David Foster Wallace ve edebiyat muhabbetlerinin tehlikeleri

Eğer David Foster Wallace’ın dönemindeki edebiyat muhabbetleri bugünkü kadar kapsamlı bir iz bırakmış olsaydı, daha tutarlı bir biçimde hatırlar mıydık acaba bu edebiyat muhabbetlerini?

28 Nisan 2016 13:30

David Foster Wallace’ı biraz tanırdım, çok sözü edilecek kadar bir tanışıklık değil aslına bakılırsa, ama kitapları hakkında pek çok yazı yazmıştım. Infinite Jest kitabının tanıtım turunda Wallace’la yaptığım röportaj şaşkınlık verecek kadar uzun bir süre ilgi gördü. Makale derlemesi A Supposedly Fun Thing I’ll Never Do Again hakkında New York Times Book Review için; kısa öykü kitabı Oblivion hakkında Salon için değerlendirme yazıları yazmıştım. 2008’deki intiharına dek ne zaman en sevdiğim yaşayan yazarı sorsalar Wallace’ın adını verirdim ve ekseriyetle şaşkınlık ve kuşkuyla karşılanırdım. David Wallace kişisiyle neredeyse hiç tanışıklığım yok gibiydi, ama Wallace’ın şöhreti bambaşka bir mesele.

Bu ikisi hiçbir yazar için aynı şey değil. Bu söylediğime prensipte çoğu kişi katılıyor ama iş gündelik yaşamda bunu akıllarında tutmaya gelince zorlanıyorlar. Bir şöhretin şöhreti bile tahrif edilmeye müsait. Wallace’ın yaşadığı dönemde geniş kitleler tarafından “müthiş” bir yazar olarak görülmediği gerçeği bile çabucak unutulmuşa benziyor. Tabii ki bir yazarın şöhreti yıllar içinde değişir, böyle olması beklenir zaten. Edebi eserlerin önemi, içinde yaratıldıkları zaman geride kaldıkça azalır ya da çoğalır; yeni okurlar bu eserlere yeni duyarlılıklar getirirler.

Ama bir şöhretin nasıl dönüştüğüne dair hafızamız da kendi içinde dönüşüyor, ya da en azından Wallace’ın durumunda böyle olmuş gibi görünüyor. Birden fazla eleştirmenin de belirttiği üzere Wallace’ın ölümü ve bu ölümün Wallace’ın kişisel acılarını ortaya dökmesi; ikonik, posthumöz bir Wallace imajı yarattı. Wallace’ın bazı arkadaşları bu imajı “Aziz Dave” diye adlandırıyorlar. Eleştirmen Christian Lorentzen mesela, New York dergisinde Aziz Dave’in David Wallace’ın “bir taraftan erdem dağıtan bir bilgeye, diğer yandan kestirmeden Acı Çeken bir Ruh Olarak Yazar’a” indirgenmiş hali olduğunu yazmıştı.

Ama Lorentzen bile bu akımdan kendini tam olarak kurtarmış değil. Lorentzen, Wallace’ın arkadaşı Jonathan Franzen’ın yeni romanı Purity hakkında bir eleştiri yazısı yazarken Franzen’ın pislik bir herif olmaktan ibaret olan şöhretini Wallace’ınkiyle kıyaslıyor. Franzen, Wallace’ın edebiyatında “sıradan sevgi”nin eksikliğine dikkat çekmiş olsa da Lorentzen şöyle diyor: “Burada paradoks şu ki, Wallace’ın okurları onun kitaplarını okuduklarında kendilerini sevilmiş hissediyorlar ve bunun karşılığında da yazarı büyük bir tutkuyla seviyorlar.”

Bu muhtemelen Lorentzen için geçerliydi. Fakat ben Wallace’ın edebiyatını çok sevmeme rağmen, onunla kurduğum ilişkiyi (bırakın yazarın kendisiyle olan ilişkimi) bu şekilde açıklayacağımdan pek emin değilim. Wallace okurlarının zamanında Wallace’ın işleriyle kurduğu ilişkinin “Wallace tarafından seviliyor gibi hissetmek ve karşılığında Wallace’ı çok sevmek olduğu” fikrine gelince... Bu o döneme dair hatırladığım her şeyle çelişiyor. Bir dönem kitaplarla ilgili yazıların yayımlandığı bir yayını yönetiyordum ve bu dönemde Wallace’ın edebiyatına dair yazı yazmak isteyen hayranlarından çok fazla talep alıyordum. Wallace’ın karmaşık fikirleri ve biçemleri, konuşurmuş gibi rahat ve geniş bir düzyazı biçiminde aktarmasından mest olmuş olan bu kişiler –çoğunlukla da ateşli genç erkekler- çok hevesli olurlardı genelde. Wallace’ın ne kadar zeki olduğunu belirtmek, sanat ve yabancılaşma üzerine söylediklerini açıklayan yorumlar yapmak ve ciddi yazarların tüketim ve eğlence kültürünün yapaylığını sorgulamalarının neden gerekli olduğunu anlatmak isterlerdi. Ne kadar komik olduğunu Wallace’a teslim etmek isterlerdi. Bu kadar zeki olup bir yandan da sersem sersem “Depend Marka Hasta Bezi Yılı” gibi müstehcen espriler yapmasına bayılırlardı. Ama hiç sevgiden bahseden olmuyordu. Aslında, adamakıllı bir insani duyguya (yabancılaşmadan başka) değinen hiç olmuyordu bu yazı taleplerinde. (Tabii bir yandan bu taleplerin çoğu dipnot içeriyordu.)

Bu durum canımı sıkıyordu. Wallace’ın en tutkulu okurları, Wallace’ın çalışmalarına dair –benim bildiğim- edebi çevrelerde pek çok kişi tarafından dile getirilen ortak, dışlayıcı tavrı tartışan herhangi bir yorum yapmıyordu bile. Bu noktada bu söylediklerim biraz kaygan bir zemine oturuyor çünkü elle tutulabilecek kanıt çok az. Uzun vadede bir yazarın şöhreti ne kadar çok okunduğundan ziyade çalışmalarıyla ilgili yapılan derinlemesine eleştirel çalışmaların çok olup olmadığına, edebiyatına kurumsal ve akademik ilgi olup olmadığına göre belirleniyor. Tüm bunlar izi sürülebilir ve ölçülebilir şeyler. Kısa vadede ise bir yazarın duruşunu anlamak ve tarif etmek daha zor. Bu duruş hakkında yazılan yazıların, yayımlandığı mecralarda nasıl yer aldığına ve ne kadar yer kapladığına, belli başlı yayınlarda çıkan söyleşi ve portre yazılarının sayısına ve tonuna göre belirleniyor. Yine de, bir yazarın nâmı gayriresmi bir biçimde ortaya çıkıyor demek yanlış olmaz; yani yazarlar, okurlar ve eleştirmenlerin kendi aralarındaki konuşmalarında. Bir yazar yaşarken şöhreti, bir başka yazarın ona saygı duyup duymadığı, “herkesin” yeni kitabını okuduğuna dair bir izlenim alıp almadığınız, ya da verdiği söyleşilerde ne kadar iyi durduğu ve buna benzer ölçülemez faktörlerle şekilleniyor, özellikle de yazarın kariyerinin ilk dönemlerinde.

Bu tip şeyler –adına edebiyat muhabbetleri diyelim- gelip geçici olabilir ama yazarın çalışmasının resmi algısını da kesinlikle şekillendiriyor. Gittiğiniz yaratıcı yazarlık okulunda ya da kitap tanıtım kokteylinde herkesin ismini takdir ve saygı ile andığı bir yazarın bir kitabının değerlendirmesini yazarken biraz abartma yoluna gidersiniz. Ya da tam tersi; aklınızın bağımsızlığını ispatlamak ve söylenenlerin aksi yönüne gidebildiğinizi göstermek için, bütün bu ortaya atılan sözlerin ataletine direnmeye çabalarsınız. Kitap değerlendirme yazıları yazanlar bu tip faktörlerden etkilendiklerini kabul etmek istemezler ama tüm okurlar, yazarlar ve eleştirmenlerden tamamen kopuk yaşamayı becermedikleri sürece bu konuda yapacakları bir şey olduğunu düşünmüyorum.

Aslında edebiyat muhabbetleri artık eleştirilerde hiç olmadıkları kadar önemli bir rol oynuyor çünkü bir zamanlar özelde ve anlık olan, artık kamuya açık ve masum. Facebook ve Twitter gibi sosyal medya platformları bugün bu tip edebiyat muhabbetlerinin en çok gerçekleştiği yerler ve bu muhabbetler dijital ve basılı gazeteciliğe de sıçrıyor; gazeteciler söyleşilerde söylenen ve Twitter’da cevabı verilen sözleri kullanıyorlar, bu sözleri gündeme getirerek Twitter’da daha da çok cevap yaratılmasına neden oluyorlar. Bütün bunlar, pozitif ya da negatif olarak, sonunda yazarın medya personasının bir parçası oluyor; elbette bu da o yazarın işine dair bir değerlendirme yazısı yazarken mutlaka işaret edilmesi gereken bir nokta haline geliyor. Yazarlar tweet attıklarında –çoğu yayıncı tweet atmalarını istiyor zaten- çalışmaları ile personaları arasına neredeyse bir çizgi çizemez hale geliyoruz. Şair Patricia Lockwood mesela, elbette şiirlerinden dolayı beğeni topluyordur (zaten şiirlerinden biri internette yayımlandıktan sonra çok yayılmış ve sosyal medyada patlama yapmıştı) ancak Lockwood’a dair Times dergisinde bir portre yazısı çıkmasının sebebi şairin Twitter hesabı. (53.000 takipçisi var.)

Aynı şey personaları sosyal medyada yerle bir edilen isimler için de geçerli. Lorentzen’in Franzen’la ilgili yazdığı yazının yarısı bu edebiyat muhabbetlerinden detaylarla dolu mesela: Franzen’ın kendi çalışmaları ve başkalarının çalışmaları ile ilgili söyledikleri, başkalarının onun hakkında söyledikleri, yazdığı kişisel makalelerden ve yeni biyografisinden çıkarsanan otobiyografik detaylar, toplumsal ve ekolojik meselelere dair düşünceleri, çeşitli skandalları ve söz dalaşları, yapmakla itham edildiği gaflar, parçası olduğu TV projesinin başarısızlığı, eski romanlarının –ve yenisinin de- hakkında çıkan değerlendirme yazıları ve portreler... vs. Görünürde bu yazının yazılma nedeni olan Purity romanı, böylece bir ikincil mesele halini alıveriyor.

Gazetecilik için bir anlamı var bütün bunların. Çoğu insan Purity’yi okuma fırsatı yakalayamadı henüz, fakat bir yandan da Franzen ile ilgili bir dergi yazısını okumakla şöyle ya da böyle ilgilenebilecek pek çok kişinin 500 küsur sayfalık bir kitabı okumaya pek niyeti de olmayacaktır. Franzen’ın –bir nevi edebiyat muhabbetleri potpurisinden ibaret olan- personasının şimdi kendine ait bir kitlesi var; bu personadan nefret etmekten ciddi bir haz duyan bir kitle. Her ne kadar Franzen’ın edebiyatı şöhretinin nedeniyse de, artık Franzen’a ve bu şöhreti hak edip etmediğine dair bir fikir sahibi olmak için Franzen’ın kitaplarını okumaya ihtiyaç yok. Elbette Franzen’a dair yazılan bir portre yazısı hakkında atılan tweet’ler hakkında yazılan bazı tweet’leri okumak ya da değerlendirme yazılarından –tweet’i ilk atan kişinin okuyup okumadığından ya da yazarın dediklerini gerçekten doğru bir biçimde temsil edip etmediğinden bile emin olamadığımız- alıntılar cımbızlamak çok daha az vakit alan bir şey. Dahası, bu tip okurları hiçbir şey zaten inandıkları bir şey hakkında güzelce yazılmış bir doğrulama metninden daha çok çekemez. Romanın kendi başına pek esamesi okunmaz. Edebiyat muhabbetleri meselenin bittiği yer haline geliverir.

Eğer David Foster Wallace’ın dönemindeki edebiyat muhabbetleri bugünkü kadar kapsamlı bir iz bırakmış olsaydı, daha tutarlı bir biçimde hatırlar mıydık acaba bu edebiyat muhabbetlerini? Belki de… Yine de bilemiyorum. Wallace’la yaptığım söyleşi yayımlandığında yirmili yaşlarının sonundaki pek çok yazar “yazarın hakikiliği” hususunda kafamı ütülemişler, beni deyim yerindeyse haşlamışlardı. Persona olarak, Wallace kendi döneminin Franzen’ıydı. Bir refleksin sonucu olarak güvenilmez bulunuyordu çünkü Times’da onun hakkında da çok heyecanlı yazılar çıkıyor, o da “genç dahi” diye niteleniyor ve yeni bir neslin sesi olduğu iddia ediliyordu. Edebiyat çevrelerinden genç insanları kızdırmanın en garantili yolu, edebiyat çevresinden bir başka genç figürü “neslinin sesi” olarak sunmaktır. Bütün bu sorgulamaların teması 90’ların sonunda, yazarların sinsi bir biçimde pazarlandıklarını düşünmeleri; Wallace’ın kitlelere hitap etmek üzere tasarlanan bir yayıncılık balonu olduğuna inanmaları ve bu tip inançlarının aksini savunan tutkulu ve kocaman bir değerlendirme yazısının onları Infinite Jest’i denemeye ikna edebilecek olmasıydı. Sanırım bu konuda pek başarılı olamadım.

Infinite Jest yerini bulmaya başladıkça onu dahiyane bir roman olarak görenlerin sayısı çoğaldı. Yine de bu hâkim, genelgeçer görüş değildi; özellikle de edebi çevrelerin bu gerçekle pek temas etmediğini düşünecek olursak. (Infinite Jest 1996 Ulusal Eleştirmenler Birliği Ödülü’nde [National Book Critics Circle Awards] finale kalamadı, çünkü yirmi dört kişilik seçici kurulun hiçbiri kitabı okumamıştı.) O dönem Wallace hakkındaki edebiyat muhabbetleri Wallace’ın çok zeki olduğunu ama muhtemelen kendi iyiliği için biraz fazla zeki olduğunu; çok uzun, büyük ihtimalle aşırı uzun bir roman yazdığını, kitabın çokça postmodern öge barındırdığını (en göze çarpanı sayısız dipnotlar) ve bu ögelerin de mantıklı bir okurun kabul edebileceğinden çok daha fazla olduğunu bildiriyordu. Bütün bunların da ötesinde Wallace’ın edebiyatı çok çetrefildi ve muhtemelen okuma sıkıntısına katlanmaya değmezdi. Çok zekiydi, edebiyat muhabbetlerini döndürenler de bunu onaylamıştı, ama gerçek, insani duygular barındırmıyordu.

Bu tip edebiyat muhabbetlerinin izleri Wallace hayattayken Wallace hakkında yazılmış olan değerlendirme yazılarında bulunabilir. Yayımlanmış tüm kısa hikâye derlemeleri gibi kederli, kasvetli bir yakarış olan Oblivion’u Walter Kirn, Times’da “Spock gibi bir mizacı olan” ve “bir dahi”nin yazdığı bir eser olarak tarif ediyordu ve ekliyordu: “En azından ‘Bronx Fen Lisesi’nde satranç büyükustası olmak’ gibisinden bir dahilik. Kelime haznesi var. Enerjisi var. Büyük fikirleri var. Tavrı doğru. Sadece, sesi çoğu zaman, kendini ifade etmeye fazlaca meyilli bir Teneke Adam gibi çıkıyor. ... Belki de Oz Büyücüsü’nün bu adamı biraz sevmesi lazım.” Kirn tekil bir örnek değildi. Sık sık kendimi Wallace’ın böyle indirgemeci bir şekilde algılanmasına karşı Wallace’ı savunurken bulurdum, insanlar Wallace’ın ismini duyduklarında bile irite olup hiddetlenirlerdi, ama sorsanız hiçbiri kitaplarını okumamıştı. “Ne olmuş yani dipnotlarla yazıyorsa,” diye homurdanmıştı bir kez bir romancı arkadaşım: “Dipnotu Robert Coover ve Nicholson Baker daha önce kullanmışlardı!”

Wallace’a sempati duyan Wyatt Mason ve A. O. Scott gibi kimseler bile Wallace’ın edebiyatını candan, manevi mesajlar vermek yerine (şimdi bu adam Aziz Dave olarak görülüyor!) biçem arayışlarına kafayı takan bir edebiyat olarak değerlendiriyorlardı. Dinamikler Wallace’ın intiharıyla tam tersine döndü. Wallace’ın çalışmalarını başından beri takip edenler için hayret verici bir durumdu bu. David Lipsky’nin Wallace ile 1996’da gerçekleştirdiği bir dizi söyleşinin deşifresini içeren “The End of the Tour” filminde romancımız, bir gazeteciye, edebiyatında sürekli problemli ve kaçamak bir yer teşkil eden “kişisel hakikilik” konusunda adeta bir ders veriyordu. Lipsky’nin Wallace’ın ölümünden sonra yayımlanan kitabının başlığı“Although of Course You End Up Becoming Yourself” (Tabii Yine En Sonunda Kendiniz Oluyorsunuz) bile Wallace’ın personasının –Wallace’ın müdahale alanının dışında- mükemmel ama biraz soğuk bir rütbeliden, edebi kişisel gelişim vaazları dağıtan birine dönüşümünü gözler önüne seriyor.

Wallace’ın bu iki algılanış biçimi de yanlış değil; 1996 yılında bile sık sık Adsız Alkolikler’in klişe vaazlarında gömülü değerli gerçeklerden ve zeki geçinenlerin bunu nasıl takdir edemeyeceğinden bahsederdi. Kimse onu 2005 yılında Kenyon Koleji’nin diploma töreninde o ilham verici konuşmayı yapmaya zorlamadı –ki sonunda bu konuşma Wallace’ın yazdığı en ulaşılabilir ve en çok okunan metin haline geldi. Hem edebi biçemi yeniden yaratan dişli ve külfetli bir yazar hem de okurlarına dokunacak karakterler ve durumlar sunmayı arzulayan; okurlarının birbirlerini ve kendilerini nasıl dar perspektiflerden değerlendirdiklerini tekrar düşünmelerini talep eden ve sık sık söylediği gibi okurlarının kendilerini daha az yalnız hissetmelerini isteyen bir sanatçıydı. Tüm büyük edebiyat eserleri gibi onun kitapları pek çok şeyi aynı anda yapıyordu.

Bir yandan da, edebiyat muhabbetleri gözünü tek bir yere dikmez, kararlı değildir. Dışarıdan bakıldığında yazarın personasını yalnızca tek bir şey olabileceğine inanıyormuş gibi görünür: pislik bir herif, mesafeli bir zeka küpü, acı çeken bir aziz… Edebiyat muhabbetleri hoşgörüsüzdür, evet; gerçeklere dayalı itirazlara da kapalıdır ama bu yarım ve seçici kanıtlar üzerine inşa edilen tüm güçlü fikirler için geçerli. Dayanağımız ne kadar zayıfsa fikrimizi o kadar hiddetle savunuruz. Bildiklerimizle uyumlu olduğu için inanmayız bu fikre –neticede hemen hemen hiçbir şey bilmiyoruz- bu belirli şeye belirli bir zaman diliminde inanmamız gerekiyordur, gerçeğin ne olduğundan bağımsız olarak... O fikre inanmak amaçlarımıza uyuyordur, bu amaçlardan biri, hakkında fikir beyan ettiğimiz kitapları okumaktan kaçma arzusu gibi eften püften bir şey olsa bile. 

 

 

Bu yazı 2015 yılının Ağustos ayında New Yorker'da yayımlandı ve yazarı Laura Miller'ın sadece K24'e özel izniyle Türkçeye çevrildi. Hiçbir şekilde kopyalanamaz ve başka mecralarda yayımlanamaz. 
Çeviri: Elif Bereketli