esiri olmuşlardır. Meçhul kişilerle yakınlık bağları kurmaya karşı koyamadıklarını da görürüz: Chair’de, bir kadın sokakta bulduğu terk edilmiş bir çocuğu kendi evinde gizlice büyütür ve ölüme mahkûm bir kadını kendi annesi sanar; The Under Room’da, idarede görevli bir kadın, hemcinsiyle karşılaştığını kabul ettiği bir göçmenle kendi yazgısını birleştirmeyi kabul eder; Innocence’da, bir wapo, kendini tanıyabilmek için, farkında olmadan öldürmüş olduğu erkek kardeşini aramaya karar verir; People’da, hafıza kaybına uğramış bir asker kendi tarihini başkalarınınkinde bulmaya çalışır; The Crime of the Twenty-first Century’de, firariler bir aile gibi bir arada yaşamanın bir yolunu bulmaya çalışırlar; nihayet, Have I None’da, Sara erkek kardeşi olduğunu söyleyen ve Sara’nın biricik bir insan varlığı olduğunu hatırlatan bir hayalet görür. Böylece Bond bize, mutlak bir baskı rejimi altında bile olsa, hayal gücüyle özveriyi kaynaştıran ve bizi biz yapan bu insanlık tarafımızın ezilemeyeceğini gösterir ve bize, bir toplumun işlevsel ve birbirinden farksız çarkları gibi değil, insan varlıklar olarak yaşamaya devam edebilmek için bir kaynak sunar.

Sözlerimi kişisel bir anıyla bitirmek istiyorum. Ülkenizde yaşamayı seçmiş olan bir dostum bir süre önce beni Diyarbakır’a götürdü. 2015 yazındaki çatışmaların ardından Sur’un büyük bölümünden Kürt ve proleter sakinleri boşaltılmış, bölge yerle bir edilmişti; öyle ki bugün Hasanpaşa Hanı, Ulu Cami gibi muhteşem birkaç tarihî binanın ve Orta Çağ’dan kalma birkaç evin etrafında, ufku kapkaranlık kapatan görkemli Osmanlı suruna dek uzanan uçsuz bucaksız bir harabe alanından başka bir şey görülmemektedir; surun ötesinde ise çöle dek sonsuzca yayılan modern ve kimliksiz bir şehir. Tehditkâr özel harekât bütün şehri bölgelere ayırmıştır, sokaklardaki insanlar işinde gücünde gibi gözükmektedir, ama telaşlı ve etraflarına bakınmadan yürümektedirler. Her yerde “Polis” yazan panolarla karşılaşılıyor. Batılı bir göz bu kelimede, kaçınılmaz olarak, eski Yunan “site”si fikrini belirten şeyi, günümüzde, dünyanın bu bölgesinde, bizzat politika fikrinin somut olarak indirgendiği şeyin imzası olarak okur. Diyarbakır, Bond’un 2077 için hayal ettiği manzarayı altmış yıl önceden sunmaktadır. Yıkılan mahalleler yakında kuşkusuz yeniden düzenlendiğinde, ama asıl sakinleri için değil Türk orta sınıf için düzenlendiğinde, ilk “intihar yönelimleri”nin kendini göstermesi için ne kadar zaman geçmesi gerekecektir?[1]

***

1934 yılında Londra’da doğan ve 50’yi aşkın tiyatro oyunu yazmış olan Edward Bond, Avrupa’da son yarım yüzyılın en önemli tiyatro yazarlarından biri olarak tanınıyor. Bond, içinde bulunduğumuz kültürel kargaşa ve derin siyaset çağında devleti ve insanlığın geleceğini sorgulamak amacıyla kapitalist toplumun temellerine doğru başlattığı yolculuğa kendisine uluslararası ün kazandıran Saved oyununu yazdığı 1965 yılından beri durmaksızın devam ediyor. Birçok eseri Birleşik Krallık ve Avrupa’nın en büyük tiyatrolarında sahnelenen Bond’un toplumsal tiyatrolar ve genç seyirciler için yazmış olduğu çok sayıda oyunu da bulunmaktadır.  

Laçin Ceylan'ın yönettiği Hiç Mi Bir Şeyim Yok?'ta Fatih Tokgöz, Evren Kardeş ve Adıhan Şentürk rol alıyor.Hiç Mi Bir Şeyim Yok, gelecekte yaşanacaklar üzerine kurgulanmış. Bu oyunda karşımıza ne tür bir toplum çıkıyor ve günümüz toplumuyla nasıl bir ilişkisi var?

Aydınlanma Hareketi geleceğimizi kontrol edebilme yetimizi geliştirdiğini sandı. Ne var ki, akıl ile kavrayış aynı şey değil ve kavrayışın yerini teknolojiyle kapitalist örgütlenme almış durumda. Bu, insan öncesi yaşantı biçimine dönüş anlamına geliyor.

Bana sorarsanız, şu anda geleceğimizin kontrolü elimizde değil. Geçen yüzyılda faşizm üstün kontrol biçimi olmaya çabaladı ancak bu onu yıkıcı bir hâle getirdi. Kapitalist-teknoloji bu krizden kaçınmanın ve karşıt kültürü sindirmenin yollarını tüketim ve eğlence üzerinden arıyor. Yani diğer bir deyişle, insanlara hayvanmış gibi davranıyor. Böylesi bir sistemin barındırdığı toplumun da kendiyle barışık olmayıp, kendi iç çekişmelerinde çatışmacı ve saldırgan olması gerekmektedir. Otorite bu durumu sıklıkla geçmiş kültürlere dayanarak kontrol etmeye çalışacaktır. Tüm iyimser vaatlere rağmen, geleceğin tehditkâr olduğu durumlarda otoritenin aklı sözüm ona güvenli geçmişe doğru döner ancak nihayetinde şimdiki zamanda yaşayanları cezalandırır çünkü kendisine tehdit teşkil edenler onlardır. Hiçbir zaman geleceğe dair işe yarar bir yol haritası yoktur, var olan hep geçmişin taklidi olmuştur. Buna karşın, insanca bir toplum yaratacaksak insan olmanın mantığını anlamak zorundayız. Kaldı ki, dramanın mantığı da budur.     

Oyunun gizemli bir adı var.[2] Anlamı nedir?

Oyunun adı karmaşık bir aile bağıyla ilgili çok bilinen bir çocuk bilmecesinden geliyor. Bilmecenin son satırı ise “Peki, ben kimim?” Oyun, birine onun kardeşi olduğunu ama gerçek bir kardeş olduğunu söyleyen bir adam üzerinden bu soruyu dillendiriyor. Ben adamın kardeş olup olmamasının oyunun anlamı açısından bir şeyleri değiştirmeyeceğini açıkladım. Oyunu sahneleyen ilk yönetmen ise değiştireceği konusunda ısrar etti ancak bu doğru değil. Bu bir illüzyon. Benzer sorular birçok oyunum için soruldu. Bu, Hamlet’in de sorduğu sorudur ve Hamlet cevabı yanlış anlar.   

Oyunda yarattığınız karakterler kendilerinin olana, evde onlara ait olan alanlara sımsıkı tutunuyor ve masa-sandalye gibi sıradan eşyalarla uğruna sert kavgalara girecek kadar derin bir ilişki kuruyorlar. Bu konuda neden böylesine aşırıya kaçıyorlar?

Bu temel bir faşist pratik; oyundaki topluluk çok katı bir şekilde biçimlendirilmiş ve bu da insanlığımızı var etme arayışı, yani gerçekliğin arayışı olan insan yaratıcılığını ortadan kaldırıyor. Otorite bütünsel bir açıklamayla ortaya çıktığında toplum felç olup yaratıcılık yıkıcı bir hâl alabilir ve yıkım da otoritenin kendine özgü yönetim metodu hâline gelir. Sadece mobilyaların belirlenmesi değil, odanın neresine konulacağı konusu bile tahakküm altına alınır. Otorite, tabutunuza kaç adet çivi çakmaya izniniz olacağını da belirleyebilir. Bu belirleyiciliğe karşı gelmek suçtur. Böylesi de ancak biyolojik bir var olma biçimine dönüşür. Öyle ki, oyunda toplu intiharların nasıl nizami ve disiplinli bir eyleme dönüştüğünü görebiliyorsunuz. Evim dediğiniz bir zindanda yaşıyorsanız, firar ne demektir ki?

Oyun epey ciddi konuları ele almasına rağmen, aynı zamanda son derece komik. Neden böyle bir yola başvurdunuz?  

Hayatlarımız hem trajik hem de komik ve bu yüzden trajik ve absürt birbirine böyle tehlikeli bir biçimde yakın duruyor. İnsanî bakış açısından gerçeklik absürttür ve bu durumu absürt olan komik ile sürdürmemiz lazım. Bu, insanlığımıza dair; derin, insanî bir meseledir. Bu mesele faşizmde de siyaseti derinden çürütür. İnsanlar mizah duygusu olan yegâne hayvanlardır.  

Bu oyunun günümüz Türkiye’sinde sahneleniyor olması sizin için özel bir anlam ifade ediyor mu?

Evet. Coğrafî ve kültürel olarak Türkiye, Doğu ile Batı’nın buluşma noktası. Geçmiş ve gelecek Türkiye’nin bugününde buluşuyor. Geçmiş, geleceğin yol haritası olamaz. Türkiye’nin doğru cevabı vermeden önce doğru soruyu bulması gerekiyor. Bugün orada olanlar tüm insanlığın geleceği için hayatî önem taşıyor. Türkiye ya bir beşik ya da bir mezardır. Eğer bir mezarsa içerisinde hepimiz uzanıyor olacağız.[3] 

 

 
[1] Çeviri: Işık Ergüden
[2] (Ç.N) Yazar Edward Bond’un Hiç Mi Bir Şeyim Yok (Have I None) oyununun adı konusunda esinlendiği yaygın İngilizce bilmece şu şekildedir: “Ne erkek ne kız kardeşim var, ama şu adamın babası babamın oğludur. Öyleyse ben kimim?” (Brothers and sisters have I none, but that man's father is my father's son. So who am I?)
[3] Çeviri: Bayram Erkul