Bu kez aşk’ın fırtınalı hâlleri

Manhattan’da Üç Oda’da cinâyet yok, silâh yok, kâtil, ipucu yok, kanıt, polis yok, aşk var. İnişli çıkışlı bir aşk; sert bir fırtına desek yeridir...

28 Eylül 2017 13:31

Kalemin Ucu: XXXIII

Müfettiş Maigret yok. Hem polisîye de değil ama gerilim var, inişli çıkışı bir aşk öyküsü: Manhattan’da Üç Oda,1 polisîyeleriyle ünlü romancı Georges Simenon’un polisîye olmayan romanı. 1946’da yazmış; bizde de 1972’te yayınlanmış ve Oktay Akbal çevirmiş. Zâten yayınevi de buna vurgu yapıyor, yeni bir dizide yol alıyor: ustaların Türkçe’siyle. Kapakta yazarın ve çevirmenin adı büyük, yazarın biraz daha; kitabın adı ise ilk bakışta pek okunamayacak kadar küçük. Böylece doğal olarak yazar ve çevirmen öne çıkıyor. Bir de yazarın bir fotoğrafı, tüm kapakta...

Oktay Akbal’ın Türkçe’sinden okumak da ayrı bir haz kuşkusuz. Simenon’un polisîyesi çok sayıdadır, hepsini okumasam da, haz aldığım romanlardır. Edebî polisiye diyebiliriz ve Müfettiş Maigret merkezdedir. Şu Parisli, piposu elinden hiç düşmeyen (fotoğraflarda gördüğümüze göre yazarın da), bazen ortaya çıkan duygusallığını saklamayı beceren ama bize de duyumsatan kararlı komiser.Manhattan'da Üç Oda, Georges Simenon, Çev.: Oktay Akbal, Everest Yayınları

Şaşırtıcı bir seçim

Geçen yıl bir sinema kanalında iki Simenon uyarlaması izlemiştim, sanırım seri filmdi; Mr. Bean (dizi’den) olarak tanıdığımız Rowan Atkinson, Müfettiş Maigret rolündeydi. Epeyce şaşırtıcıydı; daha çok adı anılan dizideki gibi absürd komedi rolleriyle karşımıza çıkan İngiliz aktörü, Maigret olarak görmek. Usta oyunculuk da böyle bir şey, farklı rollerin altından beceriyle kalkabilmek. Atkinson, gerçekten de bizim ünlü müfettişimize ilgimizi film boyunca hiç eksiltmeyecek bir “yorum” getiriyordu.

Yazarın bu romanı da sinemaya uyarlanmış (1965), onlarcası gibi. Manhattan atmosferli filmi Fransızlar çekmiş, yönetmen Marcel Carné, başrollerde de Maurice Ronet ile Annie Girardot. Her iki oyuncunun da çok filmini izlemiş olmama karşın bu filmi izlediğimi anımsamıyorum. Bizde Hollywood egemense de yâni görsel belleğimiz onunla doluysa da eski yıllarda hatırı sayılır Avrupa filmi izleme şansımız vardı, şimdi ise daha çok festivallerde. Girardot’yu bilmem ama Ronet’in bu role tamamıyla denk düştüğünü düşünüyorum; bir sezgi benimkisi! İnternette bir-iki sahne buldum ne var ki –kuşkusuz– bir fikir vermekten çok uzak.

Önsöz’ü kaleme alan Ceyhan Usanmaz, romanla ilgili ayrıntılı bilgi veriyor; çeviriyle de uyarlamayla da ilgili bilgiler. Yazarın, Birleşik Devletler’deki birkaç yılının izlerini görüyoruz romanda. Ayrıca filmin bir bar sahnesinde Robert Niro çıkıyor karşımıza, arkalarda oturan bir figüran. Sanırım ilk kez görünüyor, henüz yirmi üç yaşında. Bu sahneyi internette hemen buluyorsunuz da filmin tamamı bulunmuyor. Ya da ben beceremedim!

Hummalı bir aşk

Manhattan’da Üç Oda’da cinâyet yok, silâh yok, kâtil, ipucu yok, kanıt, polis yok, aşk var. İnişli çıkışlı bir aşk; sert bir fırtına desek yeridir. Ama gerilim hiç eksik değil, baştan sona hem de. Kadın (Kay) ile erkeğin (François) ayrılıp ayrılmayacağı çatışması öyle güçlü işlenmiş ki bir çırpıda romanın sonuna geliveriyorsunuz. Daha önce tanışmayan François ile Kay bir barda sabaha karşı rastlaşır. Film daha çok François merkezlidir. François bir aktördür, Fransa’dan New York’a şansını denemek, belki daha çok meşhur olmak için gelmiştir. Aslında gelişinin nedenleri arasında kuşkusuz karısının bir arkadaşıyla birlikte oluşunu da saymak gerek. Belki de asıl neden budur. Ne yazık ki evdeki hesap çarşıya uymaz. Arada küçük roller çıkarsa çıkar, radyoda dublaj falan. Yaşamı küçük bir evde sıkışmıştır. Geri dönmek pek istediği bir şey değildir, dönmek onun için yenilgiyi ilân etmek gibidir; ya da ünlü bir aktrist olan karısı ile âşığını görmek! Kay ise kocasından ayrılmış, kızını ona bırakmış, başka serüvenleri de olan genç bir kadındır. İşte bu başka bir serüvenlerin olması François’yı delirtecektir ileriki günlerde. Özellikle de kadının bir önceki ilişkisi!

Aşk, birliktelik çok çabuk gelişir: tutku yoğundur; Kay’ın liman arayışı, François’ın yalnızlığından çok belki de bir aktör olarak çıkmaz sokağa girişi, kadın ile erkek arasındaki sevgili olarak tanımlanan ilişkiyi son derece hızlandırmıştır. Ancak François’un kıskançlığını yenmesi, üstesinden gelmesi pek de öyle kolay değildir. Kadının eski ilişkileri, arkadaşları, işte onları hep sorup durur, sorgular François! Rahatsız edici bir merak!

Three Rooms in Manhattan, Yön.: Marcel Carné, 1965Filmde silâh yok, polis yok falan dedik ama şiddet var, evet bir tek sahnedir bu ama François’un tinsel sarsıntı geçirdiği, Kay’i tokatladığı hırpaladığı ândır. Ne var ki bu da –deyim yerindeyse– olduğu gibi aşk‘a dâhildir! Çünkü yanındaki kadının varlığına, davranışına, sözlerine karşın bir “maço” olarak “kendi kadını” olduğuna bir türlü inanamaz. Kuşkusuz bunun nedenleri arasında yukarıda sözünü ettiğim her şeyin hızlı gelişmesini sayabileceğimiz gibi, Kay’in “önceki” arkadaşlarını, ilişkilerini, yaşamanı da saymamız gerekir. Kıskançlık ağır basar! Ama François’un kişiliğini, içinde bulunduğu tinsel hâli de saymak gerek. İşte bu bağlamda –her ne kadar filmi izlememiş olsam da– Maurice Ronet’in bu role çok uygun olduğunu düşünüyorum.

Çağrışım/ Hatırlayış

Okurken romanın çevirmeni Oktay Akbal’ın yapıtlarını anımsadım sık sık. Vurgu “ustaların Türkçe’si” olunca bu usta da kurmacanın ustası Oktay Akbal olunca, ister istemez! Özellikle de beş novellası (roman). Kadın erkek ilişkilerini ele aldığı yapıtları; aşk, aşka düşen bireyin inişli çıkışlı tinsel hâlleri, toplumsal baskı ve çevreyle de baş etmesi gereken kadın erkek ya da parmakların ucundan kaçan aşk! Yanlış yerde yanlış zaman... (Ancak Oktay Akbal’da şiddet yoktur!)

Bu kısa romanları birinci tekil şahıstan (yaşananların dönüştürülmesi de diyebiliriz) etkileyici anlatılardır: “Yaşlılık güncesi” diyebileceğimiz –Oktay Akbal’ın son romanı– Batık Bir Gemi’de (1997) şöyle bir cümle var: “Her öyküde bir yaşam vardır, benim özyaşamım.” Ancak, yine aynı kitapta, bir başka yerde anlatıcı şöyle der: “Ama tüm öyküler, romanlar kurmaca değil mi? Kişi kendi yaşantısını bile noktası noktasına yazamaz. İlle de işin içine gerçekdışı bir şeyler katar. Anı dediklerimiz bile yarı yarıya kurmacadır, düşlediklerimizdir. Ama düşlerimiz de yaşamımız değil mi?”

Tinsel alt üst oluş

Simenon da New York döneminden dönüştürmüş. (Hangi yazar dönüştürmemiş/ dönüştürmüyor!) Aşkı ele almış, kadın ile erkeğin hummalı ilişkisini yazmış, uç noktalara (François’un başka kadınla olması, tokatlama vb.) götürmüş. François’un o bir ânlık kendini yitirmesi, tutkuyla içine düştü aşktan gelir, buna kıskançlık, bilememek (şiddetli merak) de dâhil. Kay kızının hastalığı dolayısıyla Meksika’ya gider, eski kocası elçidir, bu uzak durma, uzak düşme, zaman ve mesâfe François’un tinsel hâlini iyice allak bullak edecek. Ancak belki de gerçekten Kay’e âşık olduğunu o zaman anlayacak! Ne var ki yalnızlık –ama bu yalnızlığın geçici olup olmadığına emin olamamaktadır–, onu bir gece, alkolün etkisi de mi diyelim, başka bir kadınla birlikte olmaya iter.

Burada romanın bir motifinin altını çizmek gerek. François’un telefonu yoktur, Kay’in gidişiyle hemen bir telefon hattı bağlatır; bu telefon meselesi, edip etmeme, sesini duyup duymama, bilgi alıp almama, François’un inişli çıkışlı ânlarıdır dolayısıyla da gerilimi arttırır. Kay’in telefon ettiği ya da edebildiği gece, yanında bir kadın vardır! Ama Kay’e sırılsıklam âşıktır François! Çatışmayı derinleştiren ve bireyin (François’un) yaşadığı derin çelişkinin örneğidir bu durum; çünkü gündüz Kay’den etkileyici mektup almıştır, ona âşıktır Kay; kedisinin de ona olduğu gibi. Artık çok mutludur! Ama... Tinsel alt üst oluşunun getirdiği bir zaaf!

İnsan hâlleri işte, kadın- erkek ilişkilerine başka bir açıdan bakıyor Simenon ve Akbal’ın Türkçe’siyle metin su gibi akıp gidiyor sona doğru. Son “mutlu” mu sizce?

 

1 Everest yayınları, Haziran 2017.