Bir çocuk, sırf ölümden kurtarılmakla yaşatılır mı? Peki, bir çocuğun refahı için nasıl bir çocukluk sürmesi gerekir?
02 Mart 2017 13:55
Ian McEwan’ın Çocuk Yasası adlı romanı 1989 tarihli çocuk koruma yasasının birinci maddesi ile açılır: “Bir mahkeme bir çocuğun... yetiştirilmesiyle ilgili... herhangi bir hususta karar verirken öncelikle çocuğun refahını dikkate alacaktır.” Aile ilişkileri, edebiyat yahut eleştiri için de aynı şey söylenebilir mi?
Norveçli yazar Karl Ove Knausgård’ın tüm dünyada yankı uyandıran altı ciltlik Kavgam (Min Kamp) serisi, babanın ölümüyle başlıyor, ardından gelen ikinci kitapsa Âşık Bir Adam olan yetişkin Karl Ove’nin ikinci eşi Linda’ya aşkını anlatıyordu. Serinin üçüncü kitabı, Çocukluk Adası ile birlikteyse anlatıcı yazarın çocukluğuna, ilk kitapta babasının ölümüyle ortaya saçılan travmaların doğuşuna doğru yola çıkıyoruz.
Küçük Karl Ove henüz sekiz aylıkken 1969 yılı Ağustos ayında ailesiyle birlikte Norveç’in Tromøya adasına taşınıyor. Knausgård’ın tanrı-anlatıcı bakış açısıyla başladığı anlatı henüz birkaç sayfa ilerlemişken anlatıcı-yazarımız Karl Ove geri dönüyor ve şöyle diyor: “Ben elbette o günlerden hiçbir şey hatırlamıyorum. Anne babamın fotoğraflarını çektiği o bebekle özdeşleşmek büsbütün olanaksız, evet, öyle zor ki “ben” sözcüğünü kullanmak neredeyse delice geliyor...” Bu satırlardan da anladığımız gibi; çocukluk, bir fotoğraf albümü belki de. Belki dinlediğimiz hikâyelerin bir tür yeniden yazımı. Öyle ya çocukluğumuzu gerçek manasıyla hatırlayabilir miyiz? “Hayır, o günlerden hiçbir şey kalmadı aklımda” diyor Karl Ove; “babam bir keresinde uzaktan göstermişse de hangi evde oturduğumuzu bile anımsamıyorum. O zamanla ilgili tüm bildiklerim anne babamın anlattıkları ve gördüğüm fotoğraflarla sınırlı.”
Bir çocukluk anlatısı kurmak için belki gidilmesi değil ama dönülmesi gereken yolu gayet iyi biliyor Knausgård. Hansel ve Gretel masalında olduğu gibi eve (ya da çocukluğa) dönüş yolunu bulabilmek için çakıl taşlarına yahut bellek kırıntılarına güveniyor. “Yaşamımın ilk altı yılından anımsadığım her şeyden, o zamandan kalan bütün fotoğraf ve eşyalardan yararlanıyorum, benliğimin önemli bir bölümünü oluşturuyorlar, o “ben”in aksi durumda boş ve anlamsız kalan çevresini anlam ve süreklilikle dolduruyorlar” diye açıklıyor bu durumu bize Knausgård ve devam ediyor:
“Bütün bu parçalardan kendime bir Karl Ove, bir Yngve, bir anne, bir baba, Hove’de bir ev, Tybakken’de bir ev, bir babaanne, bir büyükbaba, bir anneanne, bir başka büyükbaba, bir mahalle ve bir yığın başka çocuk oluşturdum.
Bu derme çatma, eğreti yapı işte, çocukluğum adını verdiğim şey.”
Karl Ove’nin “çocukluğum adını verdiği şey” dediği hayatının ilk altı yılı bir yana; Çocukluk Adası, onun adada geçen altı ile on üç yaş arasındaki yaşamını anlatıyor bizlere. Korkuları, çevreyi tanıması, arkadaşları, okula başlaması, çok bilmişliği, abisi Yngve ile ilişkisi, annesine olan sevgisi, babasına karşı korkusu... Çocukluğa dair ne varsa, tüm ayrıntılarıyla, bıkıp usanmadan bir bir ortaya seriliyor. Yine de anlatının merkezini babadan duyulan korku neticesinde ortaya çıkan travmatik ruh hâli oluşturuyor. Öyle bir hâl ki, anlatıcının bile, babasının ölümüyle ortaya çıkan özgürlük duygusu ile anladığı büyük bir baskı, bir yük. Babasının yüzünü ilk defa ölümüyle kesintisiz bir dikkatle incelediğinde neredeyse otuz yaşında olacak Karl Ove. Geceleri oğlunun rüyasına giren bir babanın, çocuğun refahı için kurduğu en hafif tabiriyle aşırı kuralcı bir aile düzeni içinde her şeyden habersiz yaşayan ve tüm bunları kırklı yaşlara geldiğinde oturup yazacak bir adam. Son yıllarında bir alkolik olan babası öldükten sonra babaannesiyle yaşadıkları ve berbat halde olan evi ‘çocukluğunun saflığına’ dönüştürmek için saatlerce abisi Yngve ile temizlik yapacak anlatıcımız. Annesi olmasa babasının baskısına dayanamayıp intihar edebilecek bir çocuğun hâli bu. Hayatındaki tek amacının kendi çocuklarının babalarından, yani kendinden korkmamalarını sağlamak olduğunu söyleyen bir anlatıcı-yazar var karşımızda.
Baba karşısında oğlu Karl Ove’nin ruh hâlini daha iyi anlayabilmek için aralarında çokça vuku bulan çatışmalardan en çarpıcı iki örneğe bakalım. İlki küçük Karl Ove’nin babasının korkusu yüzünden ekşi sütü içmek zorunda kalması. Mutfakta karşısında duran babasına bakamadan zorlukla ekşi sütü yutması. Sonra babasının belki oğluyla bir yakınlık kurma ümidiyle aynı onun gibi kaseye süt ve gevrek koyup masaya yerleşmesi ve ilk lokmayı ağzına atar atmaz; “Süt ekşimiş. İğrenç!” demesi. Sonrası için sözü Karl Ove’ye bırakalım: “Ardından bana döndü. O bakışı ömrümün geri kalanı boyunca unutmayacaktım. Beklediğim gibi öfkeli değildi, şaşkındı, kesinlikle anlayamadığı bir şeyle karşı karşıya kalmış gibiydi.” Evet, çocuğun refahı için onunla sadece korku ve baskı üzerinden ilişki kuran bir babanın dramıdır bu. Ama hiçbir şey değişmez, çünkü baba anlamamaya devam eder. Bir gün babaannesinin ziyarete gelmesi ve Karl Ove’ye bir elma vermesiyle yine aynı çocukluk travmasına şahit oluruz. Çocuk o gün iki elma yemiştir, oysa günlük elma hakkı birdir. Onu önce suçunu itirafa, sonra da yiyebileceği son noktaya kadar elma yemeye zorlar babası. Yine çocuğun refahı içindir, ona bir ders vermesi gerekir sonuçta.
Annesiyse daha çok bir mutluluk ve huzur imgesidir çocuk Karl Ove için. “Çocukluğum denen bu kuyunun dibinde kuşkusuz o, annem, anneciğim vardı” der. Bütün iyi niyetiyle çabalayan, kendi hayatından ödün vermek zorunda kalan bir anne. Onun yüzünden çocukluğunda sadece iki kez ağlamıştır anlatıcımız. Ama bir melek imajı çizmez annesi için, “Annelerin oğulları için yaptığı ne varsa yaptı bizim için.” demekle yetinir. Annesi her zaman oradadır, bilir; ama annesine dair pek bir şey anımsamadığını belirtir. Bu yüzden Çocukluk Adası’na anneden çok babanın gölgesi düşer, daha baskın olan karakterdir o.
Mutluluğa dair şöyle denir Çocuk Yasası’nda: “Mutluluk toplumsaldı. Bir çocuğun ailesi ve arkadaşlarıyla oluşturduğu karmaşık ağ mutluluğun en önemli unsuruydu. Hiçbir çocuk bir ada değildi.” Peki ya mutsuzluk? Bir ada olarak çocukluk, mutsuzluk mu getirir? Anlatıcı yazarımız bize, “...şimdi yaşıyorum ve yaşarken mutlu olmamamın çocukluğumdaki dengeyle bir ilgisi yok” dese de; çocuğun refahı için, ebeveynlerin ve edebiyatın ortaya koyduklarını dikkate almak mı gerekir?
Peki çocuğu beklediği gibi doğmayan bir ebeveyn ne yapabilir? Ten renginin, ırkçılığın en sık kullanılan bahanesi olduğu bir ortamda simsiyah bir çocuğunuz olursa ne olur? Çocukluk yaraları tüm bir hayatı belirler mi? Çocuklukta yaşanan travmalar nasıl çözülebilir? Toni Morrison, Tanrı Çocuğu Korusun’da bu sorulara yanıt arıyor esasen.
Sweetness, ırkçılığın yasal değil ancak günlük zeminde tüm şiddetiyle varlığını sürdürdüğü bir ortamda ten rengi kendisinden oldukça koyu olan bir kız dünyaya getirir: Bride. İçine doğduğu dünyayı tanımayan Bride içinse en önemli sorun annesinin onu sevmemesidir. Bunun için yeri geldiğinde, sırf annesi onu sevsin, bir gün de olsa da elini tutsun diye bir kadını suçsuz olduğunu bilmesine rağmen itham eder ve hapse girmesine neden olur. Hikâyenin şimdiki zamanıysa Bride’ın sevgilisi Booker tarafından terk edilmesiyle şekillenir. Booker’ın “çocukluk travması” farklıdır. Küçük yaşlarda çok sevdiği abisi, hep öyle denir ya, gerçek hayatta oldukça ‘nazik bir adam’ tarafından tecavüze uğrar ve öldürülür. Hayatlarına devam etmeye çalışan ailesinden uzaklaşır Booker. Sonuçta ne o Bride’ın dramını anlar, ne de Bride onunkini. Oysa onları yalnızca acıları bir araya getirebilecektir belki de...
Tanrı Çocuğu Korusun’da bu kez yetmişli yılların Norveç’inde değil doksanlar ve sonrasında Amerika’dayız. Bir baba-oğul hikâyesinden anne-kız hikâyesine geçiş yaparız. Bride’ın küçük Karl Ove’nin durumunda olduğu gibi huzur bulacağı bir başka ebeveyni de yoktur elinde. Çünkü teninin annesinden siyah olması babasının da nefretini çekmesine sebep olur. Kadının başka bir adamla yattığını düşünmekten ve çocuktan nefret etmekten kendini alamaz ve bir gün onları terk eder. Annesi, elbette ki yine çocuğun refahı için kızının ona “anne” yerine “Sweetness” demesini tembihler, böylesi daha güvenlidir çünkü. Daha ilk bölümde, kızının iyiliği ve çektiği acılar konusunda şunları söyler bize Sweetness: “Çok dikkatli büyütmek zorundaydım onu. Katı, çok katı olmalıydım. Lula Ann’in terbiyeli olmayı, başını eğik tutup belaya sokmamayı öğrenmesi gerekiyordu. Adını kaç kez değiştirdiği umurumda değil. Teninin rengini bir kambur gibi sırtında taşıyacak daima. Ama bu benim hatam değil. Benim hatam değil. Hayır, değil.”
Çocukluk Adası’ndaki birinci tekil bakış açısı, Tanrı Çocuğu Korusun’da her karakterin kendi ağzından anlattığı hikâyeye bir de tanrı-anlatıcı bakış açısının eklenmesiyle iyice çeşitlenir. Hikâye küçük bir çocuğun gözünden değil, hepsi bir zamanlar çocuk olmuş yetişkinlerin gözünden anlatılır burada. İkinci bölümde sözü alan Bride yirmilerinde genç bir kadındır artık. Annesinin korktuğu gibi büyüdüğünde ten rengi ona neredeyse hiç dert olmamış, hatta akıllıca hamlelerle güzelliğini öne çıkaracak şekilde onu farklılaştırmıştır. Terk edildikten sonra bile “Buna ne diyorsun Lula Ann? Büyüyünce bu kadar seksi, bu kadar başarılı olacağın hiç aklına gelir miydi?” diye sorar kendine. Sevgilisi Booker tarafından, “Sen benim istediğim gibi bir kadın değilsin” denilerek terk edilen Bride, anlatı boyunca yavaş yavaş sanki küçük bir kız çocuğuna dönüşür. Kasıkları ve koltuk altlarındaki tüyler dökülür, göğüsleri küçülüp yok olur, artık âdet görmez... Bu, aslında bir bakıma çocukluğa dönüştür. Yaraların oluştuğu, travmaların ortaya çıktığı günlere dönüş. Sorunları büyüdükçe Bride küçülür sanki. Bride çocukken işlediği kabahatin sonucunu çok sonra idrak eder ve yaşadığı azabı biraz da olsa telafi etmek için, onun tanıklığıyla hapse atılan bir kadına yardım etmek, onun en azından normal hayata daha az zorlukla dönmesi için elinden geleni yapmak ister. Oysa yaptığı şey, sevgilisi Booker için kabul edilemezdir. Araları da esas olarak bu sebeple bozulur. Yani, herkes kendi travmasını yaşar bu hikâyede.
"Yıllarca çocuğunun yüzüne bakmaya, ona dokunmaya katlanamayan Sweetness" yaptıklarının gerekçesini yine bir anlamda çocuğun refahı için diyerek açıklar. Oysa çocuğun tek isteği annesinin onu sevmesidir. Bunun için işlemiştir o sıra dışı kötülüğü. Sweetness ise kendini savunur; "Ben kötü bir anne değildim, bunu bilmelisiniz, ama tek çocuğuma onu inciten bazı şeyler yapmış olabilirim. Onu korumak zorundaydım çünkü. Mecburdum" der. Korunmak için ezilen çocuklardan biridir Bride da günün sonunda. Kendini savunsa da, durumun vahametinin farkındadır anne; "Bana en başından beri bilmem gereken bir şey öğretti” der kızı için; “Bir çocuğa ne yaptığınız önemlidir. Üstelik çocuklar yaptıklarınızı asla unutmayabiliyor." Evet, haklıdır Sweetness; çocuklar, bilhassa anne-babalarının kendilerine yaptıklarını asla unutmayabilirler.
Romanda, Booker ile Bride için “Bu sadece ikisinin hikâyesiydi...” dense de, aslında başka çocukların da anlatısı ortaktır; metnin içine başka çocukların hikâyesi sızar. Bir diğer “tuhaf” karakter Rain örneğin, Bride’a o kadar benzer ki! Evden uzaklaşmış, yollarda bir çift tarafından bulunmuştur. “[S]enin evin yok mu?” diye sorar Bride ona, küçük kızın cevabı şöyledir: "Eskiden vardı, ama orada annem yaşıyor." Onu yolda bulup bir anlamda sahip çıkan yeni ailesi ile ilişkisinin yapaylığına da dikkat çeker yaşı belli olmayan bu küçük kız: “Biz sahte bir aileyiz -idare eder, ama sahte.” Ya da Queen teyzenin her biri bir yere dağılmış olan, sayısından bile bahsedilmeyen çocukları. Babası tarafından taciz edilen ama Queen teyzenin bu duruma ihtimal vermediği için kendini suçladığı kızı Hannah mesela. Booker’ın kardeşi Adam’ın “nazik bir adam” tarafından tecavüz edilip öldürülmesi ya da. Ölen, öldürülen, terk edilen, sevilmeyen bir yığın çocuk... Booker ile Bride arasındaki ilişkiyi tam anlayamayan Queen teyzenin “Mesele neydi ki?” sorusuna Booker’ın verdiği yanıt belki de tüm bu çocukların ortak hikâyesidir: “Bizdik mesele, çocukluğumuz, neyi neden düşündüğümüz, neden yaptığımız, aslında çocukluğumuzda olup bitenlerle ilgili davranışlarımız.”
Çocukluk Adası ve Tanrı Çocuğu Korusun, bu iki roman da aynı hikâyenin farklı yüzünü anlatıyor diyebilir miyiz? Birisi erkek, birisi kadın tarafından anlatılan aynı hikâyenin iki aksı olabilir mi bu metinler? Birisi Norveç’ten, birisi Amerika’dan. Birisi yetmişli yıllardan, diğeri doksanlı yıllar ve sonrasından. Sanki iki romanda da anlatılan, anne-babası gibi olmak istemeyen çocukların hikâyesidir. Öte yanda, Çocuk Yasası’nda tam da anne-babası gibi olmak istediği için hayatını mahvetme noktasına gelen on yedi yaşında bir lösemi hastası, Adam’ın hikâyesini okuruz. Ailesi ile “sağlıklı bir sevgi” ilişkisi geliştirmeye çalışan, anne-babası ve inançları için hayatından vazgeçmekten geri durmayan, henüz yetişkin olamamış bir çocuk.
Yetişkinlerin çocuklar için karar alamadığı noktada yasa girer araya. Yüksek Divan Aile Hukuku Dairesi hâkimi, çocuksuz bir kadın olan Fiona, çocuğun refahı için aile ve çocuğa rağmen bir karar vermek durumunda kalır. McEwan’ın romanında da kolay kolay yanıtlanamayacak esaslı bir soruyla karşılaşırız: Bir çocuk, refahı için sırf ölümden kurtarılmakla yaşatılır mı?
Peki ya, bir çocuğun refahı için onun nasıl bir çocukluk sürmesi gerekir? Belki de bu sorunun cevabını Tanrı Çocuğu Korusun romanından alıntılamak en doğrusu:
"Bir çocuk. Yeni bir hayat. Kötülüklerden, hastalıklardan uzak, kaçırılmayan, dayak yemeyen, tecavüze uğramayan, ırkçılıktan, aşağılanmaktan korunan, incitilmeyen, kendinden nefret etmeye itilmeyen, terk edilmeyen bir çocuk. Hatasız büyüyen. İyilikle. Öfkesiz.
Buna inanıyorlardı."
Şimdi kendimize soralım: Konu çocukluk olunca biz neye inanıyoruz?
Tanrı çocuğu (ve de çocukluğu) korusun.