Billie'nin Blues'u

Etki-tepki ilkesi gereği Billie'nin müziğini hayatıyla açıklamak çok cezbedici gelebiliyor. Oysa Billie kaderinin basit bir kurbanından ziyade, tutkulu, isyankâr, dirençli, sanatına ise tepeden tırnağa hâkim, olağanüstü bir şarkıcıydı...

16 Mayıs 2018 14:28

Sihirlidir Billie. Yüreğinde biriktirdiği yaraları dirence dönüştürür usul usul. Merhametsizdir. Sesine eşlik eden ipeksi melodiye aldanmayagörün, dokusuna ilmek ilmek nakşettiği narin kelimeler darbe üzerine darbe indirir bam telinize, demiri dövercesine. Ama çaresizce tutkuludur, karşılıksız sevgisine mutlak bir teslimiyetle başkaldırır. İsyanıyla tuz basar yaralarına, sancıyla kabuk bağlar acısı.

Edası, esleri ve nağmeleriyle şarkılara yeni anlam katmanları katar, şiirler uçuşturuverir güftenin kozasından… Bunun en güzel örneklerinden de ölümünden bir yıl önce, 1958 yılında televizyon yayınında yorumladığı Don’t Explain (Açıklama Yapma) parçası. Kayıtta sesi uyuşturucu ve alkolden tahrip olmuş, vücudu zayıf, yüzü yaşlı ve bitkindir Billie’nin. Ne posterlerdeki o görkemli zarafete bürünmüş ne de saçlarına her zaman taktığı gardenya çiçeğini tutturmuş, sade ve yalın bir şekilde müziğiyle baş başa çıkar seyirci karşısına.

Şarkının piyano girişiyle Billie evvela doğrulur sandalyesinden. Gözlerini yumar, ardından yavaş yavaş tekrar açar. Omuzları dimdik, başı ise hafifçe sağına doğru eğiktir. Piyanonun notalarına bakışıyla eşlik eder. “Sus şimdi” diye başlar şarkıya, çatlak, yıpranmış, neredeyse yanık bir sesle. Başını yeniden sağına eğer. “Açıklama yapma” der kendisini aldatan sevgiliye. Duraksar ardından. Zamanı adeta askıya alır. Seyircinin soluğunu hapseder nefesinde. Hüznünü namelere dökmeye hazırlanır. “Ortalığı birbirine kattığını biliyorum.” Müsamahasızdır tavrı. Fakat ifşa ettiği sevgiliye hışmının yasını çoktan tutmuştur. “Ama mutluyum” der yılgınlıkla. Kısa bir es daha katar araya. “Döndüğün için. Açıklama yapma”. Sevgisiz kalmanın mahzunluğu ama karşılıksız sevmenin de mağrurluğu vardır edasında. Ses tonu ve mimiklerindeki anlamlar tamamlar sözlerini.

“Sus, açıklama yapma. Bir kadınla birlikte oldun” diye devam eder. Günahları her tarafa saçılan sevgilisinin kaderinin insafına kaldığının üzerine basar. Yine duraksar. Kısa bir esin altında bu kadar mı fırtınalar sezilebilir? Sinesinde biriken çığlıkları yutkunuyordur sanki. Sesindeki katılık yumuşar yeniden. “Ruj izini sil ve açıklama yapma”. Piyano nakarata yol verir. Billie’nin sesi daha da incelir, çatlaklık bir süreliğine siliniverir. Sanki Lady Day’in büyülü sesi acısının külünden doğar tekrar. “Seni sevdiğimi biliyorsun. Ve aşkımın nelere katlandığını. Senden ötesi yok. Tamamen seninim” dedikten sonra başını onurla kaldırır, gözlerini iyice kısıp birer bıçak gibi önüne saplar: “İnsanların konuştuğunu duyunca ağlıyorum. Beni aldattığını biliyorum.” Piyanist kalın notalara bir darbe indirir. Aldatılan âşığın aldatanla hesaplaşmasının ağırlığı çöker sessizliğe. Billie’nin yüzü kaskatı ama öfkesizdir. Hafifçe gevşetir yüz çizgilerini ve ince bir tebessümle başını doğrultur yeniden: “Doğru veya yanlışmış, hiçbir önemi yok. Benimle birlikte olduğunda canım”. Uzattığı son heceyle bir ürperti geçer içinizden. Yalan söyleyen sevgiliye hıncınız karşı koyamaz Billie’nin tutkusunun kararlı akıntısına. Hükmünü vermiştir Billie. Piyano hızlanır. Bu kez acı bir tebessümle tekrarlar: “Sus şimdi. Açıklama yapma. Benim neşem ve acımsın. Hayatım senindir.” Mutlak bir teslimiyettir bu. Sevgiye karşı bir hezimet. Onurundan, gururundan, azametinden ödün vermeden bir kabullenme. “Açıklama yapma” diyerek aniden noktalar şarkıyı, başını soluna çevirerek. Sevilmemenin azabıyla çınlayan bir misilleme, sevgisinden vazgeçmeyen bir meydan okuma. Nikbin bir keder, bedbaht bir güç dökülür dudaklarından.

Özgür olamıyorsan, gizemli ol”

Fransa’daki “chanson” geleneği, başta Charles Baudelaire ve Paul Verlaine olmak üzere 19’uncu yüzyılın şairlerinin pek çok şiirini besteleyerek edebiyatı müziğe taşıdı. ABD’de Blues ve caz akımları ise bunun tam aksine, başlı başına bir külliyatın ilham kaynağını oluşturdu. 1920’li yıllarda gelişen Harlem Rönesansı akımının öncülerinden şair Langston Hughes’ün başyapıtı The Weary Blues (Yorgun Blues), Afro-Amerikan edebiyatın müzikten, müziğin ise edebiyattan ayrı ele alınamayacağını ortaya koyar bir bakıma. “Getir bana bütün kalp melodilerini” diye seslenir Hughes. “Onları bulut mavisi bir kumaşa sarayım, dünyanın fazla sert parmaklarının uzağında.”

Billie HolidayHughes’un şiiri müzik melodileriyle doluydu. Geleneksel Blues parçalarının tınısından esinlenirdi mısraları. On yıllar sonra Marksist şair Amiri Baraka şiirlere sesler katacak ve onları müzik eşliğinde yorumlayacaktı. Blues’du Afro-Amerikan edebiyat sanatının köşe taşlarından biri. Blues söyleyen Leydi de bu sanatın en büyük üstatlarından. Billie Holiday’in ölümünün ardından pek çok şair dizelerle selam verecekti ona. Bu şairlerin en başında da bizzat Hughes geliyordu. “Billie Holiday için şarkı” şiirinde şöyle tasvir etmişti cazın melankolik divasını:

Ne arıtabilir kalbimi
Şarkıdan
Ve kederden?

Ne arıtabilir kalbimi
Şarkısı değilse
Kederin?

Ne arıtabilir kalbimi
Kederinden
Şarkının?

Bahsetme kederden
Saçlarında toz varmış diyerek,
Veya toz taneleri gözlerde
Gelişigüzel bir rüzgâr esiyor orada.

Benim bahsettiğim keder
Umutsuzluğun tozu içinde.

Hughes şiirinde Billie Holiday’in kendi hayatındaki kederi ve o kederi nasıl yontarak müziği vasıtasıyla aktardığını anlatıyor. Billie’nin kederi “gelişigüzel” değildi, aksine kederden beslenmişti sanatı.

Billie’nin mahrumiyet içinde geçen çocukluğu ve çalkantılı yaşantısı hakkında çok şey yazıldı. 1915’te dünyaya geldiğinde annesi 13, babası 15 yaşındaydı (yakın tarihli bir biyografisinde yazar John Szwed bunun Billie Holiday’in otobiyografisindeki çok sayıdaki “abartılı” olaylardan biri olduğunu öne sürerek, doğduğunda annesinin 19, babasının ise 17 yaşında olduğunu belirtir). ABD’nin Doğu yakasında bir dönem köle ticaretinin merkezlerinden biri olan Baltimore’un yoksulluk içindeki bir mahallesinde büyüdü. Adını bile yadırgamıştı. “Eleanora” ya da kısaltması “Nora” diye çağrılmaktan nefret ediyordu. Babası ise küçük aksi oğlan huyları sebebiyle ona “Bill” derdi. Ne var ki o güzel bir isme sahip olmak istiyordu. O yıllarda yeni yeni gelişen siyah beyaz sessiz sinemanın yıldızlarından Billie Dove’a duyduğu hayranlıktan ötürü Billie ismini ödünç aldı.

Babası, müzisyen olma hayaliyle annesini terk etti. Küçüklüğünü annesinin üvey ablasının yanında geçiren Billie caz müziğiyle de teyzesinin evinin bulunduğu sokağın köşesindeki bir genelevde tanıştı, zira o sıralar mahallede fonografı olan tek mekân orasıydı. Billie, genelevde karbolik sabunları ve havluları serer, bir yandan da müzik dinlerdi. En çok da Louis Armstrong ve Bessie Smith’i severdi. “Sanıyorum güzel caz müziğini ilk kez bir genelevde dinleyen tek kişi ben değilim” diyordu hatırlarında. “Eğer Louis [Armstrong] ve Bessie’yi [Smith] izci buluşmasında duysaydım, yine o kadar sevecektim.”

Billie Holiday, köpeği Mister ile. (1946)On yaşında tecavüze uğradı. Saldırgan yakalanırken, Billie yetkililer tarafından dava süresince Katolik bir kuruma gönderildi. 12-13 yaşlarında annesinin yanına New York’a giderek aynı genelevde yaşayacak, çocuk yaşına rağmen çalıştırılacaktı. Ta ki polis mekâna baskın düzenleyen kadar. Islahevinden çıktıktan sonra Harlem’de bir kulüpte dansçı olmak için provalara katıldı. Çok kötü dans ediyordu fakat ümitsizce işe ihtiyacı vardı. Biçare, şarkı söylemeyi önerdi. Bugün kendisiyle özdeşleşen Trav’lin’ all alone (Yapayalnız seyahat ediyorum) Blues parçasını söylediğinde salonun büyülendiği rivayet edilir. “Seyirciler biralarının içine ağlıyordu,” diye anlatıyor o ânı Billie. “Lady Day”in hayatı o gün Blues ile kesişmişti. Eşsiz sesiydi artık onun medar-ı maişeti; Leydi nihayet Blues söylüyordu. 18 yaşında müzik prodüktörü John Hammond tarafından keşfedildi ve olağanüstü müzik kariyeri başladı. Ama şöhret de başka yaralarla geldi. Billie hayatı boyunca sevgilileri ve eşleri tarafından fiziksel, duygusal ve ekonomik şiddete maruz kaldı. 44 yıllık kısa hayatının son dönemlerinde ise alkol ve uyuşturucu nedeniyle sesi zarar gördü, neredeyse hiç üretememeye başladı.

Etki-tepki ilkesi gereği Billie’nin müziğini hayatıyla açıklamak çok cezbedici gelebiliyor. Oysa Billie kaderinin basit bir kurbanından ziyade, tutkulu, isyankâr, dirençli, kendini iyileştirebilen ama bir o kadar da hüznünü hissederek yaşayan, sanatına ise tepeden tırnağa hâkim, olağanüstü bir şarkıcıydı. Pulitzer ödüllü Afro-Amerikan şair Rita Dove ona atfettiği şiirinde

Hughes’ün aksine Billie Holiday’i geçmişinin klişelerine indirgemeden tüm karmaşıklığı ve direnciyle yeniden tanımlamaya çalışıyor. Billie, ölümünün ardından hep trajik bir kahraman olarak resmedildi: Yoksulluk içinde büyümüş, şiddet görmüş, çocukken fuhşa itilmiş ve müptela bir caz yıldızı olarak. Billie’nin hayatının kısmen biyografistleri tarafından “icat edildiğini” öne sürüyor Dove, bu kolaycılığı reddederek. Şöyle der “Kanarya” şiiri:

Billie Holiday’in yanık sesinin
Çok sayıda ışığı ve gölgeleri var,
Gösterişli bir piyanoya dayalı mahzun bir şamdan,
Gardenya, harap olmuş yüzünün altındaki imzası.

(Şimdi yemek pişiriyorsun, bateristten basa,
Sihirli kaşık, sihirli iğne.
Gerekirse bütün gün senin olsun
Aynan ve şarkıdan bileziğin ile)

Doğrusu şu ki, kuşatılmış kadınların icadı
Aşkı, efsanenin hizmetinde yontmak içindi.

Özgür olamıyorsan eğer, gizemli ol.

Güneyin ağaçlarında tuhaf bir meyve…

Hassaslığına aldanıp pasif bir kahraman olarak imgelenirse eğer, gazeteci Dorian Lynsky’nin tabiriyle tarihin “ilk büyük protesto şarkısı” Strange Fruit’in (Tuhaf Meyve) yorumcusunun Billie Holiday olduğu nasıl açıklanabilir? Tuhaf Meyve’nin sözleri New York’lu bir öğretmen olan Abel Meeropol tarafından yazılmıştı. Amatör bir besteci olarak müziğe adapte etmek isteyen Meeropol New York’ta bir kulüp sahibine çaldı parçayı. O da şarkıyı Billie Holiday’e verdi. Şarkının sözleri ölümcül bir mecaz üzerine kuruluydu. Işıltılı New York gecelerinin uzağında, ırkçılığın hâlâ en vahşi şekliyle hüküm sürdüğü güney eyaletlerinin karanlığında geçiyordu hikâye. Billie’nin yavaş, incecik sesi masum gibi görünen darağacı metaforunu daha da tüyler ürpertici hâle getiriyordu.

Billie parçayı ilk kez 1939’un Mart ayında 4’üncü sokakta bulunan “Kafe Sosyete” adlı bir kulüpte seslendirdi. Henüz 23 yaşındaydı. New York’un diğer ucu Harlem’deki namı duyulmuş ve seyirciler bu büyülü sesli şarkıcıyı görmek için merakla konserlerine akın ediyordu. O gün Billie Tuhaf Meyve’yi ilk kez, konserinin sonunda söyleyecekti. O an geldiğinde sahnedeki tüm ışıklar kapatıldı ve Billie’yi aydınlatan tek bir ışık bırakıldı. Gençliği, şıklığı, saçlarındaki gardenyasıyla söyleyeceği şarkıyla bir çelişki içindeydi. O gece salondaki seyircileri parçanın kendini yavaş yavaş ele veren sözlerini idrak ettiklerinde yaşadıkları şaşkınlığı bir düşünün…

Güney ağaçlarında tuhaf bir meyve yetişir.

Hüzünlü bir girişe eşlik eden kırsal bir sahneyle başlıyordu şarkı. İzleyiciler çoktan gardlarını düşürmüştü, onları acı gerçekle yüz yüze bırakacak bir hikâye beklemiyorlardı. Yoksa kırlarda geçen bir aşk şarkısı mıydı bu?

Yapraklarında kan ve kökünde kan.

Aşk şarkısına benzemiyordu ya, Billie sesini incelterek olabilecek en masum şekilde tasvirini tamamlıyordu:

Güney esintisinde sallanan siyah bedenler
Kavaklara asılı tuhaf meyveler

Billie sahneye ilk çıktığı dönemlerde prodüktörler tarafından “fazla yavaş” şarkı söylediği için eleştiriliyordu. Oysa daha yavaş şarkı söylemek, daha fazla hüner istiyordu. Billie belki nota bilmiyordu ama zamana öylesine hükmedebiliyordu ki, en dehşetengiz sözleri usulca, fısıldarmışçasına hançerliyordu melodiye.

Görkemli güneyin pastoral sahnesi
Pörtlemiş gözler ve eğilmiş ağızlar
Tatlı ve serinletici manolyalar
Sonra ani bir yanık et kokusu.

Tıpkı ayın medceziri yönettiği gibi cennetle cehennem arasındaki gelgitlerin hükümranı oluyor Billie şarkı boyunca. Kabullenme ile isyan, teslimiyet ile protesto arasındaki sınırlar kalkıyor ortadan sarkacın çelişkili duygular arasındaki her deviniminde. Yine o nikbin keder ve yine o bedbaht güç tamamlıyor birbirini.

İşte kargaların yolması için meyve,
Yağmurların toplaması, rüzgârın emmesi,
Güneşin çürütmesi ve ağaçların düşürmesi için
İşte tuhaf ve acı bir mahsul.

“Mahsul” dedikten sonra tek kelime etmeden sırtını dönüp sahneden ayrılıyor Billie. Ne bir selam ne bir teşekkür. Korkunç gerçeklikle baş başa bırakıyor seyircilerini. Birden iniyor perdeler. Susuyor müzik. Yitiyor şiir. Kederin tortusu siniyor havaya, sarıyor dört bir yanı Blues.