Deneme hangi dönemeçte? Hâlâ edebiyatın namusu bence

Deneme münakaşa etmez. Önerir. Kanıtlamaz. Bağlantı kurar. Daha önce bakılmamış bir şeye ışık tutar. Düşünmenin namusu...

04 Şubat 2016 13:45

Deneme türünün on yılda bir nabzını yoklamak iyi fikir, bu nedenle eski bir yazımdan ilham alarak çıkıyorum yola. Nereye gideceğini tam bilmeden, bir yola çıkış heyecanı vardır denemede.

Theodor W. Adorno’nun 1958’de yayımlanan “Biçem Olarak Deneme” adlı denemesine de bir aşamada değineceğim.

Deneme acaba geleceğin türü mü, diye sorular görüyorum internette dolaşırken. Türün yeni bir canlanma yaşadığı meydanda. 2015’te Nobel Edebiyat Ödülü’nün bir denemeciye verilmesi bile bunu gösteriyordu belki. Ben Sedat Simavi Ödülü’nü bir deneme kitabıyla aldım. Her jüri cesaret edemez buna. Deneme tekrar yükselişte sanki.

Şöyle bir öneri getireyim: Şu dönemdeki gibi zor zamanlarda, denemenin sıkılığı, içtenliği ve her şeyden önce özgürlüğü, bize taze cesaret veriyor.

Deneme, bir fikir yürütme sanatı. Düşünce özgürlüğünün has odası. Güzel söz söylemek yöntemiyle, yazmak sanatı yoluyla, düşünce üretmek. Bilim gibi değil. Felsefe gibi değil. Felsefeyle akraba. Ama hepsinden farklı olarak, sadece kendi iç tutarlığıyla bağlı, onun dışında her kurala karşı, tamamen özgür. Fikir ürettiği için sanat olmadığı, hatta edebiyat türü olmadığı iddia edilmiş, doğruyu aradığı için dokuz köyden kovulmuş bir tür.

Bence bal gibi sanat. Tam da fikir yürüttüğü için, aykırı bir sanat. Hayatla, deneyimle, gerçeklikle bir ilişki kurmak açısından, kendine bir iç gereklilik yarattığı ve bir dünya inşa ettiği için sanat, ama fikir ürettiği için şaşırtıcı, ayrıksı bir sanat. Başka disiplinlerden rol çalıyor. Statükoya, otoriteye öylelikle başkaldırıyor, meydan okuyor bir bakıma. Bunu nasıl yaptığına ve bunu yaparak nasıl edebiyatın namusunu koruduğuna bakalım birlikte. K24’te “Deneme” dosyası yapmayı biraz da bu namus için istedik.

                                                                   *

Deneme benim en sevdiğim edebiyat türü. Yazmayı da okumayı da çok seviyorum. Ama bazen sıkıldığım olur. Neden diye düşündüm. Cevap basit gibi göründü: her düşünce yazısı, her fikir çabası deneme değildir de ondan.

O zaman dedim, bir iddia atayım ortaya; bir yazı gerçekten deneme ise, bu adı hak ediyorsa, sıkılmazsınız.

Bayağı iddialı bir iddia oldu. Bunu bir hedef gibi koyuyorum. Bakalım doğru mu?

Neden sıkılmayız?

Birincisi, arayış. Yani merak. Bir keşif yolculuğuna çıkıyoruz. Heyecan var. Sorgulama var. sürükleyici bir şeye kapılacağım demektir.

Sonunda gerçekliğe dair bir cevher elime verilecek beklentisi var. Sorularıma hazır cevaplar değil beklediğim, birisi bana yol gösterecek diye de değil; çünkü deneme bunları yapmaz, ama başka birisi arayışını benimle paylaşacak diye heyecanlanırım. Bakalım benimkine mi benziyor, çok mu farklı?

Başka bir insanın doğrusunu, sorusunu, şüphesini, fikrini, inancını, kısaca gerçeğini paylaşmanın verdiği o müthiş elektriklenmeyi beklerim.

Elbette bağrını açmak, içini dökmek değil kast ettiğim, ille bir itiraf hazzı aramayız denemede, bunu da yapabilir elbette, ama asıl hakikattir aradığımız. Yoksa biraz mesafesi, ironisi, iddiası, hatta “gerginliği” de olmalı denemenin.

Fakat bütün bunları mümkün kılan çok temel bir şey daha vardır denemedeki hazda; yazarın doğruyu söyleyeceğine inanırım, daha baştan. Böyle bir sessiz sözleşme durur aramızda.

Bir insan kendi adına konuşuyor. Romanda ve öyküde olduğu gibi başka seslerle değil, maske takarak değil; şiir veya bilim gibi bütün insanlık adına da konuşmuyor, yalnız ve yalın kendisi olarak konuşuyor. Bir içtenlik sözkonusu. Bu da beni hemen etkiler. Öbür insan falan konuda gerçekten ne düşünüyor, ne hissediyor?

Eğer bu savım doğruysa, o zaman denemenin şu anda ya da herhangi bir anda hangi dönemeçte olduğunu, nereye gittiğini de biraz sezinleyebiliriz belki.

Bizlerin bireyler olarak arayışımız nedir? En çok neye ihtiyaç duyuyoruz, neyin eksikliği bize acı veriyor?

Beklentilerimiz, özlemlerimiz neler, nasıl bir dünyadayız? 

Öte yandan benim bireyselliğim nerede? Hangi kısıtlamalar altındayım? Olanaklarım neler? Kimliğimi, yerimi tanımlamada neredeyim?

Deneme arayış içinde olmanın adıdır bence. Deneme şüphe eder, soru sorar. Sizi de merak ettirir. Sürükleyicidir bu açıdan, sayfa çevirtir. Ya çok aykırıdır, sizi irkiltir, hatta bütün savlarına itiraz edebilirsiniz; ama bir uyarıdır ya da uyanmadır, şaşırtır; bazen de tam dilinizin ucundakidir. Sizin de dile getirmiş olabileceğiniz bir şeyi söylüyordur sanki.

Fakat her halde, daha önce olmayan bir şey atar ortaya deneme. Söylenmemiş, dillendirilmemiş bir şeyi söyler. Karanlıkta kalmış bir şeye ışık tutar. Bu yüzden özünde deneysel bir tür zaten. Cazibesi de buradan geliyor.

Gilbert Chesterton meseleyi güzel özetlemiş: “Yazı yazmak dediğimiz çılgınlığın, bilinmezliğe nasıl bir atlayış olduğu, denemenin daha adından bellidir.”

Diğer yandan, denemenin hiçbir şey kanıtlaması gerekmez. Bilim değil. Felsefeyle akraba ama felsefe de değil, sistem kurması, tez çürütmesi gerekmiyor. Bilim gibi kesin yöntemlere bağlı değil. Felsefe gibi kalıplaşmış mantık kurallarına bağlı değil.

Eleştirel olsa bile deneme bir savdır. Son sözü söylemez. Yeni bir bakış açısı getirir. Farklı soru sorar.

Sanırım şiirden sonra en eski edebiyat türü diyenler bile oldu deneme için. Platon’un konuşmaları, Seneca’nın mektupları, Marcus Aurelius’un düşünceleri, denemenin ilk adımları gibi görünür bana. Fakat daha çok modernliğe, modernleşme çağına aittir, çünkü birey olmanın özünü arayan bir tür. Bireysel özgürlüğün anayurdu, vatanı.

Daima yenilenir, ama sürekli de düşüncenin, duygunun, yani insan olmanın özünü arar deneme. Kendiliğinden ütopyacıdır. Yeni bir ufka doğru ilerleyen kelimelerden kurulur. Yolculuk ve keşif halidir. Yerinde duramazlığı vardır.

Çok da esnek bir tür deneme. Öykülenebiliyor, kurmaca içerebiliyor, şiirselleşebiliyor, öznel ya da nesnel, eleştirel veya sorgulayıcı olabiliyor. Bütün ihtiyaçlarımızı karşılayan bir tür.

Edebiyatın deney odası.

Düşüncelerimizi özgür bıraktığımız ve o özgür akışı bir yöntemle kısıtlamadığımız bir arayış.

Walter Benjamin haklıysa, bilgi bir yorumlama çabası ise, bütün yorumların anasıdır deneme bence.

Ayrıca, izinsiz düşüncedir. Kimseden izin almaz. Tersine. "Deneme itaatsizliktir" diyor Adorno. Bekçi, polis, sınır karakolu ya da kurallar yok. Sadece etik var. Dürüstlük. Bir nevi çıplaklık. Yaşanmış, kişiselleşmiş düşüncedir aktarılan. Bir deneyim paylaşılır...

Bu da bizi ikinci noktaya getirdi çoktan. Bireysellik. 

                                                                       *

Bireysellik derken, ille öznellik demiyorum. Nesnel bir tavır da alabilir deneme yazarı, ama bakış açısı kişiseldir daima. Başka bir insanı tanımak var burada. Gerçek bir temas.

Bir geçmiş, bir birikim, bir yorum ve bunların hepsini okunmaya, paylaşmaya değer kılan tek şey: içtenlik, dürüstlük.

Bir şeyleri sakındığınız ölçüde başarısız olur deneme, etkisi azalır.

Sakınmayacaksınız. Biraz cüret isteyen bir şey. Cesaret işi.

Gerçekle ve kendinle bir hesaplaşma, yüzleşme var.

Kendisini çırılçıplak göstermeye sadece edep ve terbiye kurallarıyla sınır koyduğunu söyler Montaigne.

Tabii her deneme bir otoportre olmak zorunda değil ama temelinde hep bu var, dürüstlük ve açıklık.

Kendini tanımak ve tanımlamak mutlak anlamda imkânsız belki, ama deneme bunun göze alındığı başlıca yer sanırım.

Serbestçe düşünmek ancak böyle mümkün olsa gerek.

Kendi düşüncemizi başkalarının düşünceleriyle zenginleştirme fırsatı verir bize deneme, sonra da kendi aklımızın ışığıyla düşünme olanağı sağlar.

Bence deneme birey olmanın odağıdır.

Bir tek insan bütün insanlık serüvenini yaşayabilir.

Kendisi kalarak bütün renkleri dener, kendi dışına çıkarak sınar kendini.

Sabahattin Eyüboğlu güzel söylemiş:

“İnsanların yarattığı tanrıların hiçbirini küçümsemeden ama hiçbirine bağlanmadan bütün inançları süzüyor merakla...” diyor Montaigne için.

Hiçbir kitabın ya da dogmanın kölesi olmadan.

Kendisiyle, hele toplumla, böylesine yüzleşmek kolay değil.

Düşüncenin kalıplarını, sistemleri kırarak kendimizi eleştirmek ve kendimizi aşmaya çalışmak...

İnsan adeta başka bir dil bulmalıdır kendini tanımak için. Şeffaf bir dil. Bize öğretilen her şeyden sıyrıldığımız, buyurgan olmayan, kendini beğenmeyen ama küçültmeye de çalışmayan, benliğine teyelsiz, dikişsiz tastamam uyan, hatta bazen kendini de şaşırtan bir dil.

Başkalarını ikna etmek için yazılmaz deneme.

Bilgi aktarmak için de yazılmaz.

Bazen yazarın bilgiçlik taslaması ya da bilgi aktarması hoşumuza gider kuşkusuz. William Gass’e göre, denemenin çeşitliliği içinde bazen karşımıza çıkan montajlanmış sesler, başkalarından yapılmış alıntılar da olabiliyor. “Alıntılardan da en az metnin kendisi kadar zevk alıyorsanız mükemmel bir deneme okuyorsunuz demektir” demiş Gass. Doğru, ama asıl bunun için okumayız denemeyi.

O kişinin katıksız bireyselliğini tatmak, duyumsamak için okuruz. İçten düşüncelerini paylaşıyorsa bizimle, yeterince bir itkidir bu, kendi düşüncelerimize ulaşmak için.

Düşünmek bir tavır olmaktan, bir beceri olmaktan çıkıp gerçek bir eyleme dönüşür o zaman.

Kendisi yorumlanmaya muhtaç sosyolojik olgu gibi yazı yazmak yok, kodlanmış dil kullanmak yok, belli uzmanlık alanlarının terminolojisine saplanmak yok, bunlar yoktur denemede.

Deneme münakaşa etmez. Önerir. Kanıtlamaz. Bağlantı kurar.

Elemez, aydınlatır.

Daha önce bakılmamış bir şeye ışık tutar.

Eğlendirebilir ama alay etmez.

Hiciv yapabilir ama yargılamaz.

Edebiyatın temelinin etik olduğunu kanıtlar deneme. Düşünmenin namusu diyorum ben buna.

Namuslu olmak o gün neyi gerektiriyorsa deneme daima o dönemeçtedir...

                                                                     *

Bir an durup halimize bakalım: Çok şey öğrendik ama hiçbir şey bilmiyoruz.

Bilgi çağındayız, bilge değiliz.

Kafamız karışık.

Deneme diye bir türün hangi dönemeçte olduğunu, nereye gittiğini söylemek için belki de bir toplumun, ülkenin, tarihin ve kültürlerin, edebiyatın, nihayette dünyanın nereye gittiğini saptamak lazım.

Benim bunları yapabilecek gücüm yok.

Ben sadece ne aradığımı, ne beklediğimi, neyi özlediğimi söyleyebilirim.

Doğruların söylenmesi mesela. O rahatlamaya duyduğum ihtiyaç.

Ölçüsüz itiraf değil kast ettiğim, iç dökmek, öfke kusmak ya da aşk ilan etmek de değil.

Bir ilişkinin açıklanması, irdelenmesi belki.

İnsanın kendine söylediği veya zorla kabullendiği bir yalanın üzerindeki örtünün kaldırılması...Yalandan kurtulmak diyebilirim.

Gereksiz yere alkışlanmış bir beğeni ya da başarının sorgulanması

Gölgede kalmış bir çabanın hak ettiği değere kavuşturulması.

Korkuların açık edilmesi... korkunun incelenmesi belki de.

Dürüstlüğün geçer akçe olmasına bir katkı.

Daha çok berraklık.

Bulanıklığa karşı bir duruş.

Kafa karışıklığımıza bir ahenk kazandırma çabası.

Hangi dönemeçte...işte o dönemeçte. Her zaman olduğu yerde.

Eyüboğlu: “Öyle bir zaman ki, insanın oturup serbestçe düşünmesi işlerin en gücü...” diyor.

Kendi keyfi için yazmak, gerçeği bulmanın belki de tek yolu...

“İnsanları birbirinden ayıran inanışları sorgulamanın belki de tek gerçek iman olduğu...”

Dediğim gibi namus bizi nereye yönlendiriyorsa o dönemeçtedir deneme...

Deneme edebiyatın namusudur diyorum ben.

Geleceğin insanları kendini orada bulacak en çok.

Her çağın namusu ayrı bir yerde olabilir.

Deneme çok esnek bir tür demiştim.

Bazı dönemler onun bazı becerilerine daha çok ihtiyaç duymamıza neden olabilir.

Ama temeldeki dürüstlüğü ve arayışı değiştirmez bence.

Denemeye onu edebiyat türü olmaktan çıkartan işlevler yüklemek istemiyorum.

Ama çok zorlanırsam medeni cesaret dönemecindeyiz derdim.

Çünkü yeniden bir korku çağına girdik. Eski korkularımıza yenileri eklendi, korkunun egemenliğindeyiz.

Kenara itilmek korkusu.

Saygı ve itibar görmemek korkusu.

Başka hayat tarzlarının ya da inanışların bizi yutup yok edeceği korkusu.

Korku politikalarıyla yönetiliyor, korku rejimlerinde yaşıyoruz.

Dünyayla birlikte korkuyoruz. İnsanların birbirine güveni kalmadı.

Birlikte korkmak korkuyu azaltmıyor.

Birlikte korkmak bazen korktuğumuz şeylerden daha çok tehlike yaratabiliyor.

Tek başına korkabilmek, korkuyla yüzleşebilmek isterdim.

Böyle bir çağda edebiyat bir direnç noktası olabilir.

Ben öyle inanıyorum ki, estetik yani güzellik üretmek ile, etik yani değer üretmek becerilerimiz arasında derin, içkin bir bağ var. Bu bizim şansımız.

Deneme bu içkin bağın, diğer edebiyat türlerine kıyasla daha elle tutulur, daha gözle görülür olduğu bir tür.

Sanki bir şeyler beni denemenin daha muhalif, daha eleştirel bir dönemeçte olduğunu söylemeye zorluyor.

Siyaset bilimcilerimiz ve tarihçilerimiz makale yazdıkları kadar deneme de yazsalar herhalde hayatımız daha zenginleşirdi. Felsefecilerimizin sesi pek az çıkıyor uzun zamandır.

Bilimsel makalelerin kendi gizemli dünyalarında saklandığı, polemiğin hayatımıza egemen olduğu, tartışma çokluğu ve karmaşasından başımızın döndüğü, düşünce ufkumuzun gazetecilikle sınırlandığı bir ortamdayız galiba.

Lezzetli siyasi deneme okumayalı, siyaset felsefesinden biraz esinti almayalı ne kadar zaman oldu? Hâlâ kavgasını yaptığımız bazı tarih dönemeçlerinin denemenin aydınlatıcı bakışıyla ele alınmasını özlemedik mi?

Korkularımızı felsefenin ışığıyla aydınlatan bir deneme kitabı bulsam baş ucumdan ayırmazdım.

Deneme okuyamadığımız için köşe yazısı okuyoruz. Açlığımız dinmiyor, artıyor.

Doğu ile Batı arasında köprü kurmaktan hepimiz köprü mühendisi olduk.

Doğu ile Batı ilşkisi üzerine bizi heyecanlandıran bir deneme girişimini en son ne zaman okuduk? Hatta edebiyat....Tanpınar’ın içtenliği ve adanmışlığıyla edebiyatımıza yeni düşünme yolları açan denemeler özlemedik mi?

Sanırım bütün bu sorular denemenin en azından bizlerin hayatında nasıl bir dönemeçte olduğu hakkında yeterince ipucu veriyor.

Geçmişteki ve halen yaşamakta olduğumuz büyük travmalar dururken, hayatın yeniden keşfedilmesindeki tazeliği korumasını bekliyoruz denemeden.

Eleştirel düşüncenin ve felsefenin gerilediği bir çağda olduğumuzu, denemenin yeniden bu kaynaklardan beslenmesi gerektiğini, ama kitabın ve okumanın bile tehlikede olduğunu düşünüyoruz belki de.

Bu sorunlar nasıl bir dönemeçte olduğumuzu daha çok berraklaştırıyor.

Ama ben tam de bu nedenle denemenin bir yeniden doğuş eşiğinde olduğuna inanıyorum.

Denemenin altın çağını geçmişte değil gelecekte arıyorum, bekliyorum.

Çünkü ben post-modern çağın travmaları ardından şimdi bir yeni varoluşçuluk döneminin açıldığına inanıyorum. Ya da, öyle umuyorum dersem daha doğru olur sanırım.

Herkesin kendi gölgesiyle tanıştığı bir tür derdim deneme için. Ancak ondan sonra dünyaya gerçekten açılır, kendimizi dünya vatandaşı hissedebiliriz. Deneme, kendini tanımanın, yani edebiyatın giriş kapısıdır belki de.

                                                                  *

Bakalım, Adorno ne demiş. “Biçem Olarak Deneme” tarihsel açıdan önemli bir deneme bence. Gerçi, Lukacs denemeyi sanat olarak tanımlamakta hatalıydı, diyor Adorno, deneme sanat değildir, diyor, fakat sonra kendisi de sanat gibi, özerk bir biçem, kendinden başka kimseye sorumlu olmayan bir biçem olarak tanımlıyor denemeyi.

Kendisiyle çelişmekten geri durmamış. Çünkü biliyor, statükoya karşı koymanın en elverişli araçlarından biridir deneme. Yazıldığı anda istediği etkiyi yapmasa bile, o etki mutlaka bir gün hedefini bulur. Okuyan ve yazan insanlar olduğu sürece tabii.

1950’lerin Almanya'sında, akademik dünyanın kurumsal otoritesinden bunaldığı için, bu otoritenin dışladığı, küçümsediği, geleneksiz yani köksüz bulduğu, melez sayarak aşağıladığı bir tür olarak savunmaya başlamış denemeyi. İyi de etmiş bence.

Muhaliflerin en önemli entelektüel barikatıdır diyebiliriz deneme için; sıradanlığa ve otoriteye set çekmek açısından

Deneme bilimsel metod, rasyonel felsefe, Kartezyen kurallar anlamında bütünsel ve bitirici değildir, diyor Adorno. Statükoya, sisteme, bütünsel yani totaliter bakışa, Kartezyen kurallara karşıdır diyor.

Adorno’ya göre deneme, sadece onu yazan kişinin niyetiyle belirleniyor.

Denemede önemli olan iç tutarlılık, deneyimle ilişki ve belki de en önemlisi, hakkında yorum yapılan nesnenin yahut olgunun kendi yaşantısına sadık olmak, ona saygı duymak.

Denemede tamamlanış beklemiyoruz, kesin sonuç aramıyoruz. Biraz parçalı olabilir, bazen rastgele bile durabilir. “Çatlakların içinden yürüyerek bütünlük kazanır deneme, onları örterek değil.”

Parçalı ve kesintili olmak denemenin esası zaten; hedefi 12’den vurmak ütopyası ile, yanılgı ve geçicilik bilincinin birleşmesidir deneme, Adorno’ya göre. Programlı değil el yordamıdır. Bir yerinde bütünlük parlasın diye umar, ama asla bütünlük iddia etmez.

Deneme sınıyor, kuşatıyor, kavrıyor, tartıyor, hissediyor, her yönüyle düşünüyor, her açıdan yaklaşıyor, yazıldıkça oluşuyor, organik bir düşünme tarzı.

Kesin sonuca varmıyor ve bu yüzden biraz suçluluk bile hissediyor belki, ama açık uçlu olması belirsizlikten değil, özgür olmasından. Ona renk veren de bu özgürlüğü.

Başka düşünme türlerine kıyasla, deneme hem daha açık, hem daha kapalı, Adorno’ya göre. Sistem reddettiği için açık; kendi sunumuna odaklı olduğu için kapalı. Bir tek bu açıdan sanata benzediğini söylüyor Adorno!

Teoriyle akraba, ama teoriye bağlı değil; kritik formun anasıdır deneme. Bir şeyin yeni gözle görülmesinin koşullarını hazırlar.

“Zekice deneme başka metinlere dayanır, onların bir otoritesi varmış gibi kendine bir zemin yaratır, o zeminin sallantılı olduğunu bilse de. İdeolojik cepheleri alaşağı eder böylece.”

Kültürün hem yapaylığı hem de olanca doğallığı çıkar böylece ortaya, diyor Adorno.

Durağan değil hareketli, katı değil esnektir deneme.

                                                                     *

Böylece, son olarak, en önemli noktaya geliyoruz. Mutluluk.

Deneme, sonuçta tıpkı retorik gibi mutluluğu hedefliyor, özgürlüğünde.

Nesneler, olgular, her şey kendisi olsun diye çabalıyor.

Adorno’ya göre merak, düşüncenin haz ilkesi.

Denemenin hedefi yeni olandır, adı konmamış olan. Bağlantılar kurmasıyla müziğe benzer. Mantığı varoluşsaldır, karşıtlıkları selamlıyor. Sunuşunda değil, içeriğinde arayacaksınız mantığı. İnşaatta arayacaksınız. Bu nedenle dinamik. Ama kurduğu bağlantılar bir yandan da statik, tıpkı görsel sanattaki gibi, çünkü inşaat var. Gerilimlerden denge sağlanıyor.

Nesneye, deneyime teslim oluşuyla, deneme varoluşsal bir yoğunlaşma sağlıyor. Üstelik organik bir şey, hep kendinin farkında.

Adorno’nun en çok bu mutluluk ve haz ilkesine yaptığı vurgu hoşuma gidiyor benim de.

Retorik, yani güzel söz söylemek, müzik yapmak, hayatı kutlamak gibi bir mutluluğu var denemenin.

Kavramlarla çalışsa bile kavramsal kabuğu sürekli dinamitliyor, yaramazlık yapan bir tür.

Adorno güzel bir ifade kullanmış. Bir olgu ya da nesne, henüz ışık geçirmiyorsa, saydamlaşmamışsa, deneme onu kutuplarına çeker ve içindeki potansiyel gücü, yani ışığı ortaya çıkartır, diyor.

Kavramların iç içeliği bir örgü ya da örüntüdür denemede.

Nihayette de, ortodoksluğa karşıdır. Heteredoks, heretik, verili inançlardan ayrılış var burada.

Kendi yoluna gidiş var. Islık çalarak ormanda yürümek gibi. Şans ögesi ve oyun var.

Denemenin ironik tevazusu, iddialı oluşunun bir parçası.

Aradığı tek şey sahicilik.

Bana kalırsa, tam da bu nedenle, edebiyata değer verişimizin namusu.

Deneyimi, kişisel tarihi, bütün tarihle buluşturur deneme.

Merak edecek, doğruyu söyleyecek, risk alacak.

Asıl hedefi mutluluk olacak.

Bir arı kovanı, yahut kuş sürüsü gibi düşüneceğiz onu.

Bitmediği halde, bitmiş gibi yapacak.

Parça, bütünü çağrıştırır. “Ruhumuz bir kez mutlulukla titrediyse, bütün sonsuzluk o an için çalışmıştır” diyor Nietzsche. (Namık Kemal: “Dünyada bir mutlu gün yoktur ki, mutluluğu dünden hazırlanmamış olsun.” Acaba akraba mıydılar?)

Evet ama, diye araya giriyor Adorno, denemede olduğu gibi mutluluğa entelekt yoluyla ulaşıyorsak, entelekt bir an gelip o mutluluğu bozar mutlaka. Huyudur yani, duramaz. İşte bu nedenle heretik yani “mültezi” olmak zorundadır deneme. Ortodoksluğu aşarak, ortodoksluğun gizlemeye çalıştığı şeyi ortaya çıkartır.

O şey, mutluluk olmasın sakın?

Ölümlülüğe karşı cılız, ama yegane duruşumuz. Yalansız ve çıplak.

O ölçüde, edebiyatın namusu.