Dört Köşeli Üçgen: Gözlemcinin hikâyesi

1961 yılında yayımlanan Dört Köşeli Üçgen, belki de kendi çağının çok önünde bir sorunu ele alıyordu: Gözlemleme ve gözlemlenme

Salâh Birsel’i daha çok şiirleri ve denemeleriyle tanır okurlar. Yazarın tek romanı Dört Köşeli Üçgen çok bilinmez fakat sanırım bu durum sinema uyarlamasının vizyona girmesiyle önümüzdeki aylarda değişecek. Mehmet Güreli, filmi dayısı Salâh Birsel’in romanına sadık kalarak yönetmiş. Siyah–beyaz çekilen film Orson Welles’in Kafka uyarlamalarını çağrıştırır nitelikte ve aynı onlar gibi âdeta bir görsel şölen. Bahçelerin ve kapıların keskin açıları, geometrik şekillerin akıllıca kullanılmış olması filme ayrı bir tat veriyor.

Dört Köşeli Üçgen 1adından da anlaşılacağı gibi paradoks üzerine kurulu. Tütün Yaprakevi adlı bir tütün fabrikasının deposunda çalışan anlatıcı, kendisini gözlemci, hatta “uluslararası gözlemci” olarak tanıtarak başlar anlatmaya. Adını öğrenmediğimiz anlatıcının zihni, hiç durmadan algılarını kaydediyordur.

Dört Köşeli Üçgen, Salâh Birsel, Sel YayıncılıkSürekli dünyayı gözlemlediğini söyler, uyurken bile durmaz gözlemlemeleri. Amacı matematiksel kesinlik diye bir şeyin olup olmadığını anlamaktır. Matematiksel kesinlik bir bakıma dünyadaki mutluluğun nedenidir. Belki insan kendi zihninin yarattığı kesinliği doğa kanunu sanıyordur, belki de bunu varsaymakla hata yapıyordur. İşte “gözlemci”nin işi bunu anlamak ve bize de kanıtlamaktır.

Gözlemcilik

Gözlemci, sokaklarda, iş yerlerinde, evlerin içinde, insanların nasıl yaşadıklarını izler sürekli. Her yer gözlemcinin çalışma alanıdır ve elbette zamanla her şeyi izlemesi ve görmek istemesi başına türlü dertler açar. Önce kadınlar tuvaletinde kadınları izlediği için, ardından müdürün çalışanlardan birinin karısıyla ilişkisini ortaya çıkardığı ve kavgalara neden olduğu için, sonunda işinden kovulur. Garip ve hastalıklı akıl yürütmesi yüzünden insanlarla anlaşamaz. Doğrusu, kimse onu tam anlamaz. Onun gözünde ise bu yaptığı suç değil, aksine özgürlüklerin kullanılmasıdır. İnsanın en doğal özgürlüğü olan algılama, sınır tanımamalıdır. Duyuları açık varlıklar olduğumuz için, bu konuda haklı sayılır fakat gözlemlenmek herkesin istediği bir şey değildir kuşkusuz. Herkesin sinirine dokunması bundandır.

Şimdi bu noktada bir an durup Salâh Birsel’in neden böyle bir konuyu seçmiş olduğunu düşünelim. 1961 yılında yayımlanan roman belki de kendi çağının çok önünde bir sorunu ele alıyordu, bugünden romanın ana temasına bakınca konuyu çok yönlü görüyoruz.

Gözlemleme ve gözlemlenme iki farklı açıdan bakılacak bir konu. İlk başta günümüzde insanların her yediği yemeği, gittiği seyahati, sevgilisini, çocuğunu, işini, okuduğu kitabı paylaştığı internet ortamında, herkes bir bakıma “uluslararası gözlemci” olmaya zorlanıyor. Özel hayatlar “paylaşıma açık” yaşanıyor artık. Özel hayat ile paylaşıma açık hayat arasındaki çizginin nerede durduğu ya da durması gerektiği bugün tartışılan konuların başında geliyor.

Mahremiyet

George Orwell, alegorik distopya romanı 1984’te mahremiyet konusunu ele alır. Bireyleri gözlem altında tutan Büyük Birader düşünceleri maniple etmenin yolunu bulmuştur. Salâh Birsel de benzer şekilde yaklaşıyor gözlemlemeye, her ânın gözlemlenmesinin kısıtlayıcı yönüne değiniyor. Bu açıdan da yine güncel bir soruna el atmış oluyor: binaların iç ve dışlarına yerleştirilen kameralar ve cep telefonlarının konum bildiren yönüyle aslında büyük bir özgürlük ihlali suçu işleniyor fakat bu başka bir yazının konusu elbette, burada sadece Birsel’in ne denli çağdaş bir konuya el attığını görmemiz yeterli.

Salâh Birsel gözlemcinin ruh hâli üzerinde durmaz; roman da bu saçma sapan argümanları yaratan adamın ruh hâli, ilginçliği ya da özgürlük düşünceleri hakkında değildir. Anlatıcıyı normalleştirme gibi bir derdi yoktur Birsel’in, ayrıca okura onu sempatik göstermeye de çalışmaz.

Dört Köşeli Üçgen filminin çekimlerinden, oyuncu Mehmet Esen ve yönetmen Mehmet GüreliRoman, matematiksel doğruların olmadığı bir dünyada (ya da bir zihinde) hayatın nasıl algılanabileceği ile ilgilidir. Dört köşeli üçgenin var olduğu bir evrendir bu. Aslında, teorik olarak, evrendeki her şey aynı anda algılayabilse, kuantum fiziğin de bize gösterdiği gibi gerçeklik çelişik olabilir.

Zenon paradoksları

Konu bu noktada bizi İlk Çağ filozofu Zenon’a getirir. Zenon dostu Parmenides’in teklik felsefesini savunmak üzere ortaya zihin egzersizleri atar. Bunlara göre zaman ve uzam sonsuza dek bölünebilir. Örneğin, bir saat altmış dakikaya, bir dakika altmış saniyeye, bir saniye de yüze hatta bine ya da milyona bölünebilir.

Roman kahramanı tam da Zenon gibi, önce zamanı bölerek başlar. İlk satırlarda günün 24 saati gözlem yaptığını söyler ama ilerleyen sayfalarda günün 48 saati, 72 saati ve 96 saati boyunca gözlem yaptığını söyler. Günü ve algılarını, sonsuza dek bölebileceğini fark etmesiyle, gözlemlerini sonsuza kadar çoğaltmaya başlar. Sadece dış dünyayı algılamakla yetinmez, dış dünyayı gözlemlerken kendi gözlemlerini de gözlemler. Elbette bu da sonsuza dek süren bir zincir çıkarır önünde. Gözlemleyen benliğini gözlemleyen benlik, bu ikinci gözlemleyen benliği de gözlemlemeye başlar ve bu da sonsuza dek götürür kahramanı. Bunları yaparken başı bir beladan diğerine girer. Bazıları komik, bazıları absürt olaylar yaşar. Çeşitli işlere girer ama hepsinden ya kovulur ya da insanların saldırısını uğrar ve kaçmak zorunda kalır.

Salâh Birsel, düşünce paradokslarını romanın her satırında hissettirir. Örneğin kahraman eve geldiğinde elektrik düğmesini açar ama oda aydınlanmaz. Bu olayı açıklamaz ama felsefe öğrencileri burada yazarın Zenon’un bir başka paradoksuna gönderme yaptığını anlar. Sonsuza kadar bölünmeler burada da söz konusudur. Yine sonsuz zaman bölünmesi yüzünden açtığı elektrik düğmesi, ampulün yanmasını geciktirir. Kahraman bu durumda karanlık bir odada yatağa girmek zorunda kalır ve yatakta onu bekleyen kediyi, ona ayağı değince fark eder. Bu sayede duyularının tamamını kullanmayı akıl eder. Sadece görerek değil, tüm duyularını kullanarak gözlem yapmaya başlar. Evreni algılamak için bedeninin her hücresini kullanmaya başlar. Her şeyin tadına bakar, her şeyi dinler (kadınların karınlarını dinlemek gibi), yanarken neler hissedilir merak ettiği için bir adamı yakmaya bile kalkışır.

Siyah-beyaz dünya

Salâh Birsel’in Dört Köşeli Üçgen’i nedendir bilinmez vakti zamanında az ilgi görmüş. Hakkında az yazılmış, fazla baskısı yapılmamış. Selim İleri bir yazısında (Zaman, 10 Eylül 2011) “Edebiyatçılar, tiyatrocular biraz da o, ‘tiyatro ve edebiyatımızın iç yapısını yansıtan’ bölümlerden hoşlanmamışlardır” diye açıklıyor bu ilgisizliği. Bir başka neden belki de bu romanın zamanından önce yazılmış olmasıdır. Başka bir örneği olmayan, edebiyatımızda hiçbir romanla karşılaştıramayacağımız alegorik bir eserdir Dört Köşeli Üçgen.

Sinema uyarlamalarında seyirciyi olumsuz etkileyen şeylerin başında eserin tonunun değiştirilmesi gelir. Diyelim okur romanın bir bölümünde hüzünlendi, filmde aynı sahnede benzer duygu aktarımı bekler. Daha önce okuduğu bir romanın filmini izlerken en çok bundan yakınır seyirci, kitabı okurken hissettiği bazı şeyleri bulamaz filmde. Sinemanın edebiyata sadık kalmasının anlamı bu olmalı, yoksa romandaki her karakterin her anın yansıması değil. Duygu ve düşünce aktarımı tam olduğunda da katlanmış haz verir sinema.

İşte Mehmet Güreli’nin Dört Köşeli Üçgen'i bu hatalara düşmüyor, yönetmenin romanı içselleştirdiğini söylemek yanlış olmaz. Belki yazarla romanın nasıl filme aktarılacağı üzerinde konuştular, belki de yıllardır zihninde dolaştırdığı düşünceleri aktarma fırsatı buldu.

Mehmet Güreli’yi sanat çevresi ressamlığıyla, müzik çevresi besteleri ve şarkılarıyla tanır. Sinema çok yönlü yeteneklerini bir araya getirme fırsatı vermiş sanatçıya. Yedinci sanatın farklı sanatları buluşturucu yanını âdeta benliğinde bulmuş. Bütün bu çeşitliliğe bir de romanla olan özel bağlantısı eklenince, ortaya kusursuz bir denklem çıkmış.

 
1Mehmet Güreli'nin yönetmenliğini üstlendiği, Görkem Yeltan'ın senaristliğini yaptığı Dört Köşeli Üçgen İstanbul Film Festivali kapsamında 15 Nisan 2018'de 13:30’da Beyoğlu sinemasında gösterimde.