Behçet Çelik, yeni yayımlanan kitabı Kaldığımız Yer'de toplumsal hesaplaşmaların olduğu kadar bireysel hesaplaşmaların da peşinde...
Yaşadığımız dünyadaki sefalet ve siyasetteki rezillik, insanların ar damarını patlatalı az zaman olmadı hani. Çok yavaşmış gibi görünse de zaman çabuk geçiyor ve tarih yaşananları, yapılanları görüyor. Tehditvari olacak belki ama bunlar kayıt altına da alıyor. Çok uzağa değil, şöyle ardımızı dönüp hemen yakınımıza bakmak dahi yeter bazı şeyleri anlamaya. Neden çılgınlar gibi birbirimizden nefret ediyoruz ya da “insanlar neden böyle şuurlarını yitirmişçesine birbirlerini yemeye çalışıyor”un cevapları arkamızda bıraktıklarımızda gizli.
İnsanoğlunun yaşananları kaydetme şekilleri ise tarih yazıcılığıyla sınırlı değil elbette. Pek çok sosyal bilimin farklı kayıt tutma şekillerinin olmasının yanında edebiyat gibi sadece insanı ve onun duygularını merkezine koyan bir icadımız mevcut bizim insanlık olarak. Kıymeti bilinmiyor belki ama o, bir kenarda usulca işlevini yerine getirmeye devam ediyor. Daha başka kanallar da var elbette inan ruhunu anlamlandırmak için ancak şu an için "konumuz edebiyat".
Edebiyat çünkü insanlığın olaylar karşısında verdiği tepkilerin duygu haritasını çıkarabiliyoruz ve sanırım bugünlerde daha da fazla ihtiyaç duyuyoruz ona. Bunu, hem içinden geçtiğimiz günlerin yansımalarını bir şekilde edebiyat yapıtlarından toplamamızdan hem de tüm bunlara rağmen edebiyattan bir şekilde hâlâ uzak kalınmasından yola çıkarak söylüyorum. İnsan kendini görmek istemez çünkü çoğu zaman ve bu devirde edebiyat yapıtlarının kaderini, yani çok okunmamayı da bu belirliyor sanırım. Oysa edebiyat hiç gözyaşına bakmaz, aynayı tutuverir suratımızın ortasına. Tam da bu yüzden uzak duruluyor edebiyattan.
Toplumsal alanda yaşadıklarımız bir şekilde hemen yansımasını buluyor ya bugünün edebiyatında; bu aslında kolay rastladığımız bir durum değil. Daha bir sindirme uğraşı gibi görünüyor edebiyat bana ama yaşadığımız dönemler kolay sindirilir dönemler değil ve bu hazımsızlık, bugünün edebiyatını besleyen öncül damarlardan biri.
İyi bir şey mi bu? Bunun üzerine tartışabiliriz. Ancak önümüzü görmemizi, ardımıza bakmamızı sağladığına göre kanımca olması gereken oluyor ve iyi de oluyor. Çünkü yaşadığımız bu tarihî dönemlerin ve tarihimizdeki büyük kırılmaların bir şekilde hislenimlerle yazıya ve yazına taşınması insanlığın nabzını tutması açısından da önemli bir yükü sırtlıyor. Edebiyatın da bu yüke omuz vermesi kadar doğal bir durum olamayacağı kanısındayım.
Son zamanlarda gerçekten dikkat çeken bir durum bu. Edebiyatımız daha protest bir kimliğe bürünüyor, toplumsal kaynamalara daha yakın duruyor ve bunları; tüm sıcaklığı, duygulanımı ve hareketliliğiyle sayfalarına taşıyan yazarlarımız var. Aralarında bu toplumsal kaynamalara yaklaşımlarıyla samimiyet eşiğini geçebilenler ise kendilerini hemen belli ediyor. Kimi bu kaynamalara odaklanıyor yazdıklarında, kimi ise bu kaynamaları insan üzerinden okuyarak farklı bir yazın haritası geliştiriyor kendine ki edebiyatın yapması gerekenin esas olarak bu olduğu kanısındayım. Yeni öykü toplamı Kaldığımız Yer'le Behçet Çelik de edebiyatımızın son zamanlarda içinden geçtiği bu durumun fotoğrafını çekebileceğimiz bir yapıtla çıktı okur karşısına.
İnsan acılarının, hesaplaşmalarının edebiyatla başlayacağını anlatmaya çalışıyor bize öyküleriyle aslında edebiyatımızın önemli ismi ve kitaba aldığı on dört öykünün kimini tamamen bu toplumsal kırılmaların odağından çıkardığı insan öykülerine, kimini ise acı insanlık dramlarının kesiştiği hayatlara ayırıyor. Ancak bununla sınırlandıramayız Çelik'in öykülerini. Yazar, toplumsal hesaplaşmaların olduğu kadar bireysel hesaplaşmalarında peşinde ve bu bireysel hesaplaşmaların merkezini de aile meydana getiriyor. Ailenin içinde ise tüm karmaşasıyla ilişkiler, iletişimsizlikler...
Daha buralara gelmeden, isminden başlamalıydık aslında kitabı anlatmaya çünkü Kaldığımız Yer, pek çok imgeyi sırtlayan bir kitap adı. Barındırdığı öykülerden yola çıkarak ele alacak olursak genel anlamda bir "takılma", "tıkanma" haline dem vuruyor bu isim. Aklın takılı kaldığı, ruhun da o noktada askıya alındığı anlar Behçet Çelik'in öykü radarına girenler bu kitapta. Ancak sanılmasın ki zamanın durdurulduğu anların öyküsünü anlatıyor Çelik. Zaman akıp geçiyor bu öykülerde. Öykü kişileri de bir şekilde yaşamını devam ettiriyor. Ama bir an var, bir olay; geçip gittiği, atlatıldığı sanılsa da aslında orada kalınan... İşte bu ânın, bu olayın ardına takılıyor Behçet Çelik Kaldığımız Yer'de.
"Hiçbir Şey Olmamış Gibi" adlı öyküsünde karısının sabaha karşı eve gelmesine takılıp bir gün ve gecesini o geliş ânını düşünerek geçiren kocayı anlatırken de, "Çatısız Binaya Bacadan Girdik" adlı öyküsündeki gibi sokağa düşmüş iki insanın göz göze gelip vurulma ânına bizi tanıklık ettirirken de, "Estağfurullah Asker" öyküsündeki gibi farklı dünyaların insanı ancak yine de birbirlerini seven iki asker arkadaşının kopuş zamanını resmederken de o ânın peşinde Çelik. Sezdirerek anlatımı ise Behçet Çelik'in öykü dilindeki en kuvvetli yanını meydana getiriyor ve bu peşe düşüşlerde, yazar zihni kadar okur zihninin de çalışmasını sağlayan, okuru da öyküyü okurken verdiği bu düşün eylemiyle metnin içine çeken bir durum bu.
Öykülerin en dikkat çeken yanlarını ise insan yaşamında çok da önemli değilmiş gibi duran bu küçük kırılmaların içine sığdırdığı duygu yoğunluğu meydana getiriyor.
Öykü, her ne kadar yayınevleri açısından bugünün "lokomotifi" olmasa da has edebiyat meraklılarının ardını kovaladığı tür. Sanırım bunda, öykünün dar dünyalara geniş açılar sığdırabilmesinin payı da büyük. Tam da bu bağlamda ilk bakışta "yapılabilir" görünse de aslında öykünün zorluğunu, yazandan dinlemek lazım.
Behçet Çelik öykülerinde de hemen yukarıda söylediklerimi okuyabileceğimiz bir tablo çıktığını söylemek mümkün karşımıza. Öykünün yazıldığı o birkaç sayfaya sığan duygular, belki hacimli bir romanın bile bize veremeyeceği yoğunlukta. Haliyle bir "değini" de değiller asla. Aksine, bir duygu kalabalığından öte bir derinlik burada dile getirmeye çalıştığım.
Kitabın ikinci öyküsü "Hiçbir Şey Olmamış Gibi", buna güzel bir örnek olabilir. Kahramanlarımız Emre ve Ayşe'nin öyküsünde, Emre'nin gerginlikten meraka, kızgınlıktan kıskançlığa uzanan ve tek bir olay çevresinde dönen duygu yoğunluğu, bize bunu çok net yaşatıp hissettiriyor. Bir diğer yandan da bir ruh ve zihin okuması yapıyor Behçet Çelik ve bu metnin gerçeklik dokusunu kuvvetlendiriyor. Emre'nin zihninden akanlar somut parçalar halinde bir bir önümüze dökülüyor. Çünkü bu zihnin, nasıl düşünmesi gerektiğini de çok öncesinden, ince bir işçilikle tasarlamış yazar ve öykü ilerledikçe bu işçilik daha da dikkat çeken düzeye geliyor. Bu metin işçiliğini sadece "Hiçbir Şey Olmamış Gibi" ile de sınırlayamayız. Kaldığımız Yer, genel anlamıyla ciddi bir dil işçiliğinin ürünü ve her öyküde Behçet Çelik'in duru, akıp giden Türkçesinin çalışkanlığına daha da yakın buluyoruz kendimizi.
Kaldığımız Yer'e az önce çizmeye çalıştığım genel çerçevede baktığımızda, duygu dünyası açısından birbirini besleyen öykülerin bu toplamda kendine yer bulduğunu söyleyebiliriz. Ancak bunların içinden sıyrılan ve ayrıksı duruşu daha isminden başlayarak kendini belli eden bir öykü var: "Alavüsata." Bir üslup denemesi olarak da okumak mümkün bu öyküyü. Vüsat O. Bener üslubuyla sonsuzluğa yazılmış bir metin "Alavüsata" ve kendini defalarca okutan akıcılığı, her okunuşta tekrar yakalayan vuruculuğu ile kitabın en yer eden öykülerinden.
Buradan ise başta da biraz değindiğim konulara geri dönüş yapmak; bağlamında da kitapta kendine yer bulan toplumsal kaynamaları ve bu kaynamalardan bir şekilde etkilenmiş insanları anlattığı öykülerindeki tavrından bahsetmek istiyorum Behçet Çelik'in.
Bu noktada dikkat çekilmesi gereken en önemli noktanın, "samimiyet eşiği" olduğunu bir kez daha hatırlatmakta yarar var çünkü bu konuda "rol kesmek", yazarı olduğu kadar metni de fazlasıyla aşağı çeken bir durum. Ancak Behçet Çelik, daha ilk öyküsünden başlayarak bu samimiyeti, hayat akıp geçerken yakaladığı fotoğraflarla, kulağa çalınan haberlerle ve acı coğrafyamızın üstünde dolaşan kara bulutların resmiyle sergilemeye başlıyor.
Kitabın açılış öyküsü de olan "Fark Var mı Ötesiyle Berisi Arasında" adlı öyküde, bir aile üzerinde dolaşan laneti anlatırken, sezdirilerek verilen Ezidi katliamları, "Çatısız Binaya Damdan Girdik" öyküsünde, kahramanın kıza vurulup "Acaba Suriyeli mi?" diye düşünmesi gibi öykülerinde genel olarak küçük kesişmelerle veriyor bunları yazar.
Ancak Behçet Çelik'in daha öncesinde Murathan Mungan'ın derlediği Bir Dersim Hikâyesi ve Merhaba Asker için yazdığı öyküler, toplumsal kırılma noktalarına en çok yaklaştığı anlar ve kanımca, kitabın da en dikkat çeken öyküleri: "Lori... Lori..." ve " Estağfurullah Asker".
"Lori... Lori...", Dersim'de askerliğini yapmış ve komutanın emirlerini yerine getirmiş bir askerin yıllarca çektiği pişmanlığı, yanında da bu pişmanlığın, ömrünün son demlerinde cisimleşmiş olarak karşına çıkışının öyküsünü anlatıyor. Burada, Behçet Çelik'in aradığı an, askerin emirleri yerine getirdiği ve hayatı boyunca unutamadığı an. "Estağfurullah Asker" ise askerde, bir Kürt genciyle arkadaşlık kuran kahramanın, bu arkadaşlığının bitiş ânını arıyor yazar.
Bir ân, bir durak ya da toplumu da içine alan bir kırılma; önemli değil. Behçet Çelik, Kaldığımız Yer'de insana dair bir dert arıyor aslında. Tüm öyküler de tam olarak bunu söylüyor bize: "Derdi olmayanın hikâyesi de olmaz."