Cümbüşçü Karıncalar

Pınar Selek'in yeni romanı Cümbüşçü Karıncalar yarından itibaren raflarda ama önce romandan tadımlık bir bölüm K24 sayfalarında...

17 Mayıs 2018 14:12

Yarım saat sonra, Manu minik garın önünde bekliyordu. Azucena onun çilli burnuna bakıp gülümsedi.

“Nerede kaldın tatlı dost! Seninle biraz konuşmak istiyordum ama vakit kalmadı.”

Her zamanki gibi uzun uzun kucaklaştıktan sonra istasyon binasının doğu cephesini çevreleyen küçük alana, iki ayak bir de uzun tahta koydular, üzerine sepetleri yerleştirdiler. Sahiplerini bekleyen meyve sebze dolu renk renk sepetler. Sırtlarında Riquier Garı’nın duvarı, karşılarında rayları kuşatan vahşi bitkilerle dolu arazinin demirden sınırı, solda peronlardan birine açılan ve bahçe kapısını andıran küçük giriş, sağda kaldırım, kaldırımın öbür ucunda da ortalığa neşeli bir ferahlık saçan büyük ıhlamur ağacı.

Azucena ağaca göz kırparken Manu arabadaki kasaları indirip

tezgâhın kenarına yığdı.

“Bak sana sandalye yaptı arkadaşlar... Küçük bir minder koyduk. Daha rahat edersin.”

“Ne konuşmak istiyordun?”

“Vakit yok şimdi. Paketi almaya gelecek olanlar görmemeli beni. Birazdan damlarlar. İşler kızışıyor. Bilimkurgunun içine düşüyoruz. Suyumuzu yavaş yavaş ısıttıkları için fark etmiyoruz ama yakında kaynamaya başlayacağız.”

Cümbüşçü Karıncalar, Pınar Selek, İletişim Yayınları

Azucena’nın gözü Manu’nün kısa saçlarından geniş alnına düşen sarı kızıl perçeme takıldı. Bu genç kadın Paranoyaklar grubunun kurucularındandı. Lyon’da deliren Azucena’nın

Nice’e gelir gelmez onları bulması tesadüf değildi. Ne demişti Aleks? Divane...

“Akşam beşe kadar gelenler olacak. Paketler sepetlerin dibinde. Şifreyi değiştirdik. ‘Bu istasyondan Afrika’ya tren var mı?’ Tekrar ediyorum... ‘Bu istasyondan Afrika’ya tren var mı?’”

“Ben ne diyeceğim?”

“‘Hangi Afrika?’ diyeceksin. Onlar da sana ‘Yeşil Afrika,’ diyecek.”

“Tamam...”

“Bu paketi sana hazırladık. Ellerimizle yaptığımız güzel yemekler. Zarfın içinde de biraz harçlık var. Hepimize düşen miktarda... Pazartesi görüşürüz. Dikkatli ol dostum.”

Azucena küçük kamyonetin uzaklaşmasını gözlerini kısarak izledi. Ortalıkta ebe yokken saklambaç oynayan Paranoyakların arasında ne işi vardı? Neymiş, yakında kaynamaya başlayacakmışız! “Bunlar benden de deli...” Belki de bu yüzden içini kaynatıyordu Manu ve arkadaşları. Her an kahkaha atmaya ya da ağlamaya hazır bakışlarını seviyordu.Tanımadıkları küçük bir çocuğun peşinden dünyanın öbür ucuna kadar gidebilme potansiyellerini. Sabırlarını, cesaretlerini. Dağınık güçlerini. Ayrıca bu deli oyun Azucena’yı onlar kadar korkutmuyordu. Buradaki tezgâhın başına kolay kolay bir şey gelmezdi. Devlet demiryollarıyla, tarım üreticisini koruma dernekleri arasındaki anlaşma sayesinde, ülkenin pek çok yerindeki garlar üreticiden gelen meyve-sebze sepetleriyle doluydu. Yani ortada dikkat çeken bir durum yoktu. Şanslarına, Riquier Garı’ndaki demiryolu işçileri, olup bitenleri anlamasalar da, tezgâhı neşeli bir sükûnetle idare ediyorlardı. Bu sayede, iki yılı aşkın bir süredir, mahalle sakinleri her pazartesi, çarşamba ve cuma saat 11’den 17’ye kadar Kırmızı Ayakkabılı Divane’yi nerede bulacaklarını biliyorlardı. Tezgâh, sadece yolcuları değil, geleni geçeni karşılıyordu. Gezineni, komşu esnafı, işçiyi, işsizi, güçsüzü; herkesi. Aydınlıkta ve gölgede. Azucena, iç sesini hızla yitiren mahallenin gurur kaynağı olmuştu. Bu yüzden kimse dokunmuyordu soluk kaldırımın üstüne konan bu tuhaf ama güzel çiçeğe. Üstelik bu dağıtım noktasında para alışverişi olmadığı için mali kontrol tehlikesi de yoktu. Paranoyak grubunun korktuğu şey başkaydı. Tezgâhın işlevi sadece meyve sebze sepetlerini sahiplerine dağıtmak değildi çünkü.

“Bu istasyondan Afrika’ya tren var mı?”

“Hangi Afrika?”

“Yeşil Afrika.”

Azucena, tezgâhın altından el kadar bir sepet çıkardı. İçinde bir tutam salata. “Salatanın altında.” Simsiyah tenli, ince dudaklı, sıcak havaya rağmen ceketini pırlanta gibi taşıyan adam, ona küçük bir gülücük fırlatıp elindeki küçük sepetle uzaklaştı.

Böyle geçti saatler. Tatlı gülücükler, göz kırpışlarla. Bu insanlara nasıl ulaşıyordu yeni şifre? Sonra ne oluyordu? Afrika’ya Riquier’den trenle gittikten sonra? Ya da Paris’e yelkenliyle uçunca.

“Afrika’ya tren var mı buradan?”

Azucena, karşısında dikilen küçük sırt çantalı, kocaman dudaklı kadına baktı; diğeri soruyu “Bu istasyondan Afrika’ya tren var mı?” diye düzeltince, ona sıcak bir gülümseme

sundu: “Hangi Afrika?”

Yetmişini aşmış bir kadın geldi. Toparlak, ağır yürüyen. “Afrika’ya tren var mı buradan?” Motosikletli bir genç. On altı yaşlarında sarı bir oğlan. Bir de her zamanki kooperatif abonesi mahalleliler. Parasını önceden ödedikleri sepetlerini almaya geliyorlardı. Onlar hemen gitmiyordu. İzin verse, ilişeceklerdi tezgâhın kenarına. Bir şekilde savuşturuyordu hepsini, öbür işi fark etmesinler diye. Öyle de... Gelenler durmak istiyordu. “Başka gidecek yer yok. Hele cüzdansız hiç. Eskiden bu meydanda banklar vardı... Kaldırdılar. Dışarı çıkınca durmak yok artık. Yürü yürü nereye kadar? Zaman hızla geçiyor, ben durmak istiyorum. Eşi dostu görüp biraz laflamak.

Azucena için zaman durmuştu. Duran akıntı. Gülümseyen kıpırtı. Işıklı su. Minik kadın, bu durarak renklenen, renklenerek akan suyun içinde yüzmeyi öğrenen bir balıktı. Âşık balık.