Charlie Hebdo baskını gökten zenbille inmemiştir, bir kısır döngünün parçasıdır. Döngünün kırılması için ise "Bu, İslâm değil" demek yetmez. Bütün nefret söylemlerine karşı birden mücadele edilmesi lazım...
31 Mart 2015 15:00
Güneş sisteminin dışında bir yerlerde yaşamını sürdürmeyen herkesin bildiği gibi, 7 Ocak 2015 tarihinde Charlie Hebdo dergisinin Paris’teki merkezinde cereyan eden saldırı sonucunda dergi çalışanları dahil on iki kişi öldürüldü, on bir kişi yaralandı. Saldırganların tekbir getirmesinden ve peygamberin öcünü aldıklarını haykırmalarından Müslüman oldukları hemen anlaşıldı. Kısa süre sonra sanıklardan ikisi ile bir suç ortakları, alınan bazı rehinelerle birlikte öldürüldü.
Charlie Hebdo katliamı geniş yankı uyandırdı. İyi niyetli Avrupalılar, saldırıyı söz ve basın özgürlüğüne indirilmiş bir darbe olarak nitelendirdiler; o kadar iyi niyetli olmayanlar, yahut adını koyalım, ırkçı ve/veya İslâm düşmanı olanlar, burada tekrarlamamıza gerek olmayan mutad nefret söylemiyle kendilerini ifade ettiler. Birçok şehirde protesto gösterileri oldu, milyonlarca insan sokaklara döküldü, “Je suis Charlie” (Ben Charlie’yim) sloganı uzun süre milletin ağzından düşmedi. Bu arada Berlin’de yayınlanan bir dergi, Charlie Hebdo mağdurlarına destek olmak adına Müslümanları rencide eden malûm karikatürleri tekrar yayınlayacaklarını ilân ettiler. Bilindiği gibi evvelce de Charlie Hebdo, Danimarka’daki gazeteye destek olarak aynı karikatürleri yeniden yayımlamıştı.
Katliamdan sonraki günlerde konu Türkiye’de de epey tartışıldı. Bazıları olayı bir kenara itip derginin kabahatlerine yoğunlaştılar, bazılarıysa katliamın “amasız, fakatsız” kınanması gerektiğini ilân edip dergi hakkında eleştirel bir söz söylemek isteyenlerin lâfını boğazına tıkmaya çalıştılar. Bu iki grubun kamusal söylemi paylaştığı zavallı ülkemizin geri kalmışlıktan henüz kurtulamamış olduğunun diğer bir göstergesi de, Wikipedia’nın konuya ilişkin maddesine ulaşmanın hâlen engellenmiş olmasıdır.
Charlie Hebdo katliamını hiçbir şeyin meşrulaştıramayacağına şahsen şüphe duymuyorum. Bu hunharca, alçakça işlenmiş, kanlı bir cinayettir, hiçbir makale, hiçbir karikatür böyle bir vahşeti haklı çıkarmaz. Öte yandan “ama” ile başlayan her cümle de olayı meşrulaştırmaya dönük değildir. Ne kadar dehşet verici olursa olsun, bir olayı anlamak ve anlatmak ile o olayı mazur göstermek, mağdurun yanlış bir şey yaptığını belirtmek ile uğradığı şiddeti hakkettiğini iddia etmek bir değildir. Üstelik ne söyleyeceğim konusunda başkalarına açık çek vermek meşrebime uygun olmadığından, kimsenin “amasız, fakatsız” taleplerine itibar edecek değilim.
Nasıl Türkiye’deki Hıristiyanlar mâdun iseler, İslamofobi’nin tavan yaptığı Fransa’da da Müslümanlar mâdundur. Hiciv ise sadece muktedirlere karşı kullanıldığında şerefli bir zanaattir.
Hayır, ben Charlie değilim. Charlie Hebdo’nun yaptığını son derece yanlış bulduğum gibi, “ama onlar Yahudilerle de, Hıristiyanlarla da dalga geçerlerdi” savunmasını yapanların meseleyi hiç ama hiç anlamadıklarını düşünüyorum. Birincisi, herkesle dalga geçmek marifet değildir; ikincisi ve çok daha önemlisi, herkesin konumu bir değildir. Fransa’da Hıristiyanlarla alay etmek ile Türkiye’de Hıristiyanlarla alay etmek nasıl aynı şey değilse, Fransa’da Müslümanlarla alay etmekle bunu bir Müslüman toplumunda yapmak aynı şey değildir. Nasıl Türkiye’deki Hıristiyanlar mâdun iseler, İslamofobi’nin tavan yaptığı Fransa’da da Müslümanlar mâdundur. Hiciv ise sadece muktedirlere karşı kullanıldığında şerefli bir zanaattir. Zayıfa, mazlûma karşı hiciv, aşağılık bir kabadayılıktan başka bir şey değildir.
Bu bir yana, bir buçuk milyar insanın peygamber bildiği kişiyi bir karikatürde örneğin bomba şeklinde bir sarıkla resmetmek, dalga geçmekten, hicivden ibaret sayılamaz. Çünki eğer bütün Müslümanların hürmet ettiği, kutsal ve rehber addettiği kişi bir terörist ise, o halde bütün Müslümanlar da teröristtir demektir, yani bu sarih bir şekilde nefret söylemidir. Ve nefret söyleminin ifade özgürlüğü kapsamına girdiği en azından tartışmaya açıktır. Peki, diyelim ki nefret söylemini suçtan saymayacağız, o halde Charlie Hebdo yakayı kurtarmış mı oluyor? Pek değil. Bir buçuk milyar insana hakaret eden, o insanların inançlarıyla, mukaddesatlarıyla dalga geçen bir dergi en azından medeniyetten nasibini almamış olmakla itham edilebilir.
Toplumun selâmeti için içimizden gelen bazı dürtüleri bastırmak zorundayız. Bu bizi rahatsız edebilir, ama toplum halinde yaşamanın bedeli budur ve bu bedeli hepimiz ödemek zorundayız.
Zaten mesele yasakçılık değil, insanların bir arada uygarca ve barışçıl bir şekilde yaşayabilmesi için herkesin kendi hareketlerini denetlemesidir. Evet, bu hepimiz için bir külfettir, ama gereklidir. Sigmund Freud’un Das Unbehagen in der Kultur (Kültürde Huzursuzluk/ Rahatsızlık, 1930) başlıklı ünlü eserinde söylediği de özetle budur. Toplumun selâmeti için içimizden gelen bazı dürtüleri bastırmak zorundayız. Bu bizi rahatsız edebilir, ama toplum halinde yaşamanın bedeli budur ve bu bedeli hepimiz ödemek zorundayız. Bu durumda da, şiddete maruz kalmış, katledilmiş olan dergi çalışanlarının yaşama hakkının elinden alınmış olması nedeniyle elbette katliamı bütün gücümüzle lânetleyeceğiz ama, onun ötesinde bu insanlara ve yaptıklarına çok da sempati duymak zorunda olmadığımız sanırım açıktır.
Her neyse, Charlie Hebdo konusunu şimdilik bir kenara koyalım. Daha genelde nefret söylemi, ve onun bir türü olan İslamofobi hakkında ne diyebiliriz?
11 Eylül 2001 tarihinde Amerika’nın muhtelif havaalanlarından kalkan dört uçak toplam 19 tedhişçi tarafından kaçırıldı. Bir tanesi yolcuların gayretiyle kırsal bir yörede düşürüldü, biri A.B.D. Millî Savunma Bakanlığı’nın merkezi olan Pentagon’a, diğer ikisi ise New York’taki World Trade Center, yani Dünya Ticaret Merkezi olarak bilinen ikiz kulelere kasıtlı olarak çarptırıldı. Saldırıda 90’dan fazla ülkenin vatandaşı olan büyük çoğunluğu sivil 3000’e yakın insan öldü, 6000’den fazla insan yaralandı. Yıkılan binalardan yayılan kimyevi maddelerin etkisiyle bugün hâlâ insanlar hastalanmağa devam ediyor. Olayın siyasi ve iktisadi etkileri de sürmekte.
Saldırının sorumluluğunu el-Kaide örgütü üstlendikten sonra, kendini İslâmî bir örgüt olarak tanımlaması nedeniyle gerek Amerika’da, gerek başka Batı ülkelerinde İslâm’a karşı müthiş bir nefret uyandı. İslamofobi denilegelen bu nefret, sarıklı olduğu için zavallı bir Sih benzincinin öldürülmesinden, Arapça konuşan insanların yolcu uçaklarından yaka paça indirilmesinden tutun da, gazetelerde Hz. Muhammed’e hakaret eden karikatürlerin yayınlanmasına, televizyon dizilerindeki kötü adamların artan bir sıklıkla Müslüman kimliği taşımasına kadar toplumsal hayatın her yanını etkisi altına aldı. Bu nedenle de İslâm âlemi daha önce olmadığı kadar kendisine yönelen nefretin bilincine vardı.
Ama İslamofobi 2001’de başlamadı, olsa olsa 11 Eylül saldırısından sonra alevlendi. İslamofobinin şahit olduğumuz bu son safhasının İran devrimiyle başladığı söylenebilir, yani 1979 yılında. Fakat tarihi aslında bundan çok daha eskidir, Ortaçağ’a kadar gider, yani neredeyse İslâmiyet’in ilk ortaya çıkışına kadar. Bunu takdir edebilmek için Hıristiyan akidelerini göz önünde tutmak gereklidir.
Hz. Muhammed’in hatemü’l-enbiyâ, yani son peygamber olduğu inancıyla örneğin Bahaullah’ın Allah resulü olduğu inancı nasıl bağdaşmazsa, bu nedenle gerek Bahaullah, gerekse Bahaî dinine bağlı kimseler nasıl baskıya uğramışsa ve el’an uğramaktaysa, İsa Mesih’ten sonra gelen İslâm dininin de meşru olduğunu Hıristiyanlığın kabul etmesi mümkün değildir.
Bilindiği gibi Hz. İsa Müslümanlarca çok sevilse de İslâm inanışına göre uzun bir peygamberler zincirinin sadece bir halkasıdır o; Hz. Muhammed ise evvelki peygamberleri teyid eden, onların bağlı olduğu hak dininin son ve en önemli peygamberidir. Öte yandan Hıristiyanlara göre İsa Mesih hem tanrının oğludur, hem de tanrının kendisinin ete kemiğe bürünmüş hali. İnsanlığı, Âdem ile Havva’dan beri yükünü taşıdığı günahtan arındırmak üzere dünyaya gelmiş ve insanlık uğruna kendini feda etmiş, işkence görmüş, çarmıha gerilmiştir. Kıyamet gününden hemen önce de dünyaya bir kere daha gelecektir.
Bu iki inancın birbiriyle uzlaşması mümkün değildir elbette. Hıristiyanlara göre İsa Mesih’ten sonra herhangi birinin tanrının elçisi olarak gelmesi söz konusu olamaz, farklı bir inanç yaymağa çalışan biri ancak zındık olabilir. İslâm, Hıristiyanlığı Hak dininin Hz. Muhammed’in gönderilmesiyle neshedilmiş olan bir evvelki biçimi sayabilir, Hz. İsa’yı Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olarak kabul edebilir; ama Hıristiyanlar için durum simetrik değildir. Onlar, tanrının ete kemiğe bürünmüş hali olan İsa Mesih’e karşı bir başkaldırı addederler İslâm dinini.
Aslında bunu anlamak çok da zor değildir. Hz. Muhammed’in hatemü’l-enbiyâ, yani son peygamber olduğu inancıyla örneğin Bahaullah’ın Allah resulü olduğu inancı nasıl bağdaşmazsa, bu nedenle gerek Bahaullah, gerekse Bahaî dinine bağlı kimseler nasıl baskıya uğramışsa ve el’an uğramaktaysa, İsa Mesih’ten sonra gelen İslâm dininin de meşru olduğunu Hıristiyanlığın kabul etmesi mümkün değildir.
O halde Ortaçağda yaşayan ve Arabistan’da yeni bir dinin tebliğ edilmiş olduğunu duyan bir Hıristiyan bunu bâtıl bir inanç ve siyasî bir hareket olarak görmeye mahkûmdu denilebilir. Bu nedenle de Ortaçağda şiddetli bir İslâm aleyhtarı polemik geleneği doğmuştur.
Hatırlayacağınız gibi 12 Eylül 2006 tarihinde Papa 16. Benedictus bir konuşmasında Bizans imparatoru II. Manuel Paleoloğos’un bir kitabından bir bölüm okumuş, yer yerinden oynamıştı. Söz konusu bölüm, 1391’de vuku bulduğu iddia edilen bir münazaradan alınmıştı, yani 11 Eylül’den tam altı yüz on yıl evvel. Rivayete göre bu tartışma, Bizans hükümdarıyla bir İranlı arasında geçmiş, Paleoloğos şöyle demişti: “Bana Muhammed’in getirdiği yenilikleri göster, orada yalnız kötülük ve insanlık dışılık bulacaksın, va’z ettiği inancı kılıç zoruyla yayma emri gibi.” Gerçi Kur’ân-ı Kerîm’de, Bakara sûresinin 256. âyetinde lâ ikrâha fi’d-dîn, yani “dinde zorlama yoktur” deniyor, ama mesele o değil. Bizans imparatorunun yaptığı, birkaç yüzyıldır devam eden İslâm aleyhtarı polemiklere bir iddia daha eklemekten ibaretti. Bu gibi polemiklerin ise zaten olgusal gerçeklerle ilgisi yoktur. Asıl cevaplandırılması gereken soru, Papa’nın 2006 yılında böyle bir sözü neden tekrar gündeme getirdiğidir. Ama o konuya geçmeden önce Ortaçağ İslâm aleyhtarı polemiklerinden kısaca bahsetmek istiyorum.
Ortaçağ polemikçilerinin birincil gayesi, İslâm’ın bâtıl olduğunu, asıl doğru yolun Hıristiyanlık olduğunu ispat etmekti. Bunun için de İslâm’ın temeli olan Kur’ân-ı Kerîm’in ve İslâm peygamberi Hz. Muhammed’in meşruiyetine saldırmak gerekiyordu. Dolayısıyla ilk olarak Hz. Muhammed’in Allah tarafından gönderilmediğinin, iktidar hırsıyla ortaya çıkmış bir sahte peygamber olduğunun iddia edilmesi, ikinci olarak da Kur’ân-ı Kerîm’in Hz. Muhammed tarafından insanları yoldan çıkarmak için yazılmış, safsata dolu uydurma bir kitap olarak temsil edilmesi söz konusuydu.
Aslında burada Hz. Muhammed anahtar konumdaydı. Çünki Kurân-ı Kerîm’i onun yazdığı iddia edildiğine göre, kendisine saldırmak aynı zamanda Kur’ân’a da saldırmak olacaktı. Bu nedenle de Ortaçağ’da Hz. Muhammed’in kişiliğine yönelik birçok saldırı, iftira, hakaret ortaya çıkmıştır. Yani 30 Eylül 2005 tarihinde o güne kadar adı duyulmamış olan bir Danimarka gazetesinin peygamber’e hakaret içeren on iki karikatür yayınlaması aslında o kadar eski, o kadar köhnemiş bir senaryonun tekrarıydı ki, asıl eleştirilmesi gereken oydu belki.
Papa’nın görevi tüm Hıristiyanlığın değilse de hiç olmazsa Katolikliğin bekasını ve yükselmesini sağlamak, Katolik akidesini yozlaşmaktan korumaktır. O halde İslâm’a karşı cephe alması gayet doğaldır. O kadar doğal olmayan, İslâm âleminde Papa’nın söylediklerine bu kadar tepki gösterilmesidir aslında.
Ortaçağ polemiklerinde İslâm dinine kara çalmak için kullanılan başlıca yöntemlerden biri, İslâm’ın derûnî, manevî, rûhânî değil, cismânî, dünyevî, duyumsal bir din olduğu iddiasıydı. Örneğin çokeşlilik ve boşanma gibi kurumlar, Cennet ve huriler gibi motifler hep bu dünyevîliğin delilleri addedilmiş, İslâm’ın inananlarına sınırsız cinsel ruhsat tanıyan bir duyumsal din olduğu sonucu çıkarılmıştır. Hz. Muhammed’in birçok defa evlenmesi ve özellikle de Hz. Aişe’nin genç yaşı da aynı şekilde İslâm peygamberinin zevk ve sefa düşkünü olduğunun, dolayısıyla da İslâm’ın bâtıllığının kanıtları sayılmıştır.
Batı dillerine hayli erken bir devirde, 18. yüzyıl başından itibaren çevrilmiş olan Bin Bir Gece Masalları’ndaki haremler, cariyeler ve benzeri cinsellik çağrıştıran temalar da İslâm’a dair bu gibi fikirlerin üstüne binince, ortaya çıkan düşünce o devirde “İslamofobi” adıyla anılmamışsa da, İslâm aleyhtarı fikirlerin çok uzun bir tarihi olduğu kesindir.
Peki o halde Papa 2006 yılında neden durup dururken II. Manuel Paleoloğos’un polemiğini tekrar ortaya çıkarmak ihtiyacını duymuş olabilir? Bu sorunun cevabını vermek zor tabi, ama akla bazı olası hipotezler geliyor. Her şeyden önce hakkaniyet icabı konuşmasının bütünü göz önünde bulundurulduğunda, Papa’nın Paleoloğos’un sözlerini onaylayarak değil, eleştirerek zikrettiği görülür. Ama bu bir yana, bugün dünya nüfusunun beşte birinden fazlası Müslümandır ve önümüzdeki yirmi yıl içinde bu oranın dörtte biri geçeceği tahmin edilmektir. Üstelik bu sadece doğum oranıyla ilintili değildir, zira İslâm dünyada ihtida yoluyla en hızlı büyüyen dindir. Yani başka bir dine mensup ailelere doğup İslâm’ı seçenler, başka dinleri seçenlerden hayli fazladır. Bu bakımlardan İslâm Hıristiyanlık için gerçek anlamda bir tehdit oluşturmaktadır. Papa’nın görevi ise tüm Hıristiyanlığın değilse de hiç olmazsa Katolikliğin bekasını ve yükselmesini sağlamak, Katolik akidesini yozlaşmaktan korumaktır. O halde İslâm’a karşı cephe alması gayet doğaldır. O kadar doğal olmayan, İslâm âleminde Papa’nın söylediklerine bu kadar tepki gösterilmesidir aslında.
“Medeniyetler çatısması” fikri yalnız Soğuk Savaş’ın bitiminden üç- dört yıl sonra ortaya çıkmakla kalmamış, bizatihi Soğuk Savaş’ın bitiminin bıraktığı boşluğu doldurmak iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Yürütülen mantık ise çok ilginçtir: “İnsanlar mutlaka çatışacaktır” varsayımından hareket ederek “acaba şimdi hangi nedenle çatışacaklar?” sorusunu cevaplandırmağa çalışıyordu.
Yukarıda İslâm düşmanlığının son aşamasının İran devrimiyle başladığını söyledim. Gerçekten de İran devriminin açık Batı düşmanlığı ile devrimin İslâm adına yapılması ve başa Ayetullah Humeynî gibi bir dinî liderin gelmesi, Batı’nın temelleri Ortaçağ’da atılmış olan İslâm aleyhtarlığını tekrar hayata geçirdi. 1953’te CIA destekli bir darbe sonucunda Muhammed Musaddık başkanlığındaki hükümetin devrildiğini, dışarıya kaçmış olan Şah Muhammed Rıza Pehlevî’nin tekrar başa getirildiğini ve o günden sonra 25 yıl boyunca son derece zalimce hüküm sürdüğünü, İran halkına yaşattığı mahpuslukları, işkenceleri, idamları unutmayı tercih etmiş olan Batı medyası, özellikle de 4 Kasım 1979’da Tahran’daki Amerikan elçiliğinin basılması ve içindekilerin bir buçuk seneye yakın rehin tutulması üzerine Müslümanları canavarlaştıran, İslâm’ı barbarca bir din olarak nitelendiren bir söylem geliştirdiler. O tarihe kadar uçak kaçırmalar, 1972 Münih Olimpiyat katliamı gibi tedhiş olaylarını daha özgül olarak Araplarla özdeşleştiren Batı kamuoyu, o günden sonra İslâm ile şiddet arasında bir ilişki kurmağa, “İslâm terörizmi” kavramını işlemeye başladı.
Bundan sonraki en önemli dönüm noktası, 1989’de Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle Soğuk Savaş’ın sona ermesi oldu. Soğuk Savaş, 45 yıl boyunca dünya siyasetini şekillendirmiş, komünizm öcüsü, Amerika başta gelmek üzere Batı devletlerinin birçok politikasını gerekçelendirmekte ve meşrulaştırmakta kullanılmıştı. Peki şimdi ne olacaktı? Artık kapitalizm/ komünizm gibi bir temel felsefeler, zihniyetler, dünya görüşleri karşıtlığının yerini alabilecek kadar esaslı ve kapsamlı bir farklılık ekseni yoktu ortada.
Nitekim Francis Fukuyama’nın 1989’de yayınladığı “The End of History?” (Tarihin Sonu mu?) başlıklı makalesindeki, komünizmin çöküşüyle liberal demokrasinin zaferinin, insanlığın toplumsal ve iktisadî evriminin sonunu müjdelediği iddiasına cevaben, Samuel Huntington 1993’te “The Clash of Civilizations?” (Medeniyetler Çatışması mı?) başlıklı makalesini yayınlamış, burada Soğuk Savaş’ın akabinde çatışmaların, toplumların dinî ve kültürel kimlikleri ekseninde şekilleneceğini belirtmişti. İşte günümüz İslamofobisinin temel dayanaklarından biri de bu fikirdir. “Medeniyetler çatısması” fikri yalnız Soğuk Savaş’ın bitiminden üç- dört yıl sonra ortaya çıkmakla kalmamış, bizatihi Soğuk Savaş’ın bitiminin bıraktığı boşluğu doldurmak iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Yürütülen mantık ise çok ilginçtir: “İnsanlar mutlaka çatışacaktır” varsayımından hareket ederek “acaba şimdi hangi nedenle çatışacaklar?” sorusunu cevaplandırmağa çalışıyordu. Yani “yorgan gitti, kavga bitti” yoktu; “nerede kavga edecek yeni bir yorgan bulacağız?” vardı. Bu kendi başına oldukça düşündürücüdür aslında.
Arap- İslâm dünyası olmasaydı Rönesans olur muydu? Aydınlanma Çağı olmasaydı İslâm dünyası bugünkü haline benzer miydi? Hattâ köktenci İslâm, Avrupa modernizmi olmadan ortaya çıkar mıydı?
Buraya kısa bir not düşmek istiyorum. İspanya Başbakanı José Luis Rodríguez Zapatero ile birlikte Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 2005 yılında Birleşmiş Milletler’de “Medeniyetler İttifakı” adlı bir proje önerdiler. Bu projenin gayesi, özellikle Batı ve İslâm dünyaları bağlamında “medeniyetler arasında anlaşmazlıkların ve çatışmaların önlenmesi, uzlaşma çabalarının desteklenmesi, barış, hoşgörü ve işbirliğinin geliştirilmesi” idi ve ilk rapor 2006 yılında yayınlandı. Gerçi medeniyetler “çatışması”nın gündemde olduğu bir zamanda medeniyatler ittifakından söz etmek gerçekten güzel bir şeydi ama bu fikrin de çok hatalı olduğunu belirtmek gerekiyor. Çünki burada yine Batı ve İslâm dünyaları birbirlerini dışlayan, ayrı medeniyetler olarak ele alınıyor. Oysa insan biraz tarih bilince, Batı medeniyetiyle İslâm medeniyetinin yekpare olmadıkları gibi birbirlerinden kesin bir biçimde tefrik edilemeyeceklerini de kolaylıkla görüyor. Arap- İslâm dünyası olmasaydı Rönesans olur muydu? Aydınlanma Çağı olmasaydı İslâm dünyası bugünkü haline benzer miydi? Hattâ köktenci İslâm, Avrupa modernizmi olmadan ortaya çıkar mıydı?
İlginçtir ki İslamofobinin ortaya çıkması ve yaygınlık kazanması, yukarıda sözü edilen siyasî gelişmelere bağlı olmanın yanı sıra, Batı ülkelerindeki Müslüman göçmen nüfusunun giderek artmasıyla da ilintilidir. Bu göçmenlerin kendi geleneklerini, kendi inançlarını, kendi yaşam tarzlarını beraberlerinde getirmeleri, daha önce Çinlilerin, Yahudilerin, ve çeşitli başka göçmen gruplarının gelmesiyle ortaya çıkan yabancı düşmanlığının bir benzerinin belirmesine yol açmıştır. O halde durum birbirlerinin dışında, birbirleriyle hiçbir temasları olmadan varlıklarını sürdüren iki medeniyetin çatışması sonucunda değil, Batı ülkelerine göç eden Müslümanların geldikleri toplumları çoğulcu olmağa zorlamaları, ve buna o toplumların direnmesi nedeniyle ortaya çıkmıştır. Yani uzaklığın değil, yakınlığın neticesidir büyük ölçüde.
“İslamofobi” terimini çeşitli gerekçelerle eleştirenler var. Bunlardan bazıları, asıl meselenin İslâm düşmanlığı değil, Müslüman düşmanlığı olduğunu, İslamofobi teriminin bu gerçeği örttüğünü öne sürüyorlar. Kendi payıma ben bu görüşe tamamen katılamıyorum, çünki bugün İslamofobi’nin Müslümanlara karşı ayrımcılık olarak tezahür ettiği doğru olmakla birlikte, söz konusu ayrımcılığı meşrulaştıran ve gerekçelendiren, sözünü ettiğim tarihî İslâm düşmanlığıdır. Yani pratik, Müslümanlara karşı ayrımcılık ise de, teori, İslâm aleyhtarlığıdır. Bu pratiğin örneklerine ise maalesef her yerde ve artan bir sıklıkla rastlıyoruz.
İslamofobinin özellikle Batı dünyasını kasıp kavuran bir salgın hastalık haline geldiği kolaylıkla anlaşılır. Üstelik çılgın aşırı uçların tekelinde olmaktan çıkmış, siyasî merkezin de hoşgörüsünü kazanarak neredeyse saygın bir görüş haline gelmiştir.
Örneğin Fransa’da birçok Müslüman mezartaşı ve cami tahrip edildi, 2004’te ise kızların devlet okullarına başörtüsüyle gelmesi yasaklandı. Gerçi işin ilginç yanı şu, başörtüsü yasağını dayatanlar Hıristiyanlar değil, bizimkilerden aşağı kalır tarafları olamayan Fransız lâikçileriydi. Ama yasaklayanlar kim olurlarsa olsun, söylemleri birdi. Hollanda’da Pim Fortuyn ve Geert Wilders gibi politikacıların, Theo van Gogh gibi sanatçıların körüklediği İslamofobi camilerin kundaklanması ve Müslüman göçmenlere karşı ayrımcılık uygulanmasına neden oldu, yüzü örten hicab okullarda yasaklandı. İngiltere’de gerek camilere, gerekse Müslümanlara saldırılar yoğunlaşıyor. Özellikle 2005’te kendilerini Müslüman olarak tanımlayan kimselerin Londra metrosunda bomba patlatması neticesinde 52 kişinin ölmesi ve 700 kadarının yaralanması bu eğilimi hızlandırdı. İsviçre’de 2009’da referandum yoluyla minare inşa edilmesi yasaklandı, bu yasağı Fransa’da yalnız Marine Le Pen gibi bir faşist politikacı değil, Nicolas Sarkozy’nin kendisi bile destekledi. 1990’larda Yugoslavya’nın parçalanması sürecinde Bosna- Hersek’e yapılan insanlık dışı saldırıların meşrulaştırılmasında İslamofobinin etkisi büyüktü. Sırp kanaat önderleri ve politikacıları sürekli İslâm ve Türk düşmanlığını devreye sokarak 100.000’den fazla insanın katledilmesini, 2 milyondan fazlasının yerlerinden yurtlarından edilmesini haklı göstermeye çalıştılar. Norveç’te 22 Temmuz 2011 tarihinde Anders Behring Breivik birçoğunu teker teker kurşunlayarak 69’u çocuk denilecek yaşta 80’e yakın insan öldürdü, bunu hükümetin açık kapı politikası neticesinde ülkesine Müslümanların doluşması ve İslâm’ın Batı değerleriyle uzlaşması mümkün olmayan bir din olması iddialarıyla gerekçelendirdi. Daha önce, 19 Nisan 1995 tarihinde Amerika’nın Oklahoma şehrinde vuku bulan ve 168 kişinin öldüğü, 680 kişinin yaralandığı patlamayı Müslüman tedhişçilerin örgütlediği ilân edildi, neden sonra aşırı sağcı Amerikalıların işi olduğu anlaşıldı. 11 Eylül sonrasında Müslümanlara her yandan baskı uygulanmağa başlandı, havaalanlarında haysiyet kırıcı aramalara tabi tutuldular ve tutulmağa devam ediyorlar. Bu arada New York’ta Dünya Ticaret Merkezi’nin hemen yakınında bir mescit kurmağa çalışanlara 2008 seçim kampanyası esnasında Sarah Palin gibi anaakım politikacıları açık açık muhalefet ettiler, böyle bir muhalefete anayasanın hak tanımadığını bile bile. Cumhuriyetçi Parti’nin bir süre önde gelen cumhurbaşkanı adayı olan Herman Cain, isteyen belediyelerin şehirlerinde cami inşa edilmesini yasaklamalarını desteklediğini ilân etti.
“Bu İslâm değildir” demek, işin kolayına kaçmaktır. Gerçek şudur ki, İslâm’ın içinde bu da vardır, ve İslâm’ın geleceği hakkında kafa yormak isteyenler, bu vahşete cevaz veren fikirlerin nereden geldiğini, bugünkü İslâm’ın neresinde barındığını, ve onlara karşı nasıl içeriden mücadele edilebileceğini düşünmek zorundadırlar.
Hal böyle olunca, İslamofobinin özellikle Batı dünyasını kasıp kavuran bir salgın hastalık haline geldiği kolaylıkla anlaşılır. Üstelik çılgın aşırı uçların tekelinde olmaktan çıkmış, siyasî merkezin de hoşgörüsünü kazanarak neredeyse saygın bir görüş haline gelmiştir. İdeolojik temeli özgürlük olan, Avrupa’daki dinî baskılardan kaçanların kurduğu Amerika Birleşik Devletleri’nde iki ana siyasî partiden birinin cumhurbaşkanı adayları —bırakın İslâm’ı— herhangi bir dine karşı bu kadar pervasızca ayrımcılık yapabilir ve bu sayede oylarını arttırabilirse, bunu çok, pek çok ciddiye almanın zamanı gelmiş ve hattâ geçmiştir.
Tabii İslamofobi’nin tezahürlerinden söz edip, bu tezahürleri cesaretlendiren ve kolaylaştıran olaylardan söz etmemek doğru olmaz. IŞİD’in, Taliban’ın, Boko Haram’ın, el- Kaide’nin, el- Nusra’nın, ve daha birçok örgütün İslâm adına yaptıkları, elbette İslâm aleyhtarı nefret söyleminin ekmeğine yağ sürmektedir, buna kuşku yok. Üstelik “bunların İslâm ile alâkası yok” gibi beyanların da fazla ikna edici olduğu söylenemez, zira 1400 küsur yıllık İslâm tarihinde İslâm’ın birçok yorumu ortaya çıkmıştır ve bu vahşeti sergileyenlerin bu yorumlardan bazılarına dayandığı, Kur’ân-ı Kerîm’den, hadislerden, âlimlerden yaptıkları sayısız iktibas göz önünde bulundurulduğunda aşikârdır. Bu da Müslümanların önyargısız olarak, açık görüşlü bir şekilde düşünmesi gereken bir husustur. Çünki “bu İslâm değildir” demek, işin kolayına kaçmaktır. Gerçek şudur ki, İslâm’ın içinde bu da vardır, ve İslâm’ın geleceği hakkında kafa yormak isteyenler, bu vahşete cevaz veren fikirlerin nereden geldiğini, bugünkü İslâm’ın neresinde barındığını, ve onlara karşı nasıl içeriden mücadele edilebileceğini düşünmek zorundadırlar. Ama bütün bunlarla birlikte IŞİD’in yahut Boko Haram’ın İslamofobiyi “yarattığını” söylemek de münkün değildir, çünki İslamofobi bunlardan çok daha eskidir.
Peki, bu salgın hastalığa karşı ne yapılmalıdır? Müslümanların birçoğu Batılıları bilgilendirmeye çalışıyor, İslâm’ın aslında şiddet değil barış dini olduğunu, Müslüman olmayanlara baskı değil hoşgörü uygulandığını anlatarak İslamofobi’yi yenebileceklerini sanıyorlar. Ama bu mümkün değildir, çünki İslamofobi bir nefret söylemidir. Nefret söylemleri elbette insanların cehaletinden kaynaklanır, ama bu olgusal cehalet değil, daha genelde dünyanın, insanlığın nasıl olduğuna dair umumî bir cehalettir. İslamofobik olanlar İslâm konusunda elbette bilgi sahibi değildir ama İslamofobilerinin nedeni bu bilgisizlik değildir.
Almanya’da yaşayan ve her gün dazlaklarla karşı karşıya gelen Türkler’e sorun, söylesinler. Yetmiş- seksen sene öncesinin Yahudi düşmanı söylemi şimdi Türk ve Müslüman düşmanı söylemine dönüştü. Nefret edilenler değişti, ama nefret söylemi değişmedi.
İslamofobi bir nefret söylemidir. Ve bütün nefret söylemleri yanlıştır. Ancak nefret söylemleri genellikle cehâletten, hayvânî hislerden beslendiği için onları yerlerinden etmek çok zordur. “İslâm aslında barış ve adaleti emreder” diyerek İslâm’dan irrasyonel bir şekilde nefret eden birinin fikrini değiştirmek mümkün değildir. Çünki o zaten İslâm’dan şu veya bu niteliğini beğenmediği için nefret etmemektedir. O, içindeki nefretin odağına İslâm’ı yerleştirmiştir. Nefretinin pekâlâ başka bir odağı, başka bir hedefi de olabilirdi. Ve belki de başka bir gün başka bir hedefe saldıracaktır.
Nefret söylemleri birbirini besler. Onlara karşı topyekûn savaşmalıdır. Nefret söylemlerine sıfır hoşgörü uygulanması şarttır. Sadece İslamofobiye, sadece ırkçılığa, sadece Yahudi düşmanlığına karşı savaşmak bir işe yaramaz. Almanya’da yaşayan ve her gün dazlaklarla karşı karşıya gelen Türkler’e sorun, söylesinler. Yetmiş- seksen sene öncesinin Yahudi düşmanı söylemi şimdi Türk ve Müslüman düşmanı söylemine dönüştü. Nefret edilenler değişti, ama nefret söylemi değişmedi. Bu insanlara yanıldıklarını, aslında İslâm’ın iyi ve doğru bir din olduğunu ispat etmek mümkün müdür? Asla. Ama nefret söyleminin hastalıklı, yanlış, nefret edilesi bir şey olduğuna kendilerini çok uğraşarak belki inandırabilirsiniz. O zaman da İslamofobi kendiliğinden ortadan kalkar zaten.
Nefret söylemlerinin birbirini beslediğini söylemek ne demektir? Her şeyden önce İslamofobinin sadece Müslümanların sorunu olmadığı, Hıristiyan, Yahudi, Budist, her ne ise, bütün insanlığın sorunu olduğu anlamına gelmektedir bu. Örneğin Amerika’daki eski başkan adayı Herman Cain, oy için İslâm karşıtlığı yapmakta sakınca görmüyordu ama, kendisi siyahtı. Hiç şüphesiz eğer siyahları aşağılayan, siyahların haklarını çiğneyen bir uygulamaya şahit olsaydı, derhal müdahale ederdi. Ama belli ki İslamofobiyi kendi sorunu addetmiyordu. Onun için İslamofobi Müslümanların sorunuydu. Bu çok yanlış bir yaklaşımdır. Bugün Müslümanlara yöneltilen saldırılar yarın bambaşka bir grubu hedef alabilir. Nefret söylemleri söz konusu olduğunda “benimki/ ötekininki” ayırımı yapılamaz. Her nefret söylemine karşı savaşmaktan her birimiz sorumluyuz aslında.
Nefret söylemlerinden hangisine karşı çıkacağımızı, hangisine kayıtsız kalacağımızı seçemeyiz. Hepsine karşı çıkmalıyız, çünki nefret söylemleri insanların akıllarını ve gönüllerini istilâ eden bir zehirdir.
Birbirini besleyen nefret söylemlerine iyi bir örnek, birkaç yıl önce Türkiye’ye davet edilmesi olay yaratan Nobel ödüllü yazar V.S.(“Vidia”) Naipaul’dur. Başta Hilmi Yavuz olmak üzere birçok kimse, Naipaul’un azılı İslâm düşmanlığı nedeniyle Türkiye’ye davet edilmesine karşı çıkmıştı. Bazıları da “canım karısı Müslüman, İslâm düşmanı olur mu hiç?” gibi çok acayip bir mantık yürüterek bu itirazlara tepki göstermişti. Bu hengâmede ne kayboldu, biliyor musunuz? Naipaul’un Müslüman olmayan bazı gruplara karşı yürüttüğü nefret söylemi. Örneğin inanılmaz derecede misojen, yani kadın düşmanı biridir Naipaul, “kadından iyi yazar çıkmaz” demişti bir keresinde. Şimdi çıkıp “canım karısı kadın, misojen olur mu hiç?” mi diyeceğiz? Öte yandan Naipaul’un İslâm aleyhtarlığından dem vuranların kaçta kaçı onun kadın düşmanlığını kayda değer buldu? Ve kadın düşmanlığını eleştirenlerin kaçta kaçı İslâm düşmanlığını gündeme getirdi? O kadar mı? Naipaul ayrıca eşcinsellerden de nefret edermiş, örneğin E.M. Forster gibi bir yazardan, John Maynard Keynes gibi bir iktisatçıdan söz ederken onları kötülemek için eşcinsel olduklarını belirtmeyi uygun bulmuş. Kadınlara, İslâm’a ettiği hakaretlere kızanların kaçta kaçı eşcinsellere karşı konuşmasını kınadı?
Kısacası nefret söylemlerinden hangisine karşı çıkacağımızı, hangisine kayıtsız kalacağımızı seçemeyiz. Hepsine karşı çıkmalıyız, çünki nefret söylemleri insanların akıllarını ve gönüllerini istilâ eden bir zehirdir, kime karşı yöneldikleri önemli değildir, birinin yerine bir başkasını geçirmek kadar kolay bir şey yoktur.
Şimdi çuvaldızı kendimize batırmak adına biraz da Türkiye’deki nefret söylemlerinden söz edelim. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Benim için afedersiniz Ermeni dediler” gibi inanılmaz derecede hakaretamiz bir söz söylediğinde acaba siyaset mi yapıyordu, yoksa içselleştirdiği ırkçılığı mı dışa vuruyordu, bilinmez. Ama o sözü uzun bir geleneğin içine gayet güzel oturuyordu, bu da bir gerçek.
Örneğin Türkiye’de İslâmcı siyaseti destekleyen insanların çok tuttuğu “üstad” Necip Fazıl Kısakürek, 1967’de Büyük Doğu dergisinde şöyle diyordu: “Yahudi, öteden beri kendi dışındaki insan topluluklarının olanca birlik ve bütünlük müesseselerine düşmandır... İşte onun içindir ki, Yahudi, topyekûn insanlık vücuduna mikrop gibi yerleşirken, kendi gizli tesir şebekesini hâkim kılmak için… insanlığın illet bünyesini kıyamete kadar beslemek ve hastalık kıvamında tutmak borcu altındadır... Yahudi, ilk hiyanetini kendi Peygamberine ve daha nice Peygamberlere gösterdikten sonra, bu hiyanet ruhunu dölleştirmiş, asırlar boyunca bu dölü geliştirmiş, örnekleştirmiş, nihayet ondan ibaret kalmış. Follukta yumurta gibi daima yerini muhafaza eden bu ruh vâhidi etrafında da, Yahudi, renk renk ve çizgi çizgi, kavim hususiyetleriyle üreyip gitmektedir.” Bu sözler antisiyonist, İsrail karşıtı sözler değil, öyle olsaydılar itiraz etmezdim. Bunlar, doğrudan doğruya Yahudileri hedefleyen, Yahudilerin “kavim hususiyetleri”nden, “hiyanet ruhunu dölleştir”melerinden, “insanlık vücuduna mikrop gibi yerleş”melerinden söz eden katıksız Yahudi düşmanlığıdır.
“Afedersiniz Ermeni” diyen biri hangi yüzle İslamofobi’den şikâyet edebilir? Yalnız İslamofobiye karşı değil, Yahudi ve Ermeni düşmanlığına karşı da cephe almak gereklidir, hattâ bütün nefret söylemlerine karşı topyekûn savaş açmalıdır.
Necip Fazıl yalnız değildi malesef. Millî Görüş’te de Yahudi düşmanlığı önemli bir yer tutmuştur yıllar boyunca. Necmettin Erbakan, 1996 yerel seçimleri öncesinde Kahramanmaraş'ta yaptığı bir konuşmada şöyle demişti: “Refah Partisi'ne oy veren bu dünyada ve ahirette ihya olur. Vermeyen ise heba olur. Refah Partisi dışındaki partilere oy verenler Ermeni ve Yahudilere oy vermiş sayılırlar.” Aynı seçim öncesinde Antalya’da yaptığı bir konuşmada ise şöyle demişti: “2 Haziran’daki seçimin Yahudiye yaramasını istemiyorsanız Refah Partisi’ne oy verin.” Sıklıkla “siyonizm” anahtar kelimesini kullanmakla birlikte Erbakan’ın hedefi İsrail değil, dünyayı ele geçirmeye çalıştığını iddia ettiği Yahudilerdi.
Eğer İslamofobiden şikâyet edeceksek, İslamofobiyle nasıl mücadele edebiliriz diye birbirimize soracaksak, bu tür ırkçılığı, bu tür Yahudi yahut Ermeni düşmanlığını da kayıtsız şartsız kınamamız, reddetmemiz gerekiyor. Yoksa “afedersiniz Ermeni” diyen biri hangi yüzle İslamofobi’den şikâyet edebilir? Yalnız İslamofobiye karşı değil, Yahudi ve Ermeni düşmanlığına karşı da cephe almak gereklidir, hattâ bütün nefret söylemlerine karşı topyekûn savaş açmalıdır.
Mesele Yahudi ve Ermeni düşmanlığıyla bitmiyor tabi. Alevilere karşı nefret söylemi de var, eşcinsellere karşı nefret söylemi de var, Kürtlere karşı nefret söylemi de var. Bunları kınayanlar yok değil, var tabi. Ama daha çok olmalı. Alevi düşmanlığı yalnız Alevilerin sorunu değildir, Kürt düşmanlığı yalnız Kürtlerin sorunu değildir, eşcinsel düşmanlığı yalnız eşcinsellerin sorunu değildir. Mesele Alevilerin inançlarını kabul edip etmemek değil. Mesele Kürt taleplerinin haklı olup olmadığı değil. Mesele eşcinselliğin hastalık yahut günah olup olmadığı değil. Mesele bütün nefret söylemlerine birden karşı gelinmesi gerektiğidir.
Bugüne kadar İslâm dünyası İslamofobiye karşı etkin bir mücadele sürdürememiştir, çünki hep “bizi bir tanıyabilseler, hemen sevecekler” diye sanılıyor. Oysa mesele İslamofobik kişilerin İslâm’ı tanımaması değil. Onlara istediğiniz kadar Mevlânâ’yı tanıtın, nefret edenler nefretlerinden vaz geçmeyecektir. İslamofobiye karşı koymak için yapılması gereken en önemli şey genel olarak nefret söylemlerine karşı örgütlenmektir. Bunu dünyanın birçok yerinde birçok grup yapmıştır. Bugün Batı’da Yahudi düşmanlığı yapmak, ırkçılık yapmak, eşcinsel düşmanlığı yapmak anında tepki getirir. Ama Arap düşmanlığı, Türk düşmanlığı, İslâm düşmanlığı aynı tepkiyi çekmez. Çünki bunların da nefret söylemleri teşkil ettiği ve diğer nefret söylemleri kadar lânet edilesi şeyler oldukları bilinci yerleşmiş değil. Bu bilinci yerleştirmek, Avrupalılara yahut Amerikalılara Mevlânâ’yı tanıtmaktan çok daha önemlidir. Daha doğrusu öncelik açısından üstündür. İlkin İslâm düşmanlığını yenmek gerekmektedir. Bu ise ancak nefret söylemlerini hezimete uğratmakla mümkündür.
Charlie Hebdo baskınıyla başladık, onunla bitirelim. Yale Üniversitesi’nde İslâm Araştırmaları profesörü olan Frank Griffel’in dediği gibi, kitlece “Je suis Charlie” işaretleri takmak, “Aynı şeyi bir daha yapardık” demektir (Science, Religion and Culture, 2.1 (Ocak 2015), s. 29). Yani olup biteni hiç anlamamak, anlamaya bile çalışmamak, inatçı bir çocuk gibi “Yapacağım işte!” diye tepinmektir bunun anlamı. Lütfen biraz akıllanalım. Evet, 7 Ocak 2015 katliamını kınamak şarttır, ancak “amasız, fakatsız” kınamak değil. Aksine, “amalı, fakatlı” kınamak lâzımdır katliamı. Çünki Charlie Hebdo baskını gökten zenbille inmemiştir, bir kısır döngünün bir parçasıdır. “Amasız, fakatsız” kınayanlar ise bu döngüyü süreklileştirmekten başka bir şey yapmıyorlar. Eğer döngü kırılacaksa, Charlie Hebdo’nun ve destekçilerinin hatalarıyla da yüzleşilmesi gerekecektir. On iki kişiyi katleden gözü dönmüş, eli kanlı katilleri lânetlemek kolaydır; zor olan, mazur gösterilmeden katliamın bağlamına oturtulmasıdır aslında. Bu yapılmadığı taktirde, örneğin Berlin’deki dergiye malûm karikatürleri yayınlamanın anlamsız ve yanlış bir davranış olduğu, hoşgörüsüzlüğe hoşgörüsüzlükle karşılık verilmemesi gerektiği, nefret söylemini körüklemekle bindikleri dalı kestikleri söylenmediği, faydadan ziyade zarar getirecek böylesi bir refleks yerine olaya daha derinlikli, daha olgun bir şekilde yaklaşılması gerektiği anlatılmadığı taktirde, daha çok cinayetler işlenecek, camiler kundaklanacak, göçmenler tartaklanacak, ve bizler kenardan çaresizlik içinde bunları seyretmek zorunda kalacağız.