Bir bardak doldur mavi

Mavi, dünyaya inancımı yitirdiğim yerde yeniden oluşa açılmamı sağlayan arayüz olur. Çünkü gökyüzüne bakmak kâfidir. Orada bulunacak şey sanılanın aksine umut değil, yılmayan bir eylemdir...

03 Ağustos 2017 14:24

Dünya kendinde eksik değildir. Ne anlamdan ne de arzudan... Ancak, ne anlam ne de arzu -ki ikisini ayırt etmek imkansızdır- hâlihazırda mevcut da değildir. Onları keşfetmek, üretmek gerekir. Dünyamız, olumsuz olmayan bir yokluğun yassı yüzeyi, bir başlangıcın 0 derecesi, salt kutluluk anlamına gelecek sınırları aşan bir taşkınlığın olumlanma eşiğidir. O, kendi manzara-oluşunu bekleyen bir ufuk çizgisi, bir resme dönüşecek boş bir tuval, bir bedenselleşmenin ifadesine bürünecek et parçası ya da keşfedilecek bir coğrafyanın kıvrımlı haritasını bekleyen bir çöl gibidir. Bir çöl nasıl bir coğrafya dönüştürülür? Bir tuval nasıl doldurulur? Bir beden nasıl oluşturulur? Tuvaldeki bir renk nasıl diğer renklerle potansiyel bir aradalığını yitirmeksizin kullanılır? Çöldeki bir patika nasıl öteki patikalarla muhtemel kesişmesini yitirmeden kat edilir? Bir et parçası nasıl öteki bedenlerle muhtemel etkin ilişkileri olumsuzlamayacak şekilde bedenselleşir? İşte oluş olarak varlığa dair sorular bunlardır. Bu çöl ya da bu boş tuval, Deleuze ve Guattari için dünyanın nihai etik çekirdeği ve içkin tözü anlamına gelen “organsız beden”den başka bir şey değildir. Onu kelimelere dökmekten ziyade çekirdeğinde taşıdığı söylemselleştirilemez varoluşsallaşma tarzını dolaysızca ifade eden bir sanat eseriyle açıklamak daha sarih olacaktır.

Kazimir Malevich’in “Beyaz Üstüne Beyaz” çalışmasında sakladığı totolojik humour belki de organsız beden üzerine üretilmiş incelikli bir refleksiyonun yansıması olarak okunabilir. Tuvalin, ressamın elinde aktüelleşecek renkli formların karar-verilemez oluşuna açık kaldığı eser, yeğinliğin 0 derecesi olarak organsız bedenin çölünde açılacak sonsuz sayıda patikaya işaret eder. Bir tuval nasıl renklerin kayıt yüzeyi ise organsız beden de farklı bireyselleşmelere gönderen farklı duyguların kayıt yüzeyidir. Mastar hâlindeki potansiyel bir doğanın görme, duyumsama ve algılama biçimlerini bloklar hâlinde kaydeden bu yüzey, boş bir tuval gibidir. Kaydedilen duygulanımsal bloklar, bir ressamın elinden çıkarak tuvale çizilen yeni formlar, renkler ve kıvrımları andırır. Her bir renk ve kıvrım çölde kat edilen farklı bir patikadır. Bedende bütünüyle bir coğrafya saklıdır. İşte organsız beden yavanlaşmadığı müddetçe, çölü bir coğrafyanın keşfiyle çeşitlendirecek sonsuz patikaların ve tuvaldeki farklı renk ve kıvrımların kapsandığı olumlayıcı bir bedenselleşmenin etkin gücünü teşkil eder. Organsız beden, göçebenin çöldeki yolculuğunun başlangıç noktasını ayırt ettiği bir step, yolu sonsuz yurtla kesişen bir yurttur. Göçebenin yolculuğu bu çölde pek çok kaçış çizgisinin tıkanmasıyla bir açmaza girebilir. Başta ebru sanatında olduğu gibi esnek ve geçirgen olan renk ayrımları ve kıvrımlar bir açmazla birbirlerinden konturlarla ayrılabilir. Yolculuk ve renkler çeşitlenmelerinin en zengin noktasında özdeşlik ekonomisi tarafından sefilleştirilebilir. İşte o takdirde göçebe yeniden çöle yani yeğinliğin 0 derecesine yeni bir başlangıç için inmelidir. Aksi takdirde tuvaldeki farklı kıvrımların birbiriyle olan çeşitlendirici ilişkisi dışlayıcı ayrımların ikâmesine dönüşecek, çöldeki sonsuz sayıda patika bir patika için terk edilecektir. Bu durumda bir benlik anlatısının ardında konturlarıyla beliren molar biçimleniş “kimlik” olarak addedilecek ve organsız bedenin potansiyel farklılaşma sürecini ilga edecektir.

Et, dışarı olarak mastar halindeki potansiyel bir doğanın yani dünyamızın içeri bükülüp bir kıvrım oluşturmasından başka bir şey değildir. Ette oluşan bu kıvrım sürekli farklılaşan yeğinlikli bir bedenselleşmeye işaret edecek şekilde sürekli eğilip bükülmekte ve dünyayı tekrar kucaklamak için yeniden açılmaktadır. Ancak dışarı olarak dünyayı içeri olarak sabit varsayılan bir bedene büken kimliksel oluşumlar, ette oluşan bu kıvrımın esnekliğini kaskatı konturlarla imkansızlaştırır. Duygular, renkler, manzara-oluşlar her birinin sabit bir öznelliği imlemeyen kendi bireylikleri vardır. Kendisi de dâhil olmak üzere kimseye ait olmayan yüzlerdir bunlar. İşte tam da bu sebeple herkese ait kişisel olmayan bir dirimselliğin parçalarıdır. Ancak kimlikteki hastalık, herhangi bir duygunun, rengin ya da manzaranın bireyliğini bir mülkiyet gibi kabul etmesidir. Halbuki duygular ve tesirleri mülksüzdür. Yaşamın akışkan maddesini tıkayan kimlikleşme süreçlerine karşı duyguların kişisel bir yüze sahip olmayan tekil-evrensel olaysallığını aktüelleştirecek bir karşılaşmaya ihtiyaç vardır. Ancak verili kimliği dâhilinde bu karşılaşmaların hakkını verme ve attığı zarı olumlama kabiliyetine sahip olamayan insan varoluşu için karşılaşmaların yarattığı olaysallığa eşitlenmek çoğu zaman mümkün değildir. Bu sebepten her karşılaşma bir acı kaynağına dönüşebilir. İşte bu durumda bedenden yeniden bir organsız beden yaratmak gerekir.

Cinselliğin Tarihi, Michel Foucault, Çeviri: Hülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı YAyınlarıOrgansız bedenin 0 derecesine yeniden inmek, Malevich’in “Beyaz Üstüne Beyaz”da yakaladığı etik açıklığı yeniden tesis etmek için dünyamız sonsuz sayıda arayüze sahiptir. Bazen dünyadaki şansı olumlamayı yani zar atmayı bilenler için bir renk, bir manzara-oluş, bir aşk ya da bir rüzgârın kişisel olmayan bireyliğinde saklı duyguların tesiri dünyamızın mastar halindeki sonsuz doğasına yeniden açılmak için bir kapı olur. Burada bir rengin benim üzerimde bıraktığı tekil bir etkiden bahsetmek isterim. Yazmak adına uzun soluklu mütevazı bir çaba içinde bulunan biri için dilin kadifemsi yoğunluğunu sekteye uğrattığına inandığım birinci tekil şahıs, her zaman biraz utanç meselesi olmuştur benim için. Ancak Rimbaud, Artaud ya da Mallarme gibi dili bu iğrenç sözcüğü (ben) kullanmaksızın işlevselleştirecek bir ustalığı bir çeşit cahil cesaretiyle yaptığını düşünen üçüncü sınıf şair kibrine sahip değilim. Bu sebepten etik olanaksızlığa maske olan “Ben” adlı birinci özne çekimini biraz utanarak kullanıyor olsam da, “Ben deme iktidarı”nı askıya alan bir tarzda dili işlevselleştirmeye yetersiz kudretimizin bu durumu makul kılacağını inanmak istiyorum. Öte yandan bahse konu olan rengin tam da birinci tekil şahıs hapishanesine mahpus bedenimin etkin bir firarını tertipliyor olması utancımı dindiriyor. Maviye ait özel bir ışık rejimidir bu.

Dünyamızın yegane talihsizliği toprağın yerleşik güçlerine zemin hazırlayan yer çekimi kanunudur. Onsuz dünyanın mastar halindeki sonsuz doğasını daha dolaysız kavrayabilirdik. Büyük toplanışlar bedenimi kendi merkezlerine doğru çektiğinde mavi, firari bir düşüncenin gerçek imgesini verir bana. Düşünceyi toprakta değil de toprağı uçuşturan, onu yersizyurtsuzlaştıran rüzgârda ve başka bir dünyaya işaret etmeyen yalnızca dünyamızdaki öteki olanaklara imkân sağlayan gökyüzünde aramak gerekir. Gerçek kaçış çizgileri gökyüzünde asılı duracak örümcek ağları gibidir. Bedeni fizikî olarak uzaklaştırmaz. Beden hareketsizdir. Ancak bedende kaynayan sınırları aşan bir taşkınlık, altında duran toprağı yersizyurtsuzlaştıran bir ağ örmeye ve kendi merkezine merkezkaç uygulayan paradoksal bir topos yaratmaya başlar. Bu topos, çöl kumları ve rüzgârın birlikteliğinden doğan uçuşan çöl kumlarının rezonansıdır. Mavi, dünyaya inancımı yitirdiğim yerde yeniden oluşa açılmamı sağlayan arayüz olur. Çünkü gökyüzüne bakmak kâfidir. Orada bulunacak şey sanılanın aksine umut değil, yılmayan bir eylemdir. İşte o zaman gökyüzüne bakmak hızla organsız bedenin 0 derecesine inmeye ve yeniden başlamaya etken olur. Mavide gördüğüm her seferinde yeniden kurmaya olanak veren taşkınlık, organsız bedenin çölünde bir vaha açmama, bedenlerin tekilliğini ortaya çıkarak bir dostluk kurmama olanak tanır. Çünkü et yalnızca kabına sığmayan bir taşkınlığa yurt olduğunda gerçekten bir beden olur. Mavinin manzara-oluşu bedenimin bütün yüzeyi boyunca derime dünyayı yeniden zerk eder. O, çölümdeki başlangıç noktamı hatırlatan bir step ya da çölümde sürekli yersizyurtsuzlaşan bir kabilenin nihai totemi gibidir.

Tanın kızıllığında olduğu gibi gün batımlarında da en yoğun, puslu ve soluk tonuyla odama dolar mavi. Onun sabit bir öznelliği taşımayan manzara-oluşundaki saklı bireyliğe dalarım o zaman. Hiçbir duyguyu mülk edinmeden süzülürüm keskin pusunda onun. Önce biraz melankoli ardından gelen doymak nedir bilmez bir yaratma arzusu... İşte o zaman bedenim dünya olur. Mavinin metruk uzamında doğanın mastar halindeki sonsuzluğuna açık kalabildiğim bir anlak sonsuz mutluluk. Malevich-oluşum... Dünyanın maviye bulandığı anda bedenimi de maviye boyayarak kamufle-oluşum... Varlığa yönelmiş kocaman bir “Evet”! Ölümü ve yaşamı bir arada hissedebildiğim benliğimin öldüğü ve böylelikle bedenimin canlandığı özel bir an. Ölmek yerine yok olmayı öğrenme ihtimalim...

Mavinin ışık rejimine dahil olmak dünyayla kopmuş bağlantımı yeniden tesis etmek için bedenimde farklı bir uyarı-yanıt bileşenini harekete geçirir. Bedenim esner ve bir kıvrım oluşturmak üzere eğilir. Dışarı olarak dünya içeri olarak bedenin sınırlarını ilga eder; bedenim dışarının esnek bir kıvrımına dönüşür ve bir dünya olur. Mavinin ışık rejimi görme- duyumsama- algılama biçimlerime tekil bir güzergah sunar. O bedenimin arayüzüdür. Bu ışık rejimi, denizin ve gökyüzünün boşuna mavi olmadığını fısıldar kulağıma... Mavi düşüncenin dogmatik olmayan bir imgesine açılan kapıdır bedenim için.

Felsefe Nedir?, Félix Guattari ve Gilles Deleuze, Çeviri: Turhan Ilgaz, Yapı Kredi YayınlarıDünyanın katmanları arasındaki göçebe seyahat olarak şizofrenik süreç hiçbir zaman bir romans değildir. Düşüncenin imgesinde ideal olan hareket çoğu zaman gerçeklik düzeyindeki aktüelleşme sürecinde sekteye uğrar. Kaçış çizgileri tıkanır, sonu hınca varan melankoliler peydahlanır, devrimler çözülür ve hatta dostluklar, aşklar biter. Ancak asıl önemli olan tam da kederin peydahlandığı yerde oldukça kolay olan bir şekilde katatoniye düşmemek ya da hınçla kapattığımız bir yeryurda sınırlar koymamaktır. Olayla baş etmek zordur. Ulus Baker’in hatırlattığı gibi “hiçbir zaman olayla eşitlenemiyoruz, diyordu Deleuze - hep ya çok erkeniz ya da çok geç kalıyoruz”. Ya çok erken ya çok geç... Olayın kaçınılmaz kaderi çoğu zaman onu taşıyan faillerin oyun bozanlığıyla bozulsa da gerçek upuygun karşılaşmayı yakalayana dek bedeni baştan bir organsız bedene dönüştürmek gerekir. Çünkü her devrimin kendi çocuklarını yemesi gibi her olay da maalesef kendi faillerini yer. Önemli olan organsız bedenin 0 derecesine yeniden inebilmemizi sağlayan bir unutuş ve bir arayüzdür. Mavide bedenimin bulduğu tam olarak budur. Bütün sanat eserleri ve hatta bütün devrimler katmanlar arasındaki tutkulu yolculuğun sekteye uğramasından doğan bir melankolinin, acının ya da kederin yeni bir şizofrenik sürece atılım için pragmatize edilebilmesinden geçer. Çölde her daim yeni patikalar yaratılabilir. Göçebe bir patikanın açmaza dönüştüğü yerde bir öteki patikaya olan sürgününü olumlayabilen kimsedir. Deleuze ve Guattari’nin hatırlattığı gibi “arzu bir sürgündür”1. Çünkü her zaman için verili yeryurtlar arasındaki dönüşümsel bir ilişkiyi öngörür. Sürgün edildiğin yer bir terk edilişle çözülür, sürgüne gittiğin yer ziyaretinle dönüşür. Arzu verili ve keşfedilmeyi bekleyen toposlar arasında dönüşümsel bir ilişkiyi öngörür. Tıkanmış bir kaçış çizgisinin acısı sürgündeki yolculuğumuzda karşılaşacağımız yeni dostların ve keşfedeceğimiz yeni kaçış çizgilerinin neşesine dönüşür. Göçebe sızlanmadan sürgüne gitmeyi bilen ve bu sürgününü yeni dostluklar için pragmatize etmeye kudreti yeten bir kimsedir.

Çöldeki göçebe “yaşlanmış”tır. Çünkü Michel Foucault’nun hatırlattığı gibi “yolculuk şeyleri gençleştirir ama insanın kendisiyle olan ilişkisini yaşlandırır”2. Yaşlanmak hiç de kötü değildir, yaş almak ise hiç değildir. Yolculuk yaşlandırır çünkü karşılaşılan her olayda beden eğer organsız bedenini kullanabiliyorsa biraz daha esnekleşir. Yaşlanmak kıvrımı pragmatize etmeyi öğrenmektir. Göçebe için çöl daima genç kalır; kendisi yolculukta kalıp yaşlandığı müddetçe... Franco “Bifo” Berardi’nin de belirttiği gibi Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin son kitabı “Felsefe Nedir?”de kesif ve biraz karanlık bir üslup farkı karşımıza çıkar. Arzu retoriği terk edilmiştir. Bu elbette arzu felsefenin bir reddiyesi anlamı taşımaz. Sanki Deleuze ve Guattari problematiklerini daha net bir şekilde sunmak istemektedir. Son bölümün başlığı bu farklılığın sarihliğidir: Kaosta Beyne...

Dünyadaki tüm akışlar olaya eşitlenemeyen insan öznelliği için bir çeşit oluşta işlenemeyecek denli hızlı, ağır ve hatta karşılaşmaların hakkını veremeyen bedenler için travmatiktir. Artık “yaşlanmış” olan Deleuze ve Guattari’nin anlatmak istediği başımıza gelen her türden olayın bize bir şekilde acı verdiği bu dünyada varoluşumuza bahşedilecek bir tutarlılık düzleminin gerekliliğidir. Oluşa girme yani ontolojik bir varlık gösterme kabiliyetini unutmuş insan varoluşu için kaosu bir kaoide dönüştürecek bir beyin. Bilinçdışının doğrudan Gerçeği üreten sabuklama vektörlerinde deliliğe, katatoniye ya da nevroza sürüklenmemizi engelleyecek yani sabuklamalarımızı yeni öznellik biçimlerine dönüştürebilecek bir çeşit “arzu kası”nın zorunluluğu...

“Tek istediğimiz, kendimizi kaostan korumak için bir parçacık düzen. Kendi kendisinden kurtulan bir düşünceden; kaçan, henüz tasarlanmışken yitip giden, unutmanın hanidir kemirdiği ya da bizim daha iyi bir şekilde kavrayamadığımız daha başkalarının içine itilmiş fikirlerden daha dehşet verici, daha ızdırap verici bir şey olamaz.”3

Kaosu, sabuklamalarımızı ve arzularımızı bir tutarlılık düzleminde işleyip yeni bir öznellik biçimine dönüştürecek dostluklar ve dünyaya yeniden inanmamızı sağlayacak arayüzler keşfetmek gerekir. Bu bazen bir renktir. Mavidir. Önemli olan varoluşun nörolojik tıkanma semptomları gösterdiği yerde dünya ve insan arasında kopmuş bağlantıyı yeniden tesis edecek ve arzu akışlarıyla kozmik hareket arasında bir denge kuracak yeni olasılıklara dair bir ufuk yaratabilmektir. Dünyamızdaki akışlar çoğu zaman onları duygusal olarak işleyip bir tutarlılık düzlemine çekmemizi önleyecek denli hızlıdır. Bu süratli akışların altında bedenler acı içinde kıvranır, paniğe kapılır ve atalet içinde edilginleşir. Şizoanalistin görevi –ki kendisinin bir kliniği, divanı ya da ücreti yoktur, o yalnızca dosttur- yaşamın böylesi tıkanmalar gösterdiği yerde başka olanakları gösterecek, nevrotik açmazın obsesif döngüsünde bir merkezkaç kuvveti oluşturacak ve kaçış çizgilerine doğru bağlantılar kuracak arayüzler yaratmaktır. Şizoanalistin gösterenleştirilebilir ifade bileşenlerine sahip bir yüzü yoktur. Müzisyendir, edebiyatçıdır, bazen bir balıkçıdır, aniden karşılaşılan bir evsiz ya da bir dosttur. Kim olduğu hiç fark etmez; altındaki toprağı yersizyurtsuzlaştırıp kendi otonom işleviyle metruk uzamlar açan bu varoluş, dünyayla yeniden bağlantı kurulacak arayüzlerle bir olma işlevine sahiptir. Benim için mavi böylesi bir birlikteliği kurgulamak ihtimaliyle iletişime geçtiğim ideal bir arayüzdür.

Mavideki tekilliği keşfedenlerin söyleyecekleri sonsuz sayıda sayfayı doldurabilir. Ancak yalnızca gerçek bir şair mavinin yeğinliğini bir cümleye sığdırabilecek denli yoğunlaştırabilir. “Devlet ve şairleri iki kaşık gibi iç içe uyurlarken”4 ansızın beliren ve Türk şiirindeki “sivil” uyanışların liberal tınısına kül suyu dökerek şiirimizde anarşik bir uyanış tertipleyen Ece Ayhan, “bir bardak doldur mavi” demiş. Devletlu bir hayat sürmek yerine gerçek bir minör-oluş hattını izleyerek Çanakkale’de bir sürgünü tercih etmiş ve bu sürgününü yeni karşılaşmalar için pragmatize edebilmiş bu kavramsal kişiliğin dizelerinde bir bildiği olsa gerek.

KURTULAMAYAN

Sen kader ağacı değilsin – nedeni bu

Tutkularına bırak kendini

Bir soluk var yaşıyor uzak uzak

Bu daha ölmemişsin demektir

 

Önce bitir bu şarkıyı

Bir bardak doldur mavi

-hiçbiri açmıyor mu seni-

Ve git bu gelmediğin yere

Kurtulamayan – nedeni bu5

Ana görsel: Kazimir Malevich, Beyaz Üstüne Beyaz eserinden detay.
1 Anti Ödipus, G. Deleuze ve F. Guattari, çev., Fahrettin Ege (Ankara: BS Yayınları, 2014), s. 542.
2 Cinselliğin Tarihi, M. Foucault, çev., Hülya Uğur Tanrıöver (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2012), s. 123.
3 Felsefe Nedir?, G. Deleuze ve F. Guattari,  çev., Turhan Ilgaz (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2013), s. 189
4 Ece Ayhan, Bütün Yort Savul’lar!, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2012), s. 158.
5 Ece Ayhan, Bütün Yort Savul’lar!, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2012), s. 22.