İçinizdeki kitlelere uymayın!

Hermann Broch, yazın dünyasında “kitle hayvanı” dediği varoluş hâli üzerine en çok düşünen, kalem oynatanlardan biri. Kitle hayvanı, elbette insanın asal, doğal bir boyutu. Söküp atılamayacağına göre evcilleştirmek gerek...

16 Mart 2017 14:00

Hermann Broch, Ahmet Cemal’in büyük ustalıkla dilimize kazandırdığı Vergilius’un Ölümü’nde imparatorunu karşılamak için limana gelen halk topluluğunu acımasızca ne güzel betimler: “....ışıkların kaynaştığı dev bir alan, insan bedenleriyle tıka basa dolmuştu; güçlü, zorbalığa dönüşmeye her an hazır bir bekleyişi barındıran, yanıp sönen ışıklarla bezenmiş çanaktan, yüzbinlerce ayağın yolun taşlarına basmasından, sürünmesinden, vurulmasından çıkan, daha çok hışırtıya benzeyen bir gürültü yayılmaktaydı; yükselip alçalan kapkara bir vızıltıyla, sabırsızlığın kabaran dalgalarıyla dolu, için için kaynayan dev arena, impatorluk gemisinin, yumuşak bir dönüşle rıhtıma gelip – şehrin ileri gelenlerinin, meşaleli askerlerin oluşturdukları karenin ortasında bekledikleri- önceden belirlenmiş yere neredeyse hiç ses çıkartmaksızın yanaşmasıyla birlikte ansızın sessizliğe gömüldü; kendi içerinde kaynayan kitle hayvanının sevinç çığlıkları atabilmek için bekledikleri an, elbette o andı ve uğultu, hemen dizginlerinden boşanıverdi; bu uğultu hiç ara vermeksizin, hiç son bulmadan, bir zafer çığlığı gibi her yanı sararak, korku salarak, ihtişamlı, ama aynı zamanda da her an sinmeye hazır, yükseliyor, kitle, tek bir insanın kişiliğinde kendine tapıyordu.”

İki bin yılı aşkın süre geçti. O hayvan hâlâ aynı hayvan. Hele bir güdücü, bir besleyici buldu mu ondan mutlusu olmuyor! Hermann Broch faşizmin yükselişini yaşamış. Kodesi, sürgünü tatmış. O hayvanın pençelerinden zor kurtulmuş. İnsanın kitle hâli! Elbette insanın asal, doğal bir boyutu. Söküp atılamayacağına göre evcilleştirmek gerek. Broch, yazın dünyasında “kitle hayvanı” dediği varoluş hâli üzerine en çok düşünen, kalem oynatanlardan biri. Hitlerli/ Hitlerci kitleyi tarihin yirminci yüzyıldaki bir kazası değil, insan doğasına ilişkin temel bir sorun olarak görmüş, hemen her yapıtında işlemiş.

Yalnızca roman yazarı değil Broch. Felsefe, ruhbilim, toplumbilim dallı budaklı bir kuram üreticisi, bir düşünür. Bu alanda en ünlü yapıtı, tamamlanmamış olsa da, Kitlelerin Deliliği Kuramı. İnsanın tek hâli, kitle hâli, tekten kitleye geçiş, kitleler çığırından ne zaman nasıl çıkar, irdeliyor, inceliyor, insanın evrensel doğasıyla tarih arasında bağları araştırıyor. Broch’un savlarının hepsine katılmak en azından benim açımdan olanak dışı. Ancak vardığı sonuç, ürkütücü sonuç, o dönemde aynı konuyu araştırmış olanlarınkinden, örneğin Reich'ınki ya da Canetti’kininden pek ayrımlı değil, yaklaşımlar, ara vargılar ayrı olsa da. Benim yıllardır biriktirdiğim gözlemler, izlenimler de bu yönde. Kitle hayvanı bizim içimizde, ruhumuzun derinliklerinden, göremediğimiz, varlığını kolayca ayrımsayamadığımız karanlık katmanlarının birinde yaşıyor. Kafesinin içinde dört dönüyor. Koşullar şöyle bir araladı mı kafesinin kapısını, fırlıyor dışarı. İnsan doğasının, itiraf edelim, kurucu bir zaafı. Tek çare, insan tekinin bilinçli, varoluşu aklının güdümünde bireye dönüşmesi. O hedefe doğru ilerlemiş olsak da daha çok uzağındayız hâlâ. Zaman zaman, şimdilerde olduğu gibi, gerilemeler de görülebiliyor, hem de nasıl gerilemeler! Öyleyse, bir yandan bireyin yapımı sürerken, öbür yandan o hayvanın kafesten çıkmasını önleyici düzenlemeler gereklidir. Hermann Broch bu türden bir düzenleme öneriyor. Evet, “öneriyor” diyorum, çünkü bence geçerliliğini yitirmemiş bir öneri bu: uluslararası nitelikte “Siyasal ruhbilim araştırmaları ve ortaklaşa (kolektif) delilik olaylarını inceleme kurumu” kurulması. Günlük Türkçenin kalıplaşmış laflarından biriyle tepki verelim: neden olmasın? Gene kalıplaşmış bir yanıt: olmaz işte! “Neden olmasın?” ile “olmaz işte!” arasındaki anlıksal açıklama mesafesi öylesine uzun ki, Broch binlerce sayfa yazmış gene de eksik bırakmış. Gerçi olmazı olura çevirmeye çalışmış ama olmayacağını, en azından görünür gelecekte olmayacağını o da biliyor ama aydın vicdanı, buluncu, “Ben söylemiş olayım” diyor. Bir mektubunda, Avrupa’yı yarım yüzyıldır uyarageldiğini yazmış. Bu arada olan olmuş. Günümüzdeki gelişmelerden anlıyoruz ki gene olabilir, değişik ölçülerde, biçimlerde. Olaylar geçici. Broch’un uyarıları kalıcı.

Vergilius'un Ölümü, Hermann Broch, Çeviri: Ahmet Cemal, İthaki YayınlarıDinleyen kim? Kaç kişi okuyor Broch’u? Karamsarlığın kolaycılığına kapılmayalım. Dünyada az değil Broch ile ilgilenen. Vergilius’un Ölümü’nün yanısıra birkaç yapıtının daha Türkçeye kazandırılmış olması da ülkemiz adına sevindirici. Broch’un bize bıraktığı binlerce sayfa arasında hızlı bir koşu bile gösteriyor ki, Bilinmeyen Değer (Die Unbekantte Grosse, Çev: Saliha Nazlı Kaya, 2012, İthaki Yayınları) dışındaki kurmaca yapıtlarının hemen hepsinde de öne çekmiş kitle hayvanı izleğini (tema). Hele Büyülenme (Die Verzauberung, Çev: Süheyla Kaya, 2014, İthaki Yayınları)! Serencamı çetrefil bir metin bu. Söylendiğine göre, 1934– 38 yıllarında yazılmış büyük bölümü. İlk yayımlanışı 1953 yılında, Zürih’te, Der Versucher başlığıyla. Dinbilimde şeytan için kullanılan bir deyim. Uyarıcı, baştan çıkarıcı diyebiliriz. Nitekim, okuduğum Fransızca çevirisi Le Tentateur, bu anlama geliyor. Türkçeye çevrilen hâli, yani Büyülenme ise ilk olarak 1976’da yayımlanmış. Broch’un külliyatını düzenleyenler yapıtın en uygun hâlinin bu olduğu kanısındalar. Broch meraklılarının her iki düzenlemeyi de okumalarında yarar var. Bizim niyetimiz bu değil elbette. “Baştan Çıkarıcı” insanları nasıl büyülemiş, şöyle bir göz atmakla yetineceğiz.

Yukarı, aşağı diye ikiye bölünmüş bir dağ köyünde ya da komşu iki köyde geçiyor anlatılanlar. Köy hekimi anlatıcı. Okumuş, gün görmüş, aydın bir kişi. Bir aydının merceğinden bakıyoruz olan bitene. Aydın demek, bilinçli, kendini olaylara kolayca kaptırmayan, bir duruşu olan, ne yaptığını bilen birey demek. Büyülenme’ye en önemli anti – faşist romanlardan biri diyorlar, Hitler yükselirken yazıldığı için. Romanda anlatılan olayların geçtiği alan daracık, sözü edilen köy nüfusu az. Yığınları, kentleri, ülkeleri ilgilendiren bir tarihsel ağlatıyı bu kadar küçük bir dünyaya nasıl sığdırdığını sormaz mı okur? Broch somut gelişmelere, gerçek kişilere, yerlere göndermesiz yazmış. İnsan doğasını dar bir alanda, ücra bir köşede kıstırmış, inceliyor. Broch’un çözümlemesini daha büyük ölçeklere taşımak okurun zihinsel becerisi, imgelem gücü için bir sınav.

Günün birinde köye bir yabancı gelir. Düzgün görünümlü genç bir adam, diyelim. Adı Marius Ratti. Yerleşir köye, karnını doyuracak bir iş bularak. Alışılmış deyimle, ağzı iyi laf yapan bir kişidir. Değişik düşünceleri vardır; bunları herkesle paylaşmaktan çekinmez, tersine. Köylüler yaşamlarından ne denli hoşnut olabilirler ki? Marius bir yandan düzenin kökten değişmesi gerektiğini söylemeye başlar, öbür yandan dağı gösterir. Köyün sırtını dayadığı koca dağın bağrında işletilmeyen bir maden vardır. Sözde altın bulunmaktadır madenin derinliklerinde. Marius o altını bulup çıkaracağı savındadır. Yeni bir düzen ve zenginlik vaat ederek bir propaganda makinesi gibi dolaşmaya başlar köylülerin arasında. İşin içinde altın bulmak var ya, köyün zengini Marius’u destekler. Marius’un Türkçe argonun yerinde deyimiyle ilk kafaya aldığı kişiler gençler olur. Tarım alanındaki makineleşmenin işsiz bıraktığı gençler. İçi alev alev, aklı bir karış havada gençler köydeki doyumsuz yaşamlarından kurtuluşu Marius’un gösterdiği yönde görürler. Bir yardımcı da bulur Marius. Onun marifetiyle gençler arasında milis örgütlenmesini başlatır. Genç bir kızın da kanına girerek kadrosunu tamamlar. Bir gizemci midir Marius? Roman anlatıcısının kullandığı bir deyimle, gezgin bir vaiz midir? Becerikli, başarılı vaiz nitelikleri olduğu kesindir. Saf köylülere ayrı, ekonomik güç sahiplerine ayrı konuşur. Marius’un aradığı şey kudrettir, iktidardır, erkttir. Bu yolda her şey mubahtır.

Marius’un yükselişine karşı çıkanlar görülür. Ancak çoğunluk ilgisizdir. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığı geçerlidir. Broch’un başka romanları aklımıza gelir. İnsanlar tarih içinde yuvarlanıp giderken Uyurgezerler gibidir. Hz. İsa’nın deyişiyle, “ne yaptıklarını bilmezler.” Etliye sütlüye karışmadan yaşamayı yeğlerler. Dolayısıyla olan bitenden Sorumsuzlar’dır, kendi akıllarınca. İnsanların bu genel durumuna, ruhbilimsel bir deyim kullanarak, “alacakaranlık hâli” der Broch. Özlemi, toplumların uyanık, bilinçli bireylerden oluşmasıdır. Bu özlemin giderildiğini söyleyebilen varsa, güzelce kutlarım onu. Görebildiğimiz, hâlâ abuk sabuk adamların, vaatlerin peşine takılan yığınlar. Hele yaşadığımız bu dönemde. Wilhelm Reich’ın Dinle Küçük Adam’ı iktidara yeniden geldi sanki.

Broch, başlığını andığımız kuramsal kitabında, faşizmin kitle tabanını anlatırken, şöyle bir tipleme yapar: “Fizyonomiden yoksun ortalama insan, çağın anlamsız fizyonomisini sunan adam, eski bir albümdeki bir fotograf diğerinden ne kadar az farklıysa komşusundan o kadar az farklı olan adam. O adam, sürü hâlinde yaşıyan hayvanların katıksız alacakaranlık hâline yeniden düşmüş, her türlü bilgi edinme, katılma ivmesinden uzakta; bitkisel ve hayvansal doğası üste çıkmış, ne yapsa, düşünse, neye girişse (...) içgüdüsel bir varoluş hâline yeniden düşmüş hâlde, iç güdülerinin anında doyumunun ötesinde bir şey aramıyor, alacakaranlık hâlinin ona kabul etmesini buyurduğu verili çevrenin çerçevesiyle, verili hic ve nunc koşullarla bütünleşiveriyor. Bu, hayvanlığa çok yakın bir tavırdır.”

Neyse, biz lafı fazla dağıtmayalım. Bu kertede Marius’un vaat ettiği yeni düzenden kısaca söz etmek gerekli. Marius, Hristiyanlığa, makine uygarlığına, teknolojiye karşıdır. Kadınların statüsünün de gerilemesi ister. Toprağa dönülmesini, katı ataerkil nitelikte bir pagan düzeni savunur. Özellikle günümüz okurunun romanı algılaması, inandırıcı bulması bakımından sorunludur bu tablo. Biraz açıklamaya çalışalım, savunmaya değil. Nazi ideolojisinin pagan dönemlerden yararlandığını biliyoruz. Broch’un yaptığı dolaylı bir gönderme bu. Ancak Broch’un kendi dünya görüşünü de arka düzlemde görüyoruz. Broch, Orta Çağ’a kadar Avrupa’nın Katolik inanç ve kurumların merkezini oluşturduğu bir bütünlük içinde yaşadığını, Rönesans, Protestanlık, Sanayi Devrimi derken bu bütünlüğün parçalanmaya dönüştüğünü, yeni ve kendi içinde tutarlı bir bütünlüğün kurulması gerektiğini, Katolikliğin artık bu gereksinime yanıt veremeyeceğini söyler. Kendine göre önermeler yapar, elimizdeki romanın sonunda olduğu gibi yeni bir dinden bile dem vurur. Demokrasi ve birey kavramları Broch’un önermelerinde zamanla orta direk olmuştur. Birey oluşumunu başarıyla yürütmek için kitle hayvanının evcilleştirilmesi gerektir. Broch’un asıl hasım bellediği kitle hayvanıdır. Romanda da hedef aldığı izleksel hasım odur. Köylülerin dinden bile medet ummayarak, teknolojiyi reddederek ilkel tarım ve pagan düzenine yönelmeleri, Broch’un açısından, Katolikliğin ve Protestanlığın yetersizliğinin, teknolojik ilermeye eşlik eden tinsel (manevi) gerilemenin yansımasıdır. Romandaki kişilerden biri Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmeye kalkışmasından söz eder. Kurban edilmek istenilen oğul Hristiyanlara göre İshak, Müslümanlara göre İsmail’dir. Yahudi kökenli olduğu söylenen Broch’un Hristiyanlık bilgisinin düzeyini ölçmeye kalkışacak değiliz ama Avrupa ile ilgili olarak yaptığı genellemeler ayrıca incelenmeye değer. Bir de Marius’un çocuk yapamayışı var. Hitler de çocuksuz. Romanın anlam alanı içinde çocuk yapamamakla tiranlık taslayıp dünyadan öç almak arasında neden sonuç ilişkisi kurmak olanaklı. Ancak, bence asıl anlam şu: Bu tür adamlar insan yaşamının sürmesini sağlayamazlar. Etkiledikleri kitleyi bir amok koşusu düzünüyle felakete götürürler.

Romanda Marius’un yükselişi Broch’un kuramsal görüşlerine uygun biçimde olur. Hermann BrochKitlelerin Deliliği Kuramı kitabında “Döndürme Kuramı” başlıklı bir bölüm vardır. Broch orada anlatmaya çalışır insanları yeni inançlara, ideolojilere döndürmenin aşamalarını. “Kitleler etkilenebilir ve güdülebilir” diye başlar. Döndürmelerin hepsinin temelinin usdışı, akıldışı (irasyonel) olduğu kanısındadır. İlk adım nerdeyse tansıksı (mucizevi) bir aydınlama ânıdır hep. Birdenbire iner ulu bili. Ne olur? “Yeni ve daha yüksek bir merkezi değer bireyin en derininde duyumsanır ve ardından bilinç düzeyine taşınır.” İlk an usdışı olsa bile bunu kalıcı kılmanın, yeni yandaşlar kazanmanın yöntemleri ussaldır. Yeni bir değerler dizgesinin eskisinin yerini alması sözkonusudur. Kitlelerin anlayacağı bir söylem benimsenir. Simgeler kullanılır. İlk aşamada iki dizge yan yana, giderek iç içedir. Yeniciler eskinin içinden konuşarak işe başlarlar. Amaç elbette eski dizgeyi yavaş yavaş devreden çıkarmaktır. Daha sonra eski dizge düşman olur. Onu alt etmek utkusu erek bellenir. O utkunun getireceği doyum isteği ruhlara işler. Yeni düzenin utkusunu, eskinin yenilgisini gösterecek simgesel edimlere, örneğin düşmanı ölümle cezalandırma, yüksek değerler uğruna kendilerinden birini ya da koşullara göre bir düşmanı kurban etme, yani öldürme törenlerine gidilir. Amaç, hem kitle hayvanının açlığını gidermek, hem de simgesel bir yeniden doğuş sağlamaktır. Hep yeni dönemden söz edilir. İnsanların kendilerini yeni denilen düzen içinde güvende hissetikleri kanısına varıldıktan sonra eski dizgenin yasaklar yoluyla tasfiyesine geçilir. Romanda da bu aşamalara göre gelişmeleri izliyoruz. Gerçi aydınlanma ânının anlatımı bakımından romanı zayıf bulabiliriz ama Marius’un nerdeyse büyülediği genç kız İrmgard ile öyle bir söyleşi sahnesi var ki işini bilen bir demagogun zayıf insanların ruhlarına nasıl egemen olabildiğini görüyorsunuz.

Bence en önemli aşama kurban etme aşaması. Rene Girard’ı anımsayalım. Kurban etme edimi insanları birleştirir; linç etme, kamusal idam törenleri de bu edimin türevleri gibidir. İnsanlar şiddette nasıl da birleşir, tek tek ortadan kalkıp kolektif varlık olurlar! Ortaklaşa şiddet uygulamak insanları nasıl da doyuma ulaştırır! Sosyolog Ömer Yıldırım’ın Düşünce Platformu sitesindeki Kitle Psikolojisi bölümünü okumak gerek. Kısa bir alıntı yapalım: “Kitleyi meydana getiren (...) bireylerin akli yetenekleri ve kişilikleri silinir. Aynı cinsten olmayan aynı cinsten olanın içinde boğulur, kaybolur ve bilinçaltı özellikleri üstün duruma gelir. (...) Kitleler halinde bulunan bireyin başlıca özellikleri: bilinçli kişiliğin kaybolması, bilinçaltı ile hareket eden kişiliğin hâkimiyeti, düşüncelerin, duyguların sirayet yoluyla aynı yola yönelişi, telkin edilen düşüncelerin uygulamasının hemen başlama isteğidir.” Romanın kurban etme töreni sahnesinde yer alanların davranışları alıntıladığımız betimlemeye bütünüyle uygundur. Bu da Broch’un konusunu ne denli iyi bildiğini göstermektedir.

Dahası, romanda kurban etme eylemi bir şenlikten hemen sonra olur. Şenlikler bir bakıma kitle hayvanını evcilleştirmeye yarar. Romanda da bu görülür. Köylüler neşede, şarkıda birleşmiş gibidir. Gel gör ki, şenlik yoluyla ortaya çıkan ortaklaşa ruhu ayartıp başka doyum biçimlerine çekmek niyetindedir Marius ve adamları. Başarılı olurlar. Marius’un ruhunu ele geçirdiği İrmgard adlı genç kızın gönüllü olarak kurban edileceği bir ayine dönüşür şenlik. Sanki bir Aztek ayini izleriz. Romansal anlatım bakımından Broch’un ustalık gösterisini de izleriz nefes nefese. “..telkin edilen düşüncelerin uygulanmasına hemen başlama isteği”yle kıvranan bir güdük ruhlu çıkar, kıyar genç kıza. Birleştirici kıya. Broch der ki: “Eğer Marius hiç hareket etmeden yerinde dikilip kalmamış olsaydı, kalabalık belki de kanı hâlâ akmakta olan cesedin başına koşup, onu parçalayarak yutardı.” Gözlerine kestirdikleri bir garibana işkence yaparak, onu nerdeyse çarmıha gererek giderirler kana susamışlıklarını. Kızcağızın katili bir yardan düşüp ölür. Herkes evine çekilir. Ertesi sabah yaşam hiçbir şey olmamış gibi sürer. Belli ki kitle hayvanının karnı doymuş, üstüne de iyi bir uyku çekmiştir.

Bütün olayları aydın dediğimiz köy hekiminin gözüyle izledik. Hekimi yalnızca tanık, gördüğünü kayda geçirici sanmayın. O da tutamıyor kendini, katılıyor sürüye.

Romanın bir yerinde Doktor Bey, “bu dünyevi yolda belki de tek anlamlı şey olan özgür iradenin yalnızlığı içinde yürüyordum” der. Romantik aydın sanısı, yanılsaması, ağlatısı. Marius’a karşı bir şeyler yapmak ister gerçekten. Nasıl yardımcı olabileceğini sorduğunda aldığı yanıt “Seni büyülemelerine izin verme. O zaman yardım edebilirsin”dir. Özgür iradeymiş! Kolay mı kitlenin çağrısına direnmek. Örneğin Marius’un milisleri önünden geçerken, içinde bir şeyler kıpırdar. Asker selamı verir. Ayin aşamasında herkesin Marius’un cin maskeli, giysili adamlarına öykündüğünü anlatırken, “belki ben de” demek zorunluluğunu duyar. “Genel bir çılgınlık mı baş göstermişti” diye başlayıp sürdürür: “Bu çılgınlık avcunun içine beni de mi almıştı? Elbette başka bir şey yapamazdım, beni zorla aralarına çekmişlerdi, onlara katılmak zorundaydım. Ama ben daha fazlasını yapıyordum, sürüklenmiyordum hayır. Bacaklarım neredeyse isteyerek zıplıyordu, bütün dans hareketlerini yapıyordum. Lanet okumak istiyor, fakat sözcükler dilimde donup kalıyordu, yüzüm ve dilim felç olmuştu sanki...” Bu sözleri bilinçleri felç olmuş nice ay/ma/dına okutmak gerek. Bir kez paçayı, kolunu kaptırdın mı arkası geliveriyor: “Kurban, kurban! Diye bağırdı kalabalık. Ben de kalabalıkla birlikte bağırmış olabilirim.”

Marius çok mutludur olan bitenden. Bir utku kazanmıştır. Artık diğer bir hedefi olan dağdan altın çıkarma işine yönelebilir. Herkes zengin, zenginler daha zengin olacaktır. Ne var ki, deldikleri dağ çöküverir üstlerine. Canını zor kurtarır Marius’un operasyonu yürüten sadık bendesi. Bunun Marius’u pek üzdüğü söylenemez çünkü o siyasette ilerlemeyi sürdürüp amacı olan belediye meclisi üyeliğine ulaşmıştır. Ardından gitmiş olanlar enayi yerine konmakla kalırlar. Bir gün Marius köyden çekip gider. Geriye Broch’un ibretlik olmasını istediği öykü kalır.

Umarım bu öykü okuyan herkesin de aklında kalacaktır. Biz şöyle bir geçtik kitabın üstünden. Zengin ayrıntılarla dolu bir anlatı. Örneğin köy hekiminin can dostu olan köpeği benim çok ilgimi çekti. Adı Trapp. Köpekler insan sarrafıdır. Nitekim, diyor ki hekim, Marius’u görünce, “yabancıyı koklayan ve hiçbir zaman yanılmayan Trapp, dostluk işareti olarak sürekli salladığı kuyruğunu durdurmuş, kızgın ve dimdik tutuyordu.” İkide bir akıl deyip duruyoruz. Mevlana’ya yakıştırılan bir söz vardır: “ İnsanların burnu aklıdır.”