Edebiyat hayatı toparlıyor

Ahmet Tulgar: Hayat dağınık. Edebiyat bunu toparlıyor, sonra anlattığı konuya, kahramanın kişiliğine ya da olay örgüsüne hizmet edecek olguları, düşünceleri öne çıkaracak bütünsel bir yapı kuruyor

28 Mayıs 2015 17:00

Ahmet Tulgar, Duygusal Anatomi’de gündelik hayatın, toplumsal olayların, imgelerin ve kavramların, insan vücudundaki karşılıklarını takip ederek bir harita çıkarıyor. Nokta nokta ilerleyen bu haritanın çizgileri birleşince arzulardan, düşüncelerden ve en önemlisi duygulardan damıtılmış bir beden çıkıyor karşımıza… İzlemenin aynı zamanda arzulamak olduğunu söyleyen Tulgar, mekânı ya da atmosferi değil, izlenç öznesinin hissettiklerini tasvir ediyor. Lafı dolandırmadan, sade ama şaşırtarak ya da bazen insanın tüylerini ürperterek. Sakince giden bir arabanın keskin bir virajda direksiyonu aniden uçuruma kırıvermesi gibi. Bunu yaparken gündelik hayatımızın en basit imgelerini kullanıyor. Su, nehir, yağlı halka ya da kırmızı kamyonet gibi… Bunlar anlatıcının bakışından çıkıp toplumsal bir mücadeleye ya da bu mücadele içerisindeki önyargılara dönüşüveriyor… Sadeliğinin sebebini edebiyatın toparlayıcı gücüne atfediyor Tulgar. Ahmet Tulgar’la edebiyata bakışını ve son öykü kitabı Duygusal Anatomi’yi konuştuk.

Duygusal Anatomi, Ahmet Tulgar, Can Yayınları“Edebiyat fazlalıkları atarak hayatı tekrar anlaşılabilir bir şey hâline getiriyor” diyorsunuz. Nedir bu fazlalıklar?

İnsanların hayatı, edebiyat dışındaki alanlarda bütünsel olarak algılayamadığını düşünüyorum.

Neden?

Çünkü insanlar olayları, duyguları ya da düşünceleri başından sonuna kadar katışıksız yaşayamıyor. Araya sürekli bir şeyler giriyor. Şimdi ben burada oturup düşünürken garson gelip bir şey söyler, yan masada oturan kişinin bakışına takılırım. O bakışlardan bir tanesi, benim o anda düşündüğüm şeye hizmet edebilir. Ama 10 tanesi de hizmet etmez. Yani hayat dağınık. Edebiyat bunu toparlıyor, sonra neden- sonuç ilişkisini kurarak anlattığı konuya, kahramanın kişiliğine ya da olay örgüsüne hizmet edecek olguları, düşünceleri öne çıkaracak bütünsel bir yapı kuruyor. Bu resmi, atmosferi, neden- sonuç ilişkisini ya da nedensizliği bütünsel olarak ortaya koyuyor. Böyle olunca hayatı elle tutulur algılamamız daha mümkün oluyor. Günümüz dünyasında inanılmaz derecede çok mesaj alıyoruz. Misal, Twitter buna iyi bir örnek. Açtığın anda yüzlerce düşünce, bazıları birbirini takip edebiliyor ama araya çok ilgisiz şeyler de giriyor. Aslında modern insanın hayatı da biraz böyle bir şey.

Karmaşa içerisindeki detaylar gibi mi?

Gibi… Edebiyat bu fazlalıkları ayıklayarak somut olarak insana, dünyayı ve hayatı anlatıyor. O açıdan bir bilgi türü aslında. Karmaşa çoğaldıkça edebiyatın değerinin daha çok arttığını düşünüyorum. Bizim edebiyatla kurduğumuz ilişki 18’inci yüzyılda Goethe okuyan bir kadın ya da adamınkinden farklı. O kişinin okuduğu kitaptaki hayatla, kendi yaşamı hız ve karmaşa açısından bu kadar farklı değil. Şimdi bu fark daha büyük ve edebiyatın o anlamda işlevi daha fazla.

O zaman şimdi edebiyatla hayatın ilişkisi daha mı canlı?

Tabii. O organik ilişkinin hep olduğunu düşünüyorum ama şimdi daha canlıdan ziyade daha “doğrudan” demek olası. Çünkü insanlar. Özgürlükler anlamında da çok mesafe kat etti. Yani ifade ya da gündelik hayat özgürlüğü o döneme göre arttı. O yüzden hayatın, girilmedik alanlarına daha net sızıyor edebiyat. Gerçekçi olmak ve gerçekçi yazının alanı daha da genişledi (Realizm anlamında söylüyorum). İnsanlar kendilerini daha rahat ifade etmeye başladı. Demokrasi anlayışı bile bunu etkiliyor. Hayatın daha geniş alanlarına yayılmaya başladı. Her çağda iyi edebiyatçılar oldu ama mesela çok iyi bir yazar olarak gördüğümüz ve hâlâ da çok önemsediğimiz birçok insanı, bugünün siyasi parametrelerine göre “gerici, iktidar yanlısı” olarak düşünebiliriz. Bu anlamda günümüzde edebiyatın hayattaki yansıması, iktidarlarla kurulan ilişkilerde de farklı bir noktada.

Peki, sizin Duygusal Anatomi’de okurla kurduğunuz ilişki nasıl?

Yazarın, okura nefes alacak ya da etkin olabileceği bir alan bırakmamasını, okurun alacağı hazzın üzerinde tahakküm kurmasını sevmiyorum. Okura, bir dağa nasıl bakacağını göstermek veya öpüşmenin nasıl olduğunu anlatmak bana yersiz geliyor. Örneğin kitaptaki ilk öykü “Nehir”de, ölüm haberini aldıktan sonraki dönem ve anlatıcının o birkaç saat yaşadıkları detaylandırılabilirdi. Ama ben sadece orada şunu yazdım “Uçağa bindim ve onun şiirlerini okudum.” Çünkü oradaki duygu okurun kendi içinde köpürsün istiyorum. O hazzı okura bırakmalıyız. Öyküde anlatıcının gerillayla konuşması ve aradan geçen iki yıl ile ölüm haberinin gelmesi aslında art arda olan şeyler gibi görünüyor; ama o aradaki sürede gerçekleşen çok şey de var. Bu insanı iki sene görmemiş anlatıcı. Bu bile başlı başına bir şeye işaret ediyor. O noktadan sonra okur, o kahramanı ve anlatıcıyı tanıyor. Bunların bilinmesi zaten olayı köpürtmeye yeter. Dayatma edebiyatını sevmiyorum. Okura, benim gibi hisset demek istemiyorum.

Hayat- edebiyat ilişkisini, kelimelerden ya da hayata dair minik imgelerden topluma dair büyük, bazen de can acıtıcı sonuçlara vararak kuruyorsunuz Duygusal Anatomi’de. Kürt gerillasına ya da 80’lerdeki sol harekete. Bazen de son derece şaşırtıcı şeylere. Bahsettiğiniz doğrudanlık sanırım bu?

Bunlar çok ayrı şeyler değil, tam tersine birbirine çok bağlı. Bir gerillaya ya da sol örgütten bir militana baktığımızda genellikle ilk önce idealize etmeye çalışıyoruz onları. Bunu yaparken de aslında ona saygı falan duymuyoruz aksine saygısızlık ediyoruz. Onu bir savaş makinesine indirgiyoruz. Salt bir kahramana çeviriyoruz. Onun insan olduğunu unutuyoruz. Bunu yaparken o kişileri yakınımıza koymuyoruz tersine kendimizden çok uzaklara yolluyoruz. “O bir kahraman ama ben değilim” diyorsun kendi kendine. O yüzden “o ölebilir, onun ölümüme üzülebilir ya da duyarsız kalabilirim” diyen insan, onu zaten çok dışarı bir yere konumlandırıyor. Hâlbuki öyle değil. Bunu en net Kürt hareketinin gösterdiğini düşünüyorum. Ölen, dağa giden gençler bizim arkadaşlarımız. Kimiyle daha önce karşılaştık, kimiyle yeniden karşılaşacağız. Kimi bir arkadaşımızın erkek ya da kız arkadaşı. Bu insanların gittiği yer hiç de uzak değil, yakın bir yer… İdeolojik olarak bizim gündelik hayatımızdan çok farklı bir yaşam kurmuş olabilirler. Ama bizden, buradan gittiler ve buraya dönecekler… O yüzden bu tür kahramanların hem gündelik hayattaki hallerini, hem bir gün dönebileceklerini, hem de zaaflarını anlatmayı seviyorum. Ya da tatmin olmamış arzularını anlatmayı seviyorum. Vazgeçtiklerini ve bunu yaptıklarında üzüldükleri şeyleri anlatmayı da... Bu yüzden roman ya da hikâyelerimde bu insanları daha dokunulabilir yapmaya çalışıyorum. Daha doğrudan, hayata dair imgelerin içinden geçen… Zaten daha farklısını yapabileceğimi de zannetmiyorum.

Kitapta, adından hareketle, duygusal anatomiyi çıkarırken gözleriniz, mekândan ziyade bedensel tasvirler yapıyor. Bu beden ve duygu hâlinin sizdeki karşılığı nedir?

Zaten duygusal anatomi derken bunun bedenle olan yakın ilişkisine işaret ediyorum. İnsanın bir anatomisi var. Bu anatomi, insanın düşünce ve duygu dünyasını da belirliyor. Bir kere insan kendi vücuduna bakarak, yeniden ve yeniden dünyayı yorumluyor. Mesela sorumluluk kelimesini düşünelim; sorumluluk önemli bir şey ama bir yandan da yük. Biz yük ve sorumluluk dediğimiz anda bu, sırta denk geliyor. İnsan sorumluluk deyince sırtında taşıdığı bir yükü düşünüyor. Misal göğüs; biz hayvanlardan farklı olarak dünyayı, iki ayağımızın üzerinde göğsümüzle karşılıyoruz. O yüzden göğse şefkat, kahramanlık, kadında çocuğu besleme anlamları yükleniyor ya da karşı koyma vb… Yani anatomi bizim bütün kavramlarımızı, imgelerimizi de etkiliyor. Ben bu anlamda 89’da ilk hikâye kitabım yayımlandığında da aynı bakıyordum meseleye. Çok güzel yapanlar var ama ben doğa tasvirlerini sevmiyorum. O zaten orada var ve herkes oraya bakıyor. Benim bakmak istediğim yer insanın bunları nasıl algıladığı. Kahramanlarımın ya da anlatıcılarımın aklındaki süreçler beni ilgilendiriyor. O göz, o yüzden daha bedensel bir izleme yapıyor çünkü izlemek aynı zamanda arzulamaktır. O yüzden o arzu süreçlerini anlatmayı seviyorum. Öte yandan bu arzulama süreçleri insanın çevresi ve kendisi hakkında en çok düşündüğü zamanlardır. Ki o arzu illa tensel arzu olmak zorunda da değil.

Bu arzu sürecinin yaşandığı bazı yıllarda, özellikle sol hareket içerisinde varolan “önyargıları” anlatırken burada sanki küçük küçük eleştiriler de yapıyorsunuz, sert değil ama hissedilir.

Evet. Siz o döneme yetişmediniz. Türkiye sosyalist hareketi açısından görece en özgürlükçü dönemi yaşıyorsunuz. Çünkü bizim dönemde, her şey çok daha katıydı. Ki bu süreçte bence 12 Eylül askeri darbesi sol tarafından da çabuk kabullenildi. Hele ki darbeden iki- üç yıl sonraki süreçte, solun belli çevrelerinde bile bir rahatlama oldu. İnsanlar örgüt yapılarının dağılmasıyla kendilerini daha özgürleşmiş hissetti. Mesela evlilik yasaktı ve darbeden sonra hemen evlenenler oldu. Çünkü bu genç kadın ve erkekler bir arada yaşıyordu ama cinsellik yoktu. Bir yerde oturuyoruz mesela. O dönemki bir arkadaşımıza rastlıyoruz, bakıyoruz ki yanında da o kız var ve “Biz evlendik” diyorlar. Elbette bugüne baktığımızda Kandil’de de sert kurallar var ama oradan bir kanal açılıyor ve özgürleşme potansiyeli taşıyor bu kanal ve dahası zihinlerde bunu özgürleştiriyor. Yani bugün en muhafazakâr olan toplumdaki kadın, kadın özgürlüğü üzerine bir devrim yapıyor… Bugün Batı’daki kadın bir Kürt kadını kadar özgür değil. Batı’daki bir kadın, evini barkını bırakıp tamamen bir seçim çalışması için çalışamıyor, özgürleşme illa cinsellik üzerinden olmayabilir. Yani başka kanallar üzerinden de özgürleşme kanalları açılabilir. Türkiye sosyalist hareketi, bu kanalları hiç açmadı. Çok ilginçtir bugün de çok sindirebildiklerini sanmıyorum. Hâlâ eskilerin, genç sosyalistleri yadırgadığını düşünüyorum.

Türkiye’nin siyasal ikliminden bahsetmişken, Duygusal Anatomi’de öykülerin sıralanışı da siyasi bir zaman dilimine ayrılmış gibi. Kürt hareketinin yakın zamanından başlayarak, geçmişe doğru yol alıyor. 80’lerdeki Türkiye sol hareketine hatta daha gerilere, sanki sizin çocukluğunuza dek uzanıyor. Bu sıralamayı bilinçli olarak mı tercih ettiniz?

Evet, sıralamayı ben yaptım ve dediğin gibi bir ritmi var. Benzer bir şeyi hissederek yaptım çünkü. Hatta son hikâyede anlatıcı artık aradan çıkıyor, misal anlatıcı benim, ben 1959 doğumluyum ama o olay 1950 ile 55 arasında geçiyor. Bütün bu tarihsel süreç içerisinde tek amacım insana ulaşmaktı. Öykülerde anlattığım insanlara olan şefkatimin nedenlerini gösterebilmek ve hissettirebilmek. Ve bütün öykülerimde anlatmak istediğim şey; iki insan arasındaki aşkın ya da sevginin “arzu süreci”ydi…

Örnek olarak verdiniz ama tüm öykülerinizde genellikle anlatıcı sizsiniz. Okuyucu her defasında Ahmet Tulgar’ın gazeteci ve yazar kimliğini görüyor, bizzat kendisi olarak. Bu anlamda kurgu ve gerçeğin dengesini nasıl sağladınız?

Bu soru diğer roman ve öykülerim için de soruluyor. Biraz şundan kaynaklı, bir kere gazeteci olduğum için insanlar benim hep çok fazla insanla tanıştığımı ve çok şey yaşadığımı düşünüyor. Aslında bütün olay örgüleri kurgu. Öte yandan edebiyatta belli tematik öğeler var ve bu temalar dönem dönem çok fazla kullanılıyor ve işleniyor. Ben benzerlerine çok sık rastlanan olaylar anlatmıyorum. Evet, bir de az buz yaşamadım, 20 ay askerlik yaptım, dört sene cezaevinde yattım, yurtdışına gittim, şu oldu, bu oldu. Biraz yoğun da yaşadım. Beslendiğim kaynaklar çok fazla. Aslında ben okurun “Acaba Ahmet bunların hepsini yaşadı mı” sorusunu sormasını da seviyorum. Karşılıklı oynanan bir oyun misali. Okur hikâye içerisinde şaşırsın, sürprizlerle karşılaşsın, kendisi bir şeyleri merak etsin, bir önceki sayfaya dönsün istiyorum ve bunu seviyorum. Öte yandan sokakla bağımı da hiç koparmadım. Çünkü özellikle 80’li ve 90’lı yazar jenerasyonu, fil dişi kulelerde oturmaya meraklı. Edebiyatı bir rehavet ve imtiyaz alanı olarak görüyorlar. Hâlbuki bence edebiyat sokakla da, insanların gündelik hayatlarıyla da çok ilgili…

Fotoğraf: Fehim Işık