"Büyük" rock anlatısı ya da Axl Rose kalbimi nasıl kırdı

Rock anlatılarında aktarılan hep aynı hikâyedir aslında: Mütevazı başlangıçlar ve ani sıçrayışlar, büyük zaferler ve dehşetli kayıplar; ölenler, sağ kalanlar ve küllerinden yeniden doğanlar..

03 Mayıs 2018 14:30

“Gidip hikâyenizi anlatın.”1

Zihnimde 90’lardan kalma bir görüntü, MTV ya da VH1 yayını olmalı: Axl Rose, üzerinde İsa’nın yüzü basılı olan tişörtüyle, beyazlar içinde sahnede. Tişörtün üzerindeki tanıdık yüz, biraz kendi yüzüne benziyor. Başında dikenlerden tacı ve hüzünlü gözleriyle tişörtteki İsa tasvirinin hemen altında bir slogan göze çarpıyor: “İdollerini Öldür.”2 Rose, Knocking on Heaven’s Door’u söylüyor. Dokunaklı, neredeyse yürek burkan bir an bu; Rose’un sesi, şarkının sözleri ve tişörtündeki sloganla birleşiyor ve biz izleyicileri, bazı kapıların asla açılmayacağı hususunda ikna ediyor.

Hayat, Keith Richards, çev.: Elif Kolcuoğlu, Pegasus Yayınlarıİtiraf etmem gerek; ne zaman bunalsam, tıkansam veya düpedüz dibe vursam, bir tür regresyon doğrultusunda bu yıllara döner, 80’lere ve 90’lara ait söyleşilerle, sahne arkasında gelişen dramları anlatma vaadindeki belgesellerle ve özellikle otobiyografilerle oyalanırım, hayatın iniş ve çıkışlarının aslında ne kadar rutin olduğunu anımsatan bir tür terapi niyetine. Keith Richards’ın Hayat’ından Nikki Sixx’in Eroin Günlükleri’ne varana değin anlatılan hep aynı hikâyedir aslında; temalar aynı, tınılar farklı olacak şekilde: Mütevazı başlangıçlar ve ani sıçrayışlar, büyük zaferler ve dehşetli kayıplar; ölenler, sağ kalanlar ve küllerinden yeniden doğanlar. Kan, ter ve gözyaşı ile yazılmıştır bunlar ya da öyle söylenir; yokluktan olduğu kadar bolluktan da nasibini almış, denenmedik madde bırakmamış ve hayatla türlü türlü sınanmış kahramanlara dair hayranlarının sınırsız sevgisiyle temize çekilen hikâyeler. Dostluk ve ihanet, arayış ve düş kırıklığı, esrime ve yok oluş, yaratma ve tıkanma hakkında anılar. Kameraların yakaladığı utanç anları, kıvanç dolu ödül konuşmaları. Gelişigüzel uzatılan mikrofonlar karşısında bölük pörçük beyanatlar. Hakikat kırıntıları ve tekrarlana tekrarlana geçerlilik kazanan yalanlar. Kültürel atmosfere dair de fikir veren, müziği içermesi gerekmeyen ama müziğin içinden veya gerisinden sansasyonel hikâyeler: Ozzy Osbourne’un sahnede ısırıp kafasını kopardığı yarasadan Anthony Kiedis’in bağımlılığına ve geçen yıllara ozon tedavisiyle meydan okumasına, Keith Richards’ın İsviçre’de bir merkezde kanını değiştirtmek suretiyle hayatta kalmasından Jimi Hendrix’in Monterey’de paramparça ettiği gitardan ilham alanlara, öldükten sonra bir değil, iki kere geri döndürülen Nikki Sixx’e, Iggy Pop’un cam kırıklarıyla yakın münasebetine varana değin söylentiler, söylenceler. Parçalarına ayırdığınızda sıradanlaşıyor, bir rock grubunun sahnesinde ise, her elemanın kendi personası, aurası eşliğinde mitolojik bir boyut kazanıyorlar.

Bir çağın efsaneleri.

Öz, yaşam, öykü

“Sık sık düşünmüşümdür, bu müziğin ne menem bir şey olduğunu.”3

Rock hikâyeleri çocuklukla başlar; alınan ilk gitar, gidilen ilk konser, sahnede ilk performans. Müzik, dinleyicinin de anılarına benzer bir biçimde sızar; bireylerin yaşam öykülerinde belli paragrafları imler. İnsanlık tarihindeki müzik geçmişinin çok eskiye, lisandan da öncesine dayandığını iddia eden evrim teorisyenleri olsa da, Steven Pinker gibi, doğanın doyuramayacağı bir iştahı besleyen müziğin, yok olduğu takdirde insanlık tarihinde pek de bir şeyin değişmeyeceğini savunanlar ya da müzik icrasının erkeklere eş bulmada evrimsel açıdan avantaj sağladığını iddia edenler var. Uzlaşabileceğimiz yegâne husus, müziğin bizi duygulandırdığı ve harekete geçirdiği, marşlar, tezahüratlar ve hit listeleriyle kolektif olarak ördüğümüz anlam ağlarını sağlamlaştırdığı belki. Bireysel tüketimde müzik, dinleyicisinin bağlamında kendini yeniden üretebilmesi dolayısıyla zamandan azade –Proust’un madlen’i gibi, bir şarkı, hatta bir melodinin birkaç notası bile, kişiyi yaşamda bambaşka bir kesite, bambaşka bir yere taşıma gücüne sahip.

Kurt CobainBir kültür, bir müzik akımı olarak rock’ın doğuşu, genelde II. Dünya Savaşı sonrasına, Little Richard ve benzeri sanatçıların caz ve blues’dan ilhamla geliştirdikleri tını ve tavırlara dayanıyor. Bu konuda kalem oynatanlardan David Hepworth, müzikal akımların belli bir ömrü olduğunu iddia ediyor4 ve rock çağını Kurt Cobain’in intiharı ile Napster’ın endüstride yarattığı dönüşüm arasında bir noktada bitmiş addediyor; Little Richard’ın bir isyan havasıyla ayakta durarak, tuşlara bakmadan çaldığı piyano ve Elvis’in çılgınca savurduğu pelvis kemiğiyle kopan rüzgârın, 60’ların sonlarına doğru basmakalıp aşk söylemlerinden az biraz uzaklaşıp protest tavırlı bir boyut kazandığını, 70’lerin yitik yıllarında saykodelik, senfonik ya da diğer hülyalı, içe dönük ortamlara uğradıktan sonra, 80’lerde heteroseksist bir hedonizm söylemiyle geri dönerek 90’larda müthiş bir çökkünlüğe kapılıp 2000’lerde hepten bittiğini savunuyor. Napster sonrası müzik endüstrisinin öncesine pek benzemediği aşikâr ancak Hepworth, bu savını, zamanımızın rock yıldızlarına zemin olmaktan uzak olduğu, onlardan ziyade erişim alanı geniş, etkisi büyük, etkileşimi yüksek pop figürlerine odaklandığı iddiasıyla destekliyor. Bugün sosyal medya başlı başına bir sahne ve Hepworth haklı belki de: avatar’lar her yerde. İş birliklerinin, marka değeri taşıyan “ünlülerin” en çok kendi imgelerini cilaladığı bir vitrin çağı; müzik, sanat, şov satış için hep bahane. Kanye West’in attığı tweet’ler, müziğinden daha geniş gündem yaratıyor; Rihanna’dan Beyoncé’ye, Madonna’dan Gwen Stefani’ye etki alanı geniş yıldızlar, büyük markalarla ortak çalışmalar yaparak kitlelerini alışverişe çağırıyor. Bir tıkla beğeni ve alışveriş çağında rock vaatleri, eski hükümlerini yitiriyor ve marjin’lere kayıyor, rock yıldızları yerlerini markalaşma derdindeki pop figürlerine bırakıyor.

Rock’ın bir bütün olarak ölüp ölmediği veya bu çağda yaşayıp yaşamayacağı mevzusu, tartışmaya açık; rock’ın rasyonel bir bağlama sıkıştırılmasına itiraz etmek, onu kendisini yaratan zamandan ayrı, onun tarafından yıkılmaz görmek mümkün çünkü. Gelmiş geçmiş en büyük rock müzisyenlerinden biri, Bruce Springsteen, “sevginin, sanatın, Rock’n Roll’un ve Rock’n Roll gruplarının gerçek denklemini,” şöyle kuruyor örneğin: “1+1=3”5 Bu, görünen ve bilinen dünyayı aşabilen, insanı şaşırtabilen, simya benzeri bir formül ona göre ve aynı zamanda gerçek rock’ın asla ölmeyeceğinin göstergesi. İnsan varlığının en üstün, en aşkın tezahürü ve rock’a özgü bir denklem, bir tür mucize belki; muhteşem sound’un, efsanevi grupların, kült albümlerin kumaşı bu denklemle dokunuyor. Springsteen haklı belki de; Neil Young’ın, “It’s better to burn out, than to fade away,”6 dizeleriyle, kalabalıkların karşısında asla Freddie Mercury’nin rahatlığına sahip olamayacağını yazarak henüz 27’sinde yaşamına son veren Kurt Cobain son rock yıldızı olsa bile, rock ölmemiş olabilir.

Bir artı birin üç edebildiğine şahitlik edecek, sönüp gitmektense cayır cayır yanmaya razı birileri olduğu ve müzik devam ettiği sürece.

Solo

“‘Here we are now,’ diye şarkıya giriyor. ‘Entertain us.’”7

Roger Waters, Pink Floyd’un 40 milyondan fazla satan efsanevi albümü Dark Side of the Moon’da yer alan Time’ı (Zaman) yazdığında her şeyin ortasında olduğunu, hayatta beklediği bir şey kalmadığını hissettiğini belirtiyor.

Waters, Time’ı yazdığı zaman 28 yaşındaydı.

Bugün 74 yaşında ve müzik yapmaya devam ediyor.

Grup

Zihnimde birkaç sene öncesinden kalma bir görüntü, YouTube yayını olmalı: Axl Rose, adı dışında eski grubu Guns N’ Roses ile alakası olmayan birtakım adamlarla beraber sahnede. Öfkeli görünüyor, eski zarafeti, eğer öyle bir şey var idiyse çoktan terk etmiş onu. Sesi ince ama kendi denkleminde bir şeyler yitirmiş olduğunu inkâr etmek imkânsız: fazla saldırgan, fazla gergin, çatladı çatlayacakmış gibi bir izlenim yaratıyor... Dökülmüş, ince telli, kızıl saçlarının yerinde ince ince örgüler, başında alametifarikası sayılacak bandana, ayağında kovboy çizmeleri. Sahnede sahnede olmasına ama beklediğimiz kişi değil –bir şeyler eksik, nedir, kavrayamıyoruz. Basın, zamanın Rose’a pek de nazik davranmadığını belirterek “grotesk” göründüğünden dem vuruyor ve bu konseri müthiş alaycı bir dille ele alıyor.

Guns and Roses, 1986, fotoğraf: Marc CanterOna en şefkatli yaklaşanlardan John Jeremiah Sullivan, Axl Rose’un, Axl Rose maskesi takmış birine benzediğini belirtiyor. Gerçekte, kötü bir seri estetik operasyon geçirmiş ve aradan geçen onca yılı silmektense yüzüne aynen mıhlamış âdeta, genç Rose’un kötü bir kopyası, sahnedekilerin, değerli müzisyenler olsalar da GnR adı altında geçmişte kalmış bir grubun kötü bir kopyası olması gibi. Rose, daha sonra, bir mucize eseri ya da şartlar gereğince grubun orijinaline yakın bir kadro toplamayı başaracak ama bacağını kırınca alçısıyla, tuhaf bir tahta oturmuş hâlde çıkacak sahneye, bir önceki turnesinde göründüğünden çok daha acayip bir hâl içinde, Las Vegas, Coachella, vs. Indiana’da izini süren ya da geride bıraktığı boşluğu irdeleyen8 John Jeremiah Sullivan kadar sevecen olmayan gazeteciler, aile toplantılarında bir köşeye çekilip bağır çağır küfreden aksi dedelere benzetecek onu. The Guardian, hakkındaki hükmü çoktan, ta 2003’te bildirmiş: “80’lerin geride bıraktığı kültürel enkaz hâlâ yolumuza çıkmakta, ama en kötü kalıntılar, altın yıllarının çoktan geride kaldığını bir türlü kabullenemeseler de sönüp gitmiş süperstarlar olsa gerek.”9

Bir mucize yine de; yıl 2016, kırık bacağıyla Axl Rose, eski kadrodan bas gitarda (pankreasının patlamasıyla ölümden döndüğünü söyleyen) Duff McKagan, gitarda (kalp piliyle eskisinden daha sağlıklı olduğunu söyleyen) Slash ile sahnede. Independent’ın haberine göre, gruba 100 milyon dolardan fazla kazandırmış olup hâlen devam eden turnenin adı manidar: Not in This Lifetime.10

Zaman

“Bu, müzik piyasası... ‘Beş yıl, beş yüz yıla eşit.’...”11

Atmosfer yaratmak için, hele de dönem atmosferi yaratmak için en kısa yol müzik olabilir; ideal bir zaman makinesi, geçmişe hızlı bir yolculuk; son yılların zamanla hesaplaşma konulu iki büyük romanı da, belki bu yüzden, arka plana müziği alıyor. Jennifer Egan, Pulitzer ödüllü İt Kopuk Takımı’nda müzik endüstrisinin ekseninde 70’lerden 2020’li yıllara uzanan yaşamları ve paralel yaşamları anlatıyor ama esas kahramanı, zaman. Romanın en dokunaklı kısımlarından biri, bir hasta yatağının başında, bir eksikle, 20 yıllık aradan sonra toplaşan -bir zamanlar bir grupta beraberce çalmış- kahramanların, yatakta yatan adama bakıp ne zaman bu kadar yaşlandığını, bunun sadece onun başına gelen bir şey mi olduğunu yoksa herkesi mi içerdiğini sorgulayan paragraf olabilir; herkes aynı ve her şey farklı, hayat devam ederken... Kahramanlarına Egan kadar insaflı davranmayan Virginie Despentes de, Vernon Subutex’de müzikle alakalı bir çevrede yaşı, yaşlılığı, zamanın hasarını anlatıyor: “Gençken, şaşmaz bir biçimde senin de başına gelmekte olanın zalimliğini kavramazsın. Olduğunu bilirsin, ama kavrayamazsın.”12

Koda

Zihnimde bir resim: Sene 1993, eski İnönü Stadyumu'nda, saha içindeyim. O yıl, 26 Mayıs’ta, Use Your Illusion turnesi dâhilinde gerçekleşen Guns N' Roses konserine itiş kakış girdikten sonra neler olduğunu tam olarak anımsayamıyorum ama zihnimdeki resimde grup yan yana, ayrıldığı yolundaki haberlere rağmen gitarist Izzy Stradlin sahnede ve biz, izleyiciler, çok mutluyuz. İlk stadyum konserim bu, bu geceyi asla unutmayacağımı düşünüyorum ama gelin görün ki, şimdi, hakkında yazarken, pek bir şey hatırlayamıyorum. Daha sonra, 2006’da, sesi pek çıkmayan bir Axl Rose ve bana göre birtakım yabancılardan oluşan kadroyla Kuruçeşme Arena’da bir başka Guns N' Roses konseri izleyecek ve eski baterist Steven Adler’ın Beyoğlu’nda, Eski Bronx’ta kendi proje grubuyla çaldığı akşam, bunalsam da, gösterinin sonuna değin kalacağım. Bu, nostalji falan değil, geçmişe saygı herhalde. Fakat doğruya doğru: Konserler ve onlara dair kırık dökük hafızam bir yana, Appetite for Destruction’dan bir şeyler, mesela Nightrain çaldığında nerede olursam olayım kendimi 16 yaşındaymışım gibi hissedeceğim. Kimse ölmemiş, kimse yara almamış, kimse dibe vurup da ebediyen orada kalmamış ya da Rose’un ırkçı, cinsiyetçi, saldırgan ve nefret dolu söylemleri hiç duyulmamış gibi... Herkes herkesi hâlâ seviyormuş ve zaman hepimizi eninde sonunda haklamayacakmış gibi. Öncesi ya da sonrası yokmuş ve olmayacakmış gibi.

Bir stadyumun içindeyiz ve bu, kendi yaşamımız... Geçip giden.13

Yazının müzik listesini dinlemek için tıklayınız.
1 Not: David Foster Wallace’ın ‘How Tracy Austen Broke My Heart’ başlıklı bir makalesi bulunsa da bu yazının, başlıktaki gönderme dışında, onunla bir ilgisi yok. (Sevgi ve sefaletle.)
Springsteen, Bruce. Born To Run: Otobiyografi. (Çeviren: Özge Onan.)
2 Kill Your Idols.
3 Kafka, Franz. “Şarkıcı Josefine ya da Fare Halkı,” Ceza Kolonisinde, Anlatılar I. (Çeviren: Tevfik Turan.)
4 Hepworth, David. Uncommon People: The Rise and Fall of the Rock Stars.
5 Springsteen, Bruce. Born To Run: Otobiyografi. (Çeviren: Özge Onan.)
6 Bu dize, Young’ın, Johnny Rotten’ı da andığı Hey, Hey, My, My adlı şarkıda yer alır: “Yanıp kül olmak, sönüp gitmekten iyidir.”
7 Johnson, Adam. “Nirvana.” George Orwell Arkadaşımdı. Çeviren: Deniz Keskin.
8 Sullivan, John Jeremiah. “The Final Comeback of Axl Rose.” Pulphead.
9 Kent, Nick. “Meltdown.” The Guardian, 3 Ocak, 2003.
10 Bu hayatta (mümkün) değil / Hayatta olmaz.
11 Egan, Jennifer. İt Kopuk Takımı.
12 Despentes, Virginie. Vernon Subutex, I.
13 Morendo.