Edebiyat Hayatımı Nasıl Kurtardı

David Shields'in Merve Pehlivan tarafından Türkçeye çevrilen ve Everest Yayınları etiketiyle yayımlanan Edebiyat Hayatımı Nasıl Kurtardı kitabından tadımlık bir bölüm K24 sayfalarında...

22 Mart 2018 14:03

ÖNSÖZ

Bu kitabın neyle ilgili olduğunu açıkça anlatmak için başka bir kitaba başvuruyorum.

Her eleştiri bir tür otobiyografidir. Şair Ben Lerner’la yüz yüze tanışmadım ama birbirimizin eserleriyle ilgilendiğimiz için ara sıra e-posta yoluyla yazışıyoruz. “İlgilenmek” ifadesi benim açımdan biraz yetersiz kalıyor gerçi. Lerner’a duyduğum ilgi saplantı derecesinde, zira bir sonraki nesilden ikizim o. İkimiz de Brown Üniversitesi mezunuyuz, İspanya’da yaşamışlığımız var, Yahudi’yiz. Ben onun gibi Topeka’da doğmadım ama Kuzey California’da bir banliyöde büyümek Oz’dan en az Kansas kadar uzak kalmak demekti. İkimiz de yazarız ve “eleş- tirmen”iz. İkimizin de annesi başarılı, babası daha hayalperest. Ama her şeyden öte, ikimiz de “dil ve deneyimin eşölçülemezliği” ve kendi duygularımızdan kopukluğumuz nedeniyle acı çekiyoruz.

Edebiyat Hayatımı Nasıl Kurtardı, David Shields, Çev: Merve Pehlivan, Everest YayınlarıBen’in en son çıkan kitabı Atocha’dan Ayrılış, ismen bir roman olsa da Topeka’da geçen çocukluğunu, Providence’taki lisans ve yüksek lisans dönemini, Fullbright bursuyla Madrid’de geçirdiği yılı, John Ashbery’nin (Atocha’dan Ayrılış şiirini içeren) Library of America basımı kitabı üzerine yazdığı denemeyi, şair arkadaşları Cyrus Console ve Geoffrey G. O’Brien’ı, psikolog anne babasını (annesi feminist yazar Harriet Lerner’dır) anlattığı birçok kesit içeriyor. Romanın anlatıcısı Adam’a Ben muamelesi yapacağım şimdi. Ben’in itirazı olmaz!

Kitabı –hangi ciddi kitap öyle değil ki?– gerçek bir umutsuzluğun meyvesi. Adam/Ben şiirlerinin “bir sürü intihar notundan” ibaret olup olmadığını düşünür. Eğer gerçekler sanatın yerini almış olsaydı bir şişe beyaz hapı çoktan yutmuştu. Şiire inanmayacak hale gelirse, dükkânı kapatır. İkimiz de kapatırız dükkânı dostum.

Atocha’dan Ayrılış “çağımızın salgın hastalığını kayıt altına alır: Hissetme güçlüğünü.” Bu mükemmel ifade vaktiyle hiç de mü- kemmel olmayan bir kitabımı tanıtan bir eleştirmene ait. Ben ise kitabında istasyondan ayrılmanın, kendinin ötesine geçip herhangi bir yere varmanın ne denli zor olduğunu asla inkâr etmiyor. Kendisine başkasının gözüyle bakmanın nasıl olacağını düşünüp duruyor, “Aşağı bakan kendime aşağıdan bakan bir yolcuydum,” diye hayal ediyor. Kişiliği çözülüp de her şeye evet diyene kadar her şeyi kişisel alıyor. Ben daha önce böyle bir apotheosise yanaşmamıştı. Aynısı benim için de geçerli. Küçükken çok iyi bir beyzbol oyuncusuydum ama genelde evimizin karşısındaki parkta bir tepeye oturup yaşıtlarım ya da benden daha ufak çocukların oynadığı küçükler ligi takımını saatlerce izlerdim. “Neyin var senin?” diye sorardı babam. “Oturup izlemek yerine gidip oynaman lazım.” Derdim ne bilmiyorum –bu mesafe merakım nereden geliyor, neden kendimi etrafımdan bu kadar uzak hissediyorum, neden hayat bir söylentiymiş gibi geliyor ama oyun oynamak bana insanı tatmin etmekten müthiş biçimde yoksun bir eylem gibi gelmiştir. Deneyimlerimiz dil, teknoloji, ilaç ve sanatla dolayımlanıyorsa aslolan nedir? Şiir temel bir sanat biçimi midir yoksa okurun yansıtmalarını nakleden bir ekrandan mı ibarettir? Bu cümleleri (kesin Lerner’ın yazdığı) kapak yazısından aldım. Dilin doğası Adam’ın sorununda önemli bir yer teşkil eder. İngilizcede doğru kelimeyi seçemez, İspanyolca anlamaz, iletişimsizliğin metaforu olarak konumlandırdığı yanlış çeviriyse onu mest eder. Ben’in şu anki yaşındayken yayımladığım otobiyografik romanım Dead Languages’ın konusu olan kekelemenin talihsiz bir yanı var. Aşk, nefret, neşe ve keder gibi geleneksel ve son derece önemli duyguları ifade ederken ağzımdan ne çıktığına dikkat etmeden yapamı- yorum. Daima, yalın haliyle duygunun farkına varmadan önce, sözlü tekrara düşmemek için, o duyguyu en iyi şekilde nasıl ifade edeceğimin farkına varıyorum. Olsa olsa samimiyetsiz bir laf kalabalığıyla elde ettiğim duyguların bana değil, başka insanlara ait olduğunu, mutlu dünya malı olduğunu düşünmeye başladım.

2004 yılında Atocha İstasyonu’nda üç bombanın patladığı Madrid saldırılarına ilişkin Ben şöyle yazar: “Tarih canlandığında ben Ritz’de uyuyordum.” Granada’ya kadar gidip El Hamra Sarayı’nı görmeden dönen tek Amerikalı ben miyim acaba diye düşünür. İspanya’nın sandık başına gittiği gün o e-postalarını kontrol ediyordur. Ben’i yargılamak kolay tabii. Zor olan bu ataletin neredeyse evrensel bir olgu olduğunu kabul etmek. 1974 sonbaharında Providence’ta üniversiteye gitmek üzere Bay Area’dan ayrıldığımda, Rhode Island’ı meleklerin yaşadığı cennet gibi bir kent olarak hayal ederdim. Rhode Island’ı gerçek bir ada, Doğu Yakası’nın egzotik kıyısı olarak düşlerdim. Brown Üniversitesi’ni de güçlü kuvvetli oğlanların kar kaplı sahalarda rugby oynayıp, sonra kapanmayacak kadar eski mermer kütüphanelerde gaz lambası ışığında Ruskin okumaya gittiği, gür koyu renk saçlı, güzel vücutlu müthiş zeki kızların kahvaltıda Goethe üzerine konuştuğu (“Go-et” diye okunuyor zannediyordum o vakit) kapalı, cennetten bir köşe gibi hayal ederdim. Birinci sömestrin ilk ayında siyah öğrenciler idari binayı işgal edip daha fazla siyah öğ- rencinin kabul edilmesini ve kendilerine mali yardım verilmesini talep ettiler. Taleplerini takdire şayan buldum, ben de binanın önüne geçip gösteri grubuna katıldım ve birkaç dakika boyunca daireler çizerek yürümeye, slogan atmaya başladım. Ama tüm olup biten altı yaşından beri katıldığım bütün gösterilerin kötü bir taklidi gibi geldiği için bu gruplardan, Batı Yakası’ndan ve eski ortamımdan bir süre uzaklaşmak istedim. Yurttan birkaç arkadaşım çim sahanın arka tarafında frizbi oynuyordu. Gösteriyi bırakıp onlara katıldım.

Ben “sanat”ı önemsiyor önemsemesine ama asıl derdi sanat eserleriyle bire bir yaşadığı deneyim ile bu eserlerin adına ortaya konan iddialar arasındaki mesafeyi ölçmek: “Muhtemelen, derinlikli bir sanat deneyimine en yakın olduğum an bu mesafeyi hissettiğim, olmayan derinliği derin bir biçimde tecrübe ettiğim andı.” O “hak etmeyen” biri. “Yaralı bir hayatın içinde yaşarken” derinliğe varmak mümkün olmuyor. Ama yine de bir parça gıptayla Ashbery’nin büyük bir şair olduğunu ifade etmekten kaçınmıyor Ben: “Sanki gerçek Ashbery şiiri sizden saklanmış, aynalı bir yüzeyin öteki tarafında yazılıymış da siz sadece kendi okumanızın yansımasını görüyormuşsunuz gibi. Ashbery’nin şiirleri kendi dikkatinize dikkat kesilmenize, kendi deneyiminizi deneyimlemenize imkân verir ve böylece tuhaf bir mevcudiyeti mümkün kılar. Bu mevcudiyet şiirin imkânlarını korur, zira gerçek şiir hâlâ sizin uzağınıza düşer, aynanın uzak bir kenarında yazılı durur: ‘Hem elinde, hem değil. / Onu kaçırıyorsun, o da seni kaçırıyor. / Birbirinizi kaçırıyorsunuz.’”

Bu epey fazla. Ama sanatın yapıp yapabileceği bu kadarla mı sınırlı? Sanat kaybolmuşluğu barındıran bir hazne/bir yansıtıcı havuz olmaktan mı ibaret? Belki evet. Yaşamın beyaz makinesi. Sözcükler suyun altında yazılır. Ben’in söyleyecek hiçbir şeyi yok ve bu hiçbir şeyi küçücük bir telefona söylüyor. Neden aynalar arasında doğmuş ki? Ondan yirmi üç yaş büyüğüm ama aynı onun gibi darmadağın haldeyim. Bu kitapta sormak istediğim soru şu: Çıkış yolum var mı?