“Edebiyatın proleterlerini seviyorum, asilzadegân sınıfını herkes anlatıyor”

Daha önceden Korkmayınız Mister Sherlock Holmes  ile polisiye romanın Türkiye'deki hikâyesini aydınlatan Erol Üyepazarcı, bu kez Unutulanlar, Hiç Bilinmeyenler ve Bilinmek İstemeyenler adlı eseriyle popüler romanın Türkçedeki yüz yıllık yolculuğuna ışık tutuyor. Kendisiyle kitabın hazırlık sürecinden edebiyatın gardiyanlarına, edebiyat tarihimizin sosyal arkaplanından unutulan/bilinmeyen kahramanlarına kadar pek çok konuda söyleştik...

02 Temmuz 2020 17:00

Erol Üyepazarcı Unutulanlar, Hiç Bilinmeyenler ve Bilinmek İstemeyenler adlı eseriyle Türkçe edebiyat tarihi çalışmaları arasına bir köşetaşı daha armağan etmiş oldu. Korkmayınız Mister Sherlock Holmes  ile polisiye romanın Türkiye yolculuğunun hikâyesini aydınlatan Üyepazarcı, bu kez de, bir tür fikri takip gibi, popüler romanın yüz yıllık yolculuğuna çıkarıyor okurları.

Kendisiyle kitabın hazırlık sürecinden edebiyatın gardiyanlarına, edebiyat tarihimizin sosyal arkaplanından unutulan/bilinmeyen kahramanlarına ve 1875-1975 arasındaki yüz yılı incelerken oluşturduğu dönemlendirme üzerine konuştuk. İki ciltlik eseri ele almak üzere, iki yazıya yayılacak bir nehir söyleşi yapmış olduk sonuçta...

Erol Üyepazarcı ile bu büyük emek eseri üzerine karşılıklı oturup uzun uzun sohbet edebilmek isterdim tabii ama aşkolsun salgına ki izin vermedi. Biz de on-line yöntemlerle karşılıklı olarak içimizi döktük. İlmek ilmek çalışılmış iki cilt, bin sayfalık bu yapıtın içine dalmadan önce sohbetimize kulak vermek istersiniz belki...

Unutulanlar, Hiç Bilinmeyenler ve Bilinmek İstemeyenler yan yana koyduğunuzda öpüşen iki ciltten oluşuyor. 

Mesut Varlık: Kapsamlı ve çok değerli bir eser ortaya koydunuz. On yıllık bir emeğin ürünü yayımlandıktan kısa bir süre sonra korona salgınıyla evlere kapandık. Yeni kitabın sevincini yaşayabildiniz mi? Günleriniz nasıl geçiyor? Yahut “normal”e döndüğümüzde bu kapalı geçen günlerin acısını nasıl çıkarmayı planlıyorsunuz?

Erol Üyepazarcı: Evet, dediğiniz gibi son kitabım yayımlandıktan hemen sonra lanet virüs yaşamımıza katıldı ve hayat normal sürecinden koparak bizi yepyeni bir deneyimi yaşamaya zorladı.

Benim gibi, kibar deyişiyle 65 yaş üstü büyüklerimiz –ben 82 yaşındayım– eve kapandık. Ancak bu eve kapanmanın benim için bir stres kaynağı olmadığını hemen vurgulayayım. Ben, hep vurguladığım gibi, bibliyofili ile bibliyomani arasındaki ince çizgide dolaşan bir kitap çokseveriyim. Uzun zamandır düşündüğüm ama yapamadığım kişisel kütüphanemi gözden geçirmek ve gerekirse yeniden düzenlemek işine koyuldum. 30 bini aşkın kitabım var. Şimdi bilgisayarıma baktım, tam tamına 31.490 adet imiş.

Bütün kitaplarım bilgisayara belli bir format ile kaydedilmiştir. Bu format dünyanın en büyük kütüphanesi olan “Library of Congress”in kullandığı formattır. Merak ediyorsanız Instagram hesabımda görseli var. Önce son altı ayda aldığım ve bu formata kaydedemediğim kitaplarımı kaydettim ve sonra da özellikle dergi koleksiyonlarımı yeniden düzenledim.

İki katlı bir evde oturuyoruz. Üst kattaki üç oda ve ikinci banyomuz kütüphaneye çevrildiği gibi alt kattaki büyük salon da boydan boya kütüphanedir. Tabii bunlar yeterli olmadığı için sitemizin bodrum katında her daire sahibine verilen depo da kütüphaneye çevrildi. Kitap manyakları genelde bekâr olurlar, ben ise çok şanslıyım, çok sabırlı ve anlayışlı bir karım var.

Kütüphaneyi yeniden düzenleme işi iki aya yakın sürdü. Bu arada beni keyiflendiren olaylar da oldu. Örneğin, Hüseyin Cahit Yalçın’ın 1930’lu yıllarda gözden düşmüş iken bin zorlukla çıkardığı Fikir Hareketleri adlı derginin tam koleksiyonunu almışım, banyodaki kütüphaneye yerleştirmişim, sonra da unutmuşum. Unuttuğum için kendime küfrettim ama dergiyi de büyük bir keyifle okudum. Çok ilginç bir içeriği var. Bir ara bu olay Hüseyin Cahit Yalçın kitabı yazmayı bile bana düşündürdü.

Hüseyin Cahit Yalçın’ın çıkardığı Fikir Hareketleri dergisinin 1. sayısının kapağı.

Şu an Bodrum’daki evimizdeyiz. İki bavul dolusu kitapla geldim. Bizim sitemiz benim gibi morukların nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturduğu, göğsü altın madalyonlu magandaların hiç bulunmadığı, sakin bir deniz kenarı site. Burada yere ayağımı basarak yürüyebiliyorum, yakında da yüzmeye başlayacağım. Yani sonuç olarak pek “acısını çıkaracağım” bir durum yok.

M.V.: Son çalışmanız Unutulanlar, Hiç Bilinmeyenler ve Bilinmek İstemeyenler’den önce Korkmayınız Mister Sherlock Holmes ile Türkiye’de polisiye romanın 125 yıllık hikâyesini kitaplaştırmıştınız. Polisiyeden popüler romana geçiş nasıl oldu? Polisiye yazarları neden daha ziyade “popüler” yazarlardır?

E.Ü.: Kitabın önsözünde de vurguladığım gibi Korkmayınız Mister Sherlock Holmes’i yazarken popüler roman yazarı sayılabilecek pek çok yazarın polisiye roman da kaleme aldığını saptamış ve bunların yaşam öykülerini incelemiştim. Ben galiba edebiyatın proleterlerini seviyorum, kasıntı asilzadegân sınıfını zaten herkes anlatıyor.

Kanımca edebiyat da toplum gibi proleterler ve kendini yönetici olmak hakkına sahip gören –ister soylu ister despot deyin– bir başka sınıftan, yani “ciddi” edebiyat diye edebiyat tapınağının gardiyanlarının empoze etmeye çalıştığı edebiyattan oluşur. Bu arada benim “klasikler” veya “kanon” dediğim, gerçekten soylu, az sayıda yapıt da bütün asaletiyle var olmaya hep devam eder.

Ancak gardiyanlar, edebiyat toplumunun proleterleri olan popüler edebiyat yazarlarını hep aşağılarlar ve “ciddi” dedikleri kendi yapıtlarını yere göğe koyamazlar. Ama bu kanımca boş bir çabadır. Daha 1940’ta, çok sevdiğim İngiliz yazar Somerset Maugham 28 Aralık 1940 tarihli Saturday Evening Post gazetesinde polisiye romanın önemini vurgulamak için yazdığı “Give Me a Murder” isimli makalede polisiye romanların okuyucu katındaki beğenilirliğini incelerken olayı, “ciddi” eleştirmenlerin “ciddi edebiyat” saydıkları yapıtların artık değersizleşmesine bağlamış, aynen şöyle yazmıştır:

The serious novel of today is regrettably namby-pamby.” (Bugünün ciddi denen roman ve öyküleri ne yazık ki fasafisodur.)

Aynı Maugham bir başka yazısında şunları söylemekten çekinmemiştir:

“Geleceğin edebiyat tarihçilerinin, yirminci yüzyılın ilk yarısındaki İngiliz edebiyatını ele aldıklarında [en ciddi] öykücülerin üzerinde çok kısaca durmaları, onun yerine, dedektif edebiyatının sınırsız ve çok çeşitli ürünleri üzerinde yoğunlaşmaları pekâlâ mümkündür.”

Yazarımız bu kadarla da kalmamış, yakın bir gelecekte polisiye romanların üniversitelerde ders olarak okutulacağını ve doktora öğrencilerinin çalışma alanı olarak polisiye yapıtları seçeceğini tahmin etmiştir. Bu tahmini de tutmuştur.

Yanlış bir sav olsa da, popüler edebiyatın simgesel örneği kabul edilen polisiye edebiyatın aşağılanması ülkemizde hep devam etmiş, bu edebiyatı incelemeyi bırakın, ondan aşağılamak dışında söz etmek abes bir iştigal sayılmıştır.

Allame geçinen bir kitapsever olarak bu aşağılamayı hiç anlamadığım ve açıkça söyleyeyim, hiç onaylamadığım için önce ülkemizdeki polisiye romandaki, sonra genel anlamıyla popüler romandaki gelişmeleri incelemeyi bir görev gibi kabullendim ve bu iki kitap da bu amaçla yazıldı. Kitapları yazarken yaptığım araştırmalar gösterdi ki ülkemizde geçerli olan “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma”nın tipik örneklerini anlı şanlı edebiyat tarihçilerimiz ve eleştirmenlerimiz pek çok kez vermişlerdir.

Örneğin, ismini vermeyi gerek görmediğim bir profesör eleştirmenimiz “Türkiye’de polisiye romanın bir geçmişi olmadığını, 1990’dan sonra bir canlanmanın görüldüğünü, ama bunun yeterli olmadığını, Türkiye’de polisiye romanın gelişmemesinin nedeninin ise ülkemizde hep kaba (!) cinayetler işlenmesi ve sofistike (!) cinayetler işlenmemesi olduğunu” bir üniversitenin ciddi yayın organında yazabilmiştir.

Halbuki ülkemiz dünyada ilk telif polisiye roman yazılan ülkelerden biridir. Ahmet Mithat Efendi 1883’de Esrâr-ı Cinayât isimli ilk Türk telif polisiye romanını yazdığı zaman –incelediğim için iddialı konuşuyorum– İtalya’da, İspanya’da, Doğu ve Orta Avrupa ve Balkanlar’da daha hiç polisiye roman yazan kimse çıkmamıştı. Bugün dünya polisiyesinde hak ettiği önemli yerle göze batan İskandinav ülkelerinde ilk polisiye roman Ahmet Mithat Efendi’den 20 yıl sonra yazılmıştır. Polisiye romanın ilk görüldüğü Amerika, Fransa ve İngiltere’den sonra yerli yazarlarca polisiye roman yazılan ilk ülkelerden biri Türkiye’dir. Bunu bilmeyen alim eleştirmenimiz “Türkiye’de polisiye romanın geçmişi yoktur” diye yazabilmiştir.

Konuyu kapatmadan bir hususu vurgulamak istiyorum. Ben hiçbir zaman polisiye romanın bütünüyle popüler roman kapsamı içinde değerlendirilmesi gerektiğini söylemedim. Bu yanlış bir savdır.

Bununla ilgili bir anımı anlatmak isterim. Bir televizyon kanalından bir genç hanım evimde benimle bir konuşma yapmak için kameremanla birlikte geldi ve çekim başladı.

Konuşma sürerken kızcağız bana sordu:

– En beğendiğiniz polisiye roman hangisidir?

Ben de cevap verdim:

– Dostoyevski’nin Karamazof Kardeşler’i.

Kızcağız hemen kameramana döndü:

– Çekme! dedi ve bana hayretle bakarak konuştu:

– Erol Bey, Karamazof Kardeşler polisiye roman olur mu?

Kızcağıza sordum:

– Bu kitabı okudun mu kızım?

– Hayır, okumadım ama onun bir şaheser olduğunu biliyorum. Nasıl polisiye roman olur?

Kızcağıza kitabın konusunu anlattım. Baba Karamazof’un öldürülmesini, bundan büyük oğulun sorumlu tutulmasını, ikinci oğulun bir dedektif gibi çalışıp asıl katilin babasının uşağı olduğunu, uşağın da gayri meşru kardeşleri olduğunu ortaya çıkardığını anlattım. Şaşkın şaşkın dinledi ama ikna olmadı.

– Kurgu polisiye ama yine de polisiye roman demek doğru olur mu bilmiyorum, diye ısrar etti.

Bu öyküyü kanımca dünyanın en büyük “sofistike polisiye roman yazarı” Dostoyevski’nin iki şaheseri Karamazof Kardeşler ile Suç ve Ceza’nın nitelikli birer polisiye roman olduklarını bir kez daha vurgulamak için anlattım. Polisiye romanda da “kanon”lar vardır, popüler roman kapsamında mütalaa edilecek yapıtlar vardır. Bu ikinciler polisiye edebiyatta çoğunluğu oluştururlar ama polisiye içinde kanonlar olabileceği gerçeği de yadsınmamalıdır.

 

M.V.: “Türkiye’de Popüler Romanın İlk Yüzyılı” gibi göz korkutan bir işe kalkışmaya nasıl karar verdiniz? Araştırma ve yazım sürecinde ne gibi zorluklar yaşadınız? Sizi şaşırtan veya üzen neler oldu?

E.Ü.: Korkmayınız Mister Sherlock Holmes’i yazarken polisiye roman yazan popüler roman yazarlarını araştırma olanağı bulmuş, bunların çok özgün ve çok ilginç yaşam öykülerini incelemiştim. Edebiyat tapınağının tutucu gardiyanlarının polisiye romanı ve bu türe emek verenleri aşağılamalarını gözlemlerken bu tutumun yalnızca polisiye romana özgü olmadığını, geniş halk kitlelerince sevilerek okunan ve çoğuna okuma zevki kazandıran bütün popüler romanların bu aşağılamaya konu yapıldığını gördüm. Bence haksız ve yersiz olan bu tutuma karşı reaksiyonum, polisiye romandan sonra popüler romanları inceleme ve onların değerlerini abartmadan ama onları da aşağılamadan verme isteğini bende doğurdu.

Bunun üzerine önce popüler romanları irdeleyen ama aşağılamadan irdeleyen kaynaklara başvurdum. Fransızca, İngilizce, Türkçe iki yüze yakın kitap ve makale okudum. Özellikle bu konuda Fransız araştırmacıların çok doyurucu çalışmaları olduğunu söyleyebilirim. Bu ciddi ve objektif çalışmalar beni “tefrika” olayını incelemeye ve tefrika roman ile popüler roman arasındaki tarihî ve yazınsal ilişkiyi öğrenmeye götürdü.

Başta yalnız haksız aşağılamanın reaksiyonu olarak başlayan çalışmam popüler romanın bir diğer özelliğini kavramamla bana daha ilginç ve önemli görünmeye başladı. Bu özellik popüler romanın yazıldığı dönemdeki değer yargılarıyla, toplumsal olaylarla ve insan ilişkileriyle olan yakın ilişkisiydi. Bu romanları okurken dönemin değer yargılarını, maddi kültür beğenilerini, dönemin yaşamı ile ilgili pek çok bilgiyi belki de daha önce gözden kaçmış birçok ipucu ile birlikte bulabiliyorduk. Bütün bunlar bana çalışma hırsı ve keyfi verdi. Yaptığım çalışma planı uyarınca önce isimleri saptadım ve ilke olarak halen yaşayan yazarlara değinmemeyi kabul ettim ve bir iki istisna dışında bu kararımı uyguladım.

Söz konusu edeceğim yazarların daha belirgin nitelikleri ile anlatılması amacıyla yaşadıkları dönemlerin özellikleriyle birlikte değerlendirilmesi gereğini gördüm ve inceleyeceğim yüz yıllık dönemi dört zaman diliminde irdelemeyi planladım. Daha sonra söz konusu yazarların yaşam öykülerinin ayrıntılı tespiti, yazdıkları romanların bulunup okunması safhası başladı.

Bu bölüm en çok çaba isteyen kısımdı. Çünkü en ayrıntılı edebiyat ansiklopedilerinde bile söz konusu ettiğim yazarların yaşam öyküleri birkaç satırla geçiştiriliyordu veya isimleri hiç zikredilmiyordu. Bu durumda uydurduğum bir deyişle “edebiyat arkeolojisi” yapmam gerekiyordu. Yazarların yaşadığı dönemlerdeki gazete ve dergileri taramak, bunlardan bulduğum bilgi kırıntılarıyla yaşam öykülerini şekillendirmek çok zamanımı aldı. Popüler yazar olarak döneminde çok okunmuş Ebüssüreyya Sami, İskender Fahrettin Sertelli, Naci Sadullah gibi yazarların kitabımda verdiğim yaşam öyküleri zannımca ilk kez yapılan tespitlerdir ve başka bir yerde rastlama olanağı da yoktur.

Yazarların eserlerini bulup okumaya gelince, bu göreceli olarak daha kolay oldu. Bir kitap çokseveri olarak sahaf dostlarımın büyük katkısını şükranla anıyorum.


İskender Fahrettin Sertelli (solda), Naci Sadullah (sağda).

M.V.: 1875-1975 arasındaki yüz yıllık süreçte, bir imparatorluğun yıkılışı, bir ulus-devletin kuruluşu, çok partili yönetim, darbeler, kıyımlar... bir coğrafyada yaşanabilecek hemen her şey var. Toplumsal dönüşümler popüler romanları nasıl etkiliyor? Birkaç belirgin örnek verebilir misiniz?

E.Ü.: Sizin de vurguladığınız gibi inceleme dönemi olarak aldığım 1875-1975 dönemi deyim yerindeyse, Sayın İlber Ortaylı’dan borç alacağım bir deyişle “Türkiye’nin En Uzun Yüzyılı”dır. İmparatorluğun kaçınılmaz sonuna doğru gidişi, II. Meşrutiyet’le doğan umutların Yahya Kemal’in deyişiyle “Kaybolmuş Anavatan” Rumeli’nin kaybedilmesiyle sonuçlanan Balkan Savaşları ile bitişi, I. Dünya Savaşı, İstanbul’un işgali, uğradığımız zillet, Ulusal Kurtuluş Savaşı, yeni bir devletin kuruluşu ve kurucularının ideolojilerini topluma mal etmek için gösterdikleri çabalar, arkadan savaşa girmesek de bütün yükünü çektiğimiz II. Dünya Savaşı, demokrasiye geçiş denemesi ama hem iktidarı hem muhalefeti ile bu işi becermeyi başaramamamız, 27 Mayıs askerî darbesi ve onun yarattığı travmalar, 12 Mart müdahalesi, idealist ve kolay etkilenen gençlerin iki kampa ayrılıp birbirlerini kırmaları bu yüzyıla sığan olaylardı.

Bu hızlı ve trajik değişimlerin dönemle yakın ilişki içinde olan popüler romanı etkilemesi kaçınılmazdı. Örneğin ilk örnekleri Fransız melodramlarını model alarak kaleme alınan popüler romanların 1897 Türk-Yunan Savaşı’nda birdenbire yön değiştirip bu savaşı, bu savaştaki kahramanları anlatan romanlara döndüğünü görüyoruz. Aptullah Zühtü’nün Şanlı Asker romanı o zaman için düşünülemeyecek bir rakam olan 35.000 adet satılıyor ve romanın tefrika edildiği gazete satışlarını yüzde elli artırıyordu.

Aptullah Zühtü ve Şanlı Asker

Aynı şekilde II. Meşrutiyet ilan edilince bir Jön Türk ve hürriyet güzellemesi popüler romanların ana konusu oluyor. Kurtuluş Savaşı sonrası “İstiklal Harbi” ve genç Cumhuriyet’in yöneticilerinin topluma vermek istediği yeni idealler popüler romanlarda ana konulardan birini oluşturuyordu. Tarihî popüler romanlar 1930’ların modası “Tarih Tezi”nin ışığında Sümer ve Hititleri de Türk yapan yeni ulusalcılık kavramlarıyla paralel konuları işliyorlar, bugün ismi unutulan Sertelli’nin Sümer Kızı isimli romanı, başta Atatürk olmak üzere devrin yöneticilerinin takdirini kazanıyordu.

Aynı gelişmeler 1950’lerde Mahmut Makal’ın büyük etki yaratan Bizim Köy adlı yapıtından sonra köy romanlarının moda olmasına yol açıyordu. 1960’ta Yön dergisinin ivme kazandırdığı sol akımlar toplumsal sorunları ana konu alan popüler romanların çoğalmasıyla kendini gösteriyor ve nihayet sağ muhafazakâr kesim de popüler romanın kitleler üstündeki etkisinin önemini kavrayarak “hidayet romanları” denen, muhafazakâr değer yargılarını ana plana çıkaran romanıyla ortaya çıkıyordu.

Bütün bu gelişmeler popüler romanın yazıldığı dönemin toplumsal gelişmeleriyle nasıl yakın ilişkiler içinde olduğunu da gösteriyor.

M.V.: Popüler romanları kitabınızda yıllara göre dört döneme ayırıyorsunuz: 1875-1908 / 1908-1928 / 1928-1950 / 1950-1975. Bu dönemlendirmeyi neye göre yaptınız? Nasıl bir değişim gözlemlediniz bu süreçler arasında?

E.Ü.: Ele aldığım yazarları eser verdikleri dönemlerdeki gelişmeler altında incelemenin yararlı olduğunu düşündüm. Popüler romanın hep vurguladığım gibi yazıldığı dönemle yakın ilişkisi bunu gerektiriyordu. Bu amaçla incelediğim yüz yıllık süreyi karakteristik özellikleri olan dört döneme ayırmayı düşündüm:

• İlk dönem 1875-1908 arasıydı: Bu dönem Türk okuyucusu için yepyeni bir tür olan romanın ilk örneklerinin verildiği dönemdi. Dönem II. Abdülhamid’in 33 yıl süren baskıcı rejiminin hüküm sürdüğü bir zaman dilimini ifade ediyordu. Çelişkili değer yargılarının egemen olduğu bu dönemde bir taraftan açılan yeni okullar, eğitimi geliştirme çabaları, kitap basımını teşvik, bir taraftan da sansür dahil sıkı bir izleme söz konusuydu.

• İkinci dönem 1908-1928 arası: II. Meşrutiyet’in ilanı, başta hürriyetin her anlamda kabulü ile bir serbestlik coşkusu, büyük bir basın patlaması, onlarca yeni gazete ve derginin yayımlanması ama kısa bir süre sonra 31 Mart Olayı ile birlikte değişen ortamın sonucu tek parti egemenliğine gidiş, Trablusgarp ve Balkan savaşları, Rumeli’nin kaybı ve bunun Türk aydın kesiminde yarattığı travma, ilk olarak ciddi bir ulusalcılık kavramının gündeme gelmesi ve sonra I. Dünya Savaşı, yenilgi, Ulusal Kurtuluş Savaşı, genç Cumhuriyet’in kurulması ve devrimler aşaması... Bu 20 yıllık dönem büyük çalkantıların, düş kırıklıkları ve yeniden umutlanmaların birbirini izlediği çok yoğun bir zaman aralığı ve yepyeni bir uygulama ile Latin harflerinin kabulüyle bitiyor. Latin harflerinin kabulü kanımca bir değer yargıları sisteminin terk edildiğini simgeleyen çok önemli bir olay.

• Üçüncü dönem 1928-1950 arası: Bu dönem genç Cumhuriyet’in yönetici grubunun kendi değer yargılarını uygulamaya koyduğu, bu değer yargılarının karşıtlarını devre dışı bıraktığı bir zaman dilimi. Bir taraftan çokuluslu bir imparatorluğun kalıntıları üzerine bir ulusal devlet kurmanın çabaları, bir taraftan 1929 dünya ekonomik krizi, II. Dünya Savaşı gibi küresel zorluklarla baş etme zorunluluğu bu dönemi simgeliyor.

• Dördüncü dönem 1950-1975 arası: II. Meşrutiyet’in ilanına benzer koşullarda 1950’de demokrasiye geçiş denemesi ve maalesef yine aynı sonuçlar. İktidarı ve muhalefetiyle demokrasiye geçişin asgari koşulları olan karşılıklı hoşgörü ve anlayışı bir türlü kuramama, iktidarın Kırşehir’i kaza yapmak gibi anlamsız kararları, muhalefetin hırçınlığı ve on yıl gibi kısa bir süre sonra bir askerî darbe ve bu darbenin ülkedeki ikiye bölünmeye ivme kazandıran tutumları. Örneğin üniversite hocalarını bakanlık emrine aldığı için Demokrat Parti’yi eleştirir ve darbenin bir nedeni olarak açıklarken, karakuşi bir kararla 147 öğretim görevlisinin bir gecede görevden alınıp kapı önüne konması ve tabii idam kararları... Darbenin bir kötü sonucu da asker kesiminin darbe alışkanlığı kazanması, bunun sonucu 12 Mart olgusu, bu arada sol düşüncenin de özellikle genç kuşak üzerinde artan etkisi, sağ-sol kavgasının bir iç savaş niteliği kazanması... Bütün bu karmaşık siyasal ve toplumsal gelişmeler bu dönemin özelliğini oluşturdu.

Görüldüğü gibi bu dört dönem kendine özgü gelişme ve niteliklere sahip zaman dilimleridir ve bu gelişmelerden tesir altında kalan popüler romanda da etkisini göstermiştir.

M.V.: Kitabınıza dahil edeceğiniz ve etmeyeceğiniz yazarları seçerken kriterleriniz neydi? Neye göre seçtiniz? Kimler dışarıda kaldı?

E.Ü.: Popüler roman yazarı olarak ayrı ayrı incelediğim yazarları eserlerinin niteliği ve kendileri için bizzat kendi söylediklerini dikkate alarak ben seçtim. Bu seçim tabii ki eleştiriye açıktır ve benim tercihimdir.

Bu seçimde kitabımın başında “Popüler Roman Dedikleri” başlığı altında derlediğim bölümde popüler roman için kabul ettiğim kriterler en başat rolü oynadı. Doğal olarak okuyucu katında çok ilgi görmek ve sevilmek ana kriterdi. Gazetelerde tercih edilen ve tutulan tefrika romancısı olmak yine tercihimde etkendi.

Yazarların kendilerini tanıtan ifadeleri de seçimimde etken oldu. Örneğin Hüseyin Rahmi veya Refik Halit’in eserlerini tanımlarken söyledikleri çok dikkate değer. Bu iki yazar halka dönük yazdıklarını ve bununla iftihar ettiklerini açıkça belirtmişlerdir.

M.V.: Popüler roman yazarlarımız arasında, hatta edebiyat tarihimiz içinde Ahmet Mithat Efendi’ye özel bir yer veriyorsunuz. Bir “Kurucu”, “Efendi Baba” olarak Ahmet Mithat’ın kıymeti nedir? Uzun yıllar boyunca neyi ıskaladı edebiyat tarihi kitaplarımız?

E.Ü.: Ahmet Mithat Efendi edebiyat tarihimizde değeri yeterince vurgulanmamış bir yazarımızdır. Çağdaş edebiyat türlerinin ülkemizde tanınmasında ve sevilmesinde onun kadar emeği geçen başka bir yazar yoktur. Bu yalnız roman türünde değil, şiir hariç bütün edebi türlerde de –öykü, tiyatro eserleri, deneme, eleştiri– geçerlidir.

Edebiyatı bırakın, çağdaş bilimle ilgili çalışmalarda da bu böyledir. Örneğin dilimizde ilk iktisat kitabını yazanlardan biridir. Gerçek anlamda ilk genel tarih kitabını yazan odur. Gramer konusunda, folklor konusunda ilk eserler onun yapıtlarıdır. Ahmet Mithat Efendi’nin değerinin hâlâ tam anlamıyla anlaşıldığını sanmıyorum.

Ahmet Mithat Efendi

M.V.: “Yâran kliğine” girdiği için pek hak etmediği halde ansiklopedi-biyografi kitaplarında bulunan ama buna karşın yüzün üzerinde eser sahibi İskender Fahrettin Sertelli’yi anıyorsunuz. Kliklerin işleyişi hakkında neler söyleyebilirsiniz? Nelerle karşılaştınız araştırmalarınızda?

E.Ü.: Her ülkede olduğu gibi ülkemizde de arkadaş-dost ilişkileri veya yâran klikleri vardır. Bu kliklere girenler kollanır, parlatılır. Bunun aşırı örneklerini biz edebiyat alanında görürüz. Bugüne kadar yazılmış edebiyat tarihleri, ansiklopedileri, biyografi kitapları, bu yapıtları yazanların meşreplerine göre şekillenmiş ve yâran kayırmaları açıkça görülmüştür. Bu kliklerin hiçbirine bağlanmamış ve yalnızca bir edebiyat emekçisi olmuş İskender Fahrettin Sertelli gibi yazarlar ise ne İsa’ya ne Musa’ya yarandığı için unutulup gitmişlerdir. 1928-1943 arası çoğu birkaç kez basılmış yüz roman yazmış bir yazarın ister sol ister sağ kesimin yayımladığı edebiyatla ilgili eserlerde adının anılmaması çok ilginçtir ama aynı zamanda da edebiyat tarihimiz bakımından bir eksikliktir. Bütün vurgulamak istediğim bu. Ne yazık ki kendi değer yargılarımızın dışında kalan kişilere objektif olarak yaklaşmak ve değerlendirme yapmak ülkemizde pek rastlanan bir durum değil.

Kişisel değer yargılarımız olması çok doğal ama bu karşıt değer yargılarına sahip olanları dışlamamızı, yok saymamızı gerektirmez.

M.V.: İncelediğiniz yazarlar arasındaki iki uç noktayı soracağım: Döneminde fazla popüler olan ama bugüne pek bir şey söylemeyen yazar/lar ve döneminde bile kıyıda kalan ama bugün için de değerli görülebilecek yazar/lar. Metnin değeri sizce neye göre, nasıl belirleniyor? Nasıl oluşuyor?

Kerime Nadir

E.Ü.: Popüler roman yazarları hep vurguladığım gibi yazıldığı dönemde beğenilen ve çok okunan yazarlardır. Bu yazarların bugün için okuyucu katında değerlendirilmesinde kendi dönemlerine göre az ilgi görmesi kaçınılmazdır. Örneğin döneminde çok okunan Kerime Nadir’in romanları bundan on yıl kadar önce bir yayınevi tarafından yeniden basılmış ama bugünün okuyucusunun ilgisini az çektiğinden başarılı olmamıştır.

Bu soruna genel anlamda bakarak özellikle döneminde değeri anlaşılmayan yapıtların daha sonra değerinin anlaşılması sorununa eğilirsek, bunların popüler romanlarla ilişkisini pek göremeyiz.

Bunun tipik örneği Ahmet Hamdi Tanpınar’ın romanlarıdır. Örneğin küçük bir şaheser olan Saatleri Ayarlama Enstitüsü 1940’lı yıllarda Remzi Kitabevi’nce yayımlanmış ama hiç ilgiye mazhar olmamıştır. Bu romanından sonra yazdığı bir başka ilginç romanı Sahnenin Dışındakiler için Tanpınar yayıncı bulamamış, Bâbıâli’de bile pek tanınmayan küçük bir yayınevi, Nakışlar Yayınevi bu kitabı basmıştır.

Bugün Tanpınar’ın değeri anlaşılmış, ismine enstitüler kurulmuştur.

M.V.: Popüler yazarlar her yerde ve her zaman hakir görülmüştür. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Neden sizce? Popüler yazarlar genellikle diğer yazarlardan daha fazla kazanç sahibi olurlar, bu hakir görmede bunun kıskançlığından da söz edebilir miyiz?

Daniel Pennac

E.Ü.: Popüler roman yazarlarının aşağılanması, sevdiğim Fransız yazarı Daniel Pennac’tan ödünç aldığım deyişle “edebiyat tapınağının tutucu gardiyanları” tarafından hep yapılagelmiştir. Kendi iddialarıyla “ciddi” (!) saydıkları edebi ürünleri okuyucu ilgisini hiç çekmezken, büyük bir kitlenin severek okuduğu yazarları kıskanmalarını bir yerde insani bir zaaf olarak normal karşılıyorum.

Popüler roman yazarlarının daha çok para kazanmalarını bu kıskançlığın bir nedeni olarak görmek mümkünse de, ülkemizde popüler roman yazarlarının da öyle ahım şahım bir para kazandıklarını sanmıyorum. Esat Mahmut Karakurt, Kerime Nadir ve Refik Halit Karay gibi birkaç istisna dışında hayatını popüler roman yazarak kazanabilen yazar sayısı ülkemizde pek azdır. Çoğu roman yazma yanında başka işler de yapmak zorunda kalmışlardır.

Esat Mahmut Karakurt (solda), Refik Halit Karay (sağda)

M.V.: Araştırmalarınız sonucunda büyük bir hassasiyetle yüz yıldır doğru bilinen birçok yanlışı da düzeltiyor, en azından işaret ediyorsunuz. Her iyi araştırmacının hayıflandığı konuların başında, bir yanlışın herkes tarafından yıllarca tekrarlanması gelir. Edebiyat tarih(çiliğ)imizin bu özensizliği hakkında ne düşünüyorsunuz?

E.Ü.: Ülkemizde çok değerli edebiyat araştırmaları olduğu muhakkak; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yapıtları buna bir örnektir. Ancak özellikle popüler roman ve popüler roman yazarları hakkında çok az araştırma vardır.

Bu bilgi eksikliği bu konuda çalışma yapanları isteksizleştirecek kadar etkilidir ve bu arada bu ilgisizlik birçok yanlış bilginin hâlâ düzeltilmeden kullanılmasına neden olmaktadır.

Çalışmamda bu gibi durumlarla çok karşılaştım. Örneğin incelediğim yazarlardan Aka Gündüz için 1930’larda kaleme alınan bir yazıda yazarın 1911’de II. Abdülhamid tarafından Selanik’e sürüldüğü yazılmıştır. Bu yanlış bir bilgidir. 1911’de II. Abdülhamid tahttan indirilmiş ve kendisi Selanik’te sürgündür. Bu notu yazan yazarın gözünden kaçan bu hatası, Aka Gündüz ile ilgili bilgi veren birçok kaynakta hiç irdelenmeden günümüze kadar tekrarlanagelmiştir. Bu da çarpıcı bir itinasızlığın göstergesidir.

Aka Gündüz Kutbay

M.V.: Tefrikalardan bahsederken “konuya edebiyat tapınağının geleneksel gardiyanları gibi bakmadığı[nızı] özellikle vurgu”luyorsunuz. Neden? Tam olarak kastınız nedir?

E.Ü.: Tefrika roman olgusu ülkemizde neredeyse hiç inceleme konusu yapılmamış, bakir bir alandır. Tefrika roman yazarlarını konunun çeşitli boyutlarını göz önüne almadan aşağılamak kolaycılıktan başka bir şey değildir.

Tefrika romanın okuyucunun ne gibi gereksinimlerine cevap verdiği, toplumsal gelişmelerle ilişkisi, etkileme gücüyle toplumsal olaylardan etkilenmesi arasındaki bağlantı gibi pek çok konu hiç ele alınmamış, yalnızca “tefrika romancısı” aşağılamasıyla yetinilmiştir. Örneğin 1970’lerde ilk örnekleri görülen “hidayet romanları”nın muhafazakâr kesimlerin nezdindeki etkileri ve bu kesimin kendi haklarını arama cesaretini kazanmasındaki rolü –örneğin başörtüsü konusu– üzerinde durulması gereken bir husus iken, edebiyat tapınağının gardiyanları bunlara hiç değinmemişler, yalnızca aşağılamayı sürdürmüşlerdir.

M.V.: 1928 Harf Devrimi öncesi yayımlanan eserlerin ne kadarı Latin harfleriyle yeniden yayımlanmıştır? Dil Devrimi’nin popüler romancılığımıza nasıl etkileri olmuştur? Keşke yeniden yayımlansa diye içinizden geçirdiğiniz isimler, eserler nelerdir? Neden?

E.Ü.: Arap harfleriyle yayımlanmış popüler romanların Latin harfleriyle yayımlanma oranı epeyi düşüktür. Bunu romanların konularının bugün için okuyucu ilgisini çekmeyecek olması, roman dilinin bugünkü okuyucuya uygun olmaması gibi nedenlerle normal karşılamak gerekir.

Latin harflerinin kabulü ve dilde sadeleşme akımı 1928’i izleyen yıllarda bir duraklamaya neden olmuş ama o dönemde açılan yeni harfleri öğretme amaçlı halk okulları gibi etkili çalışmalarla okuryazar oranının artması sonucu bu duraklama bitmiş ve popüler roman okuyan kitle Osmanlı dönemine göre göreceli olarak çok artmıştır.

Osmanlı döneminde yazılmış popüler romanların yeniden yayımlanması, bugün için kanımca edebiyat tarihi araştırmaları çerçevesinde örnek yapıtlarla gerçekleştirecek akademik çalışmaların konusu olabilir. Bu konuda ümit verici çalışmalar izliyorum. Örneğin Koç Üniversitesi’nin tefrika olarak kalmış eski harfli bazı unutulmuş romanları özenli bir baskı ile sunması takdirle karşılanacak bir gelişmedir.

 

EDİTÖRÜN NOTU:

Bu söyleşinin “Popüler romanlar ‘kanon’ romanların laboratuvarıdır" başlıklı ikinci bölümü birkaç gün sonra K24'te yayınlanacak...