Kültürün insan kişiliği tarafından özümsenmesi ve içselleştirilmesinin somut örneğidir Haldun Taner. Sanatı estetik bir bütünlük içinde değerlendirdiği gibi, aynı zamanda gelişmekte olan toplumumuz için bir kültür iletme ve eğitim aracı olarak görür
09 Temmuz 2015 14:00
Ülkemizin en saygın kültür insanlarından ve değerli yazarlarından Haldun Taner, doğumunun 100. yılı dolayısıyla yurt çapında birçok edebiyat ve kültür etkinliğiyle anılıyor.
Önce bir insan olarak Haldun Taner’i yakından tanımak gerekir diye düşünüyorum. Çünkü bir yazarın kişiliğinin insanlar üzerinde bıraktığı etki gerçekten değerlidir ve “güzel insan” olmayı da başarabilen iyi yazarlar, unutulmamayı en çok hak edenlerdendir.
Haldun Taner, kişiliğindeki içtenlik, hoşgörü ve iyimserliği yazarlığıyla örtüştürebilen; iyi insan olmanın, iyi bir yazar olmanın da önkoşulu olduğu fikrini özümseyebilen nadir kalemlerden biridir. Haldun Taner’i yakından tanıyanlar, onun alçakgönüllü, zarif, nitelikli kişiliğiyle benzersiz bir insan oluşunu içtenlikle dile getiriyorlar.
Değerli eleştirmen Füsun Akatlı, Öykülerde Dünyalar adlı kitabında ondan şöyle söz ediyor: “Haldun Taner bir asaletti. Nezaketin ve zerafetin timsali olarak, ondan uygununu bulmak güçtür. Bunların; öğrenilmiş, edinilmiş, takınma özellikler olmayışındandı herhalde büyüsü. Uygar, çağdaş, batılı ve hâlis muhlis İstanbulluydu. Dünün İstanbullusu. Ama bir o kadar, bugünün çağcıl, genç adamı.”
Gülriz Sururi de 7 Mayıs 1996 tarihli Cumhuriyet’te, sözcüklerle canlı bir portre çizerek Haldun Taner’i ölümsüzleştirir. “İnce, uzun boylu, sarışın. Etkileyici bir kişilik. Bir fotoğraf. Dikkatli bakışlar. Çok mu içten, müstehzi mi, belli olmayan bir gülüş. Muntazam bir yüz iskeleti. Belleğimdeki Haldun Taner. Şık, ne giyse taşıyan, daha ilk anda ‘Ne zarif adam’ dedirten birisi. (…) Haldun Bey’in fuları, ille de lacivert beresi vazgeçemediği aksesuarıydı, ama en vazgeçilmez aksesuarı kallavi evrak çantasıydı. Aslında onun avadanlığıydı bu çanta. Tanrım, o çanta nerelere açılmazdı ki! İçi, yazmakta olduğu oyun, fıkra, öykü sayfalarıyla, kalemlerle doluydu.” diyen Gülriz Sururi, Haldun Taner’in değişik mekânlarda yazmaktan hoşlandığını, bu farklı ortamların adeta ona ilham verdiğini belirterek şöyle devam eder: “Çantasını yere koyar, kâğıtlarını masaya yayar, arada etrafını izleyerek, yazar, yazardı. Onu yazarken ilk kez ’60 yılında Kadıköy Süreyya Sineması’nda fuayedeki bir masada görmüştüm. Sonra Markiz’de, Le Bon’da, Moda Plajı’nın üstündeki kır kahvesinde, Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nun karşısındaki Pelit Pastanesi’nde hep yazarken gördüm. En son Divan Oteli’nin pastanesinde yazıyordu yazılarını.(…) Haldun Bey buralarda yazdı genellikle oyunlarını, bazen de tiyatro kulislerinde fuayelerinde, yazdığı her şeyi değişik kişilere okuyup nabız yoklardı; bu bir profesör, bir öğrenci, bir çaycı da olabilirdi ve Haldun Bey onlardan aldığı tepkiye göre hemen notlar alır, bazen bir oyunun sahnesini bile değiştirdiği olurdu ya da yazdığı fıkraya başka boyutlar katardı. Yani hemen her yapıtı için ufak çapta bir kamuoyu araştırması yapmış olurdu böylece.”
Gülriz Sururi’nin, dikkatli gözlemlerinden çıkardığımız sonuca göre, Haldun Taner, insanlarla bir arada olmaktan, çevresindeki insan sesleri ve nefeslerinden gelen titreşimleri hissederek yazmaktan, yazdıklarını paylaşıp onları başkalarının eleştirilerine açmaktan büyük mutluluk duyuyordu. Haldun Taner, tam bir İstanbul beyefendisi olduğu kadar, mütevazı bir halk adamıydı. O nedenle, halkın farklı kesimlerinden insanların düşünceleri de onun için son derece önemliydi. Değerli tiyatro sanatçısı Gülriz Sururi aynı yazısında şunları da dile getiriyor: “Haldun Bey, oyunun oynandığı ilk geceden başlayarak her gece arka sırada oturur, tepkileri izler, kulisten bir delik bulup izleyicinin yüzünü seyreder, yüzüncü kez izlese bile aynı sahnelere katıla katıla gülerdi. Sonra oyunculara, yönetmene küçük notlar yazıp kâğıtlar verir, ufak tefek değişiklikler isterdi kimseyi kırmadan.”
Kırmadan eleştirmek, incelikle, sevgiyle insanlara yol göstermek, alçakgönüllü olmayı özümsemiş olmak, Haldun Taner’in kişiliğinin ayrılmaz parçalarını oluşturuyordu. Haldun Taner’in, Ayça Aktan’la gerçekleştirdiği ve Yalıda Sabah adlı öykü kitabının son sayfalarında yer alan söyleşisinde, alçakgönüllü oluşuna felsefi bir derinlik kattığını görüyoruz: “Kendi BEN’imi içimden çıkarayım ki, içime daha çok dünya sığsın isterim. Sanatçı oluşum bu huyumu değiştirmez, ancak bazen zorlar. Perhizi bozarım. Bana kalsa, becerebilsem, o bilgeliğe bir gün varabilsem, susacağım, hiçbir şey yazmayacağım, ya da yazdığımı kimse fark etmeyecek. Bilir misiniz eski minyatürcülerden çoğunun eserlerinin altında imzası yoktur. Eseri yapmış olmak onlara yeter. Yapan o kadar önemli değildir. Bence asıl büyük sanatçılık ve bilgelik buradadır.”
Selim İleri, yazarın ölümünden on yıl sonra; 1996’da, Cumhuriyet gazetesindeki Gramofon İğnesi adlı köşesinde, onun Türkçeyi çok güzel ve incelikle kullanmasına; hoşsohbet bir insan olmasına değinir: “Oysa Haldun Taner işte o ağzına baktırır kişilerdendi. Usta yazarların çoğu, sıra konuşma sanatına gelince, kemkümde takılıp kalırlar. Haldun Bey usta yazarlığı kıvamında, bir söyleşi adamıydı.”
Gülriz Sururi de aynı yazısında, “Haldun Bey ders verirken ağzının içine baktırırdı. Ben bir iki dersini izleme olanağı buldum. Engin kültürünü öyle bir espri içinde aktarıyordu ki, salondaki her öğrenciyi tek tek adam yerine koyarak. Onun öğrencisi olanlar şanslıydı; onun oyunlarında oynayan oyuncular da… Çünkü Haldun Bey bir insan bilimciydi, yoksa oyunlarındaki tipler öylesine etkili canlı olabilir miydi” cümleleriyle, yazarın insanları yakından tanıma ve canlandırmadaki ustalığını vurguluyor. Haldun Taner’i önce öykücü yönüyle tanıdığını; ilk olarak 1952’de yazarın Şişhaneye Yağmur Yağıyordu adlı kitabını okuduğunu dile getiren Gülriz Sururi, “Yıllarca Sait Faik’ten sonra en sevdiğim ilk ve tek hikâyecim oldu. İlk gençlik yıllarımın unutulmaz öykü yazarı Haldun Taner. Sonra anımsamıyorum bile kim bilir hangi kuliste tanıştık. Aynı çevrenin insanlarıydık. Ve sonra Keşanlı Ali Destanı’yla yaşamıma girdi. Onunla oyunculuğum, hatta kişiliğim yeni boyutlar kazandı” sözleriyle Haldun Taner’in hayatındaki yerini ve değerini ifade ediyor.
Füsun Akatlı, Haldun Taner’in kişiliğini oluşturan kültürel derinliği anlatırken, onun, “kültürlülüğün aslında ne olduğunun ve ne olması gerektiğinin en canlı ve can alıcı örneği olduğunu” ifade eder. Çok sayıda kültürlü kişide göremediğimiz ender bir bilgelik halidir bu. Kısacası; kültürün insan kişiliği tarafından özümsenmesi ve içselleştirilmesinin somut örneğidir Haldun Taner. Füsun Akatlı “Haldun Taner işte buydu. Artık gittikçe azalan, neredeyse hiç kalmayanlardandı. Ne kadar yazık oldu. Çocukluğumun İstanbul’undan, bugün bile çirkinleştirmelere, gittikçe güçsüzleşen bir dirençle de olsa, hâlâ karşı koyan o İstanbul’dan bir şeyler daha öldü Haldun Taner’in şahsında, onunla birlikte.(…) O, tam ve gerçek anlamıyla bir beyefendi idi” sözleriyle, Haldun Taner’in kendisi açısından değerini bütün kalbiyle dile getirir.
Selim İleri, aynı yazısında, Haldun Taner’i hep güzel, iyi, olumlu şeylerden söz açarken hatırladığını; onun, inceliği asla elden bırakmadığını belirterek, “Öylesine geniş bir hoşgörünün insanıydı ki Haldun Taner, öylesine geniş bir perspektiften hayatı, dünyayı, alımlıyordu ki, düzeysizliğe ne yazısında çizisinde, ne de yaşayışında yer verebilirdi” sözleriyle, Haldun Taner’in kişilik özelliklerinin, hayatına ve sanatına yansımalarını içtenlikle ifade eder.
16 Mart 1915’te dünyaya gelen Haldun Taner’in özellikle çocukluk ve gençlik dönemi bazı zorluklarla geçer. Babası, son Osmanlı Meclisi Mebusan üyesi, İstanbul milletvekili ve ilk devletler hukuku profesörü Ahmet Selahattin Bey’dir. İstiklal Savaşı’nı yürekten destekleyen, Sultanahmet Mitingi’nde İngiliz işgalini kınayan konuşmasıyla heyecan yaratan ve ülkenin bağımsızlığına dair düşüncelerini gazetelerdeki yazılarında dile getiren Ahmet Selahattin Bey, oğlu Haldun henüz beş yaşındayken hayata gözlerini yumar.
Haldun Taner, babasının ölümü üzerine, annesiyle birlikte, büyükbabası Matbaa-i Âmire Müdürü İsmail Hamid Bey’in Saraçhanebaşı’ndaki konağında yaşamak zorunda kalınca birdenbire kendini geniş bir aile içinde bulur. Aile bağlarının çok güçlü olduğu bu ortamda, büyükbabası ve büyükannesinin yanı sıra, teyzesi ve dört dayısı, ona, babasızlığını hissettirmemeye çalışırlar. Avrupa’da bir süre yaşamış kültürlü kişiler olan dayılarından Fransızca ve yogayı; teyzesinden okuma yazmayı ve tiyatro sevgisini; büyükbabasından açık hava, doğa ve sporu sevmeyi öğrenir. Özellikle teyzesi onda derin izler bırakır; teyzesiyle birlikte sık sık Saraçhane tiyatrolarını izleyen Haldun Taner, küçük yaşlarda Darülbedayi sanatçılarını yakından görme olanağı bulur; içinde derin bir tiyatro sevgisi ve ilgisi uyanır.
Sanatla dolu sıcak bir aile ortamı içinde yetişen Haldun Taner’in kültürel altyapısı ve kişiliğinin temelleri burada atılmış olur. Büyükbabasının devlet hizmetinden ayrıldıktan sonra kurduğu Hamit Matbaası dolayısıyla geniş bir edebiyat çevresi vardır. Haldun Taner; Yakup Kadri, Ruşen Eşref, Cevdet Kudret gibi dönemin ünlü yazarlarını şahsen tanıma olanağı bulur. Onu en çok etkileyen, büyükbabasının Darüşşafaka’dan arkadaşı Ahmet Rasim’dir: “Yazar olmadan önce, insan olmayı ve insan olmadan iyi yazar olunamayacağını bana ilk öğreten, Ahmet Rasim oldu. Kendi farkında bile olmadan” der. (Haldun Taner, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, s.282)
1925 yılına geldiklerinde devlet tarafından Haldun Taner ve annesine maaş bağlanır. O sırada Haldun Taner dokuz on yaşlarındadır ve aynı yıl, vatana hizmet edenlerin çocuklarına tanınan hakla parasız yatılı olarak Galatasaray Lisesi’ne başlar. O yıllarda spora büyük ilgi duyan Haldun Taner atletizme yönelir, 110 m. engellide önemli başarılar kazanır. Okuldaki yoğun Fransızca eğitimi dolayısıyla Avrupa kültürünü yakından tanıma olanağı bulan Haldun Taner, edebiyat ve kompozisyonda da başarılı olmasına rağmen, babasının izinde giderek, devletler hukuku ve sosyal politika alanlarında öğrenim görmeye karar verir. 1935 yılında Galatasaray Lisesi’nden mezun olunca, yükseköğrenim bursuyla Almanya’ya gönderilir. 1935- 1938 yılları arasında Heidelberg Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi’nde ekonomi ve siyaset bilimi okurken aynı zamanda Almanya’nın siyasal ve toplumsal açıdan en çalkantılı dönemine tanık olur.
Ne yazık ki Haldun Taner, 1938 yılında Heidelberg’de ağır bir tüberküloza yakalanır ve tahsilini yarıda bırakıp yurda dönmek zorunda kalır. Tedavi için Erenköy Sanatoryumu’na yatırılır. Buradan çıktıktan sonra, onun için dört yıl sürecek bir nekahet dönemi başlar. (1938-1942) Bu yıllarda, geçmişin muhasebesini yapan Haldun Taner, kendi yetenekleri üzerinde yeniden düşünür, kitap okumaya daha çok zaman ayırır. Okumak onun için bir tutkuya dönüşünce yazma denemelerine başlar. Hastalık döneminin getirdiği olumsuz durumu olumluya dönüştürerek bu yıllarını edebî anlamda dolu dolu geçirir. Dış dünyadan, toplumdan uzak geçirdiği dört yılın yazarın ruhunda bıraktığı derin izler ve iç çatışmalar eserlerinde görülmez. Yazar, hayatının bu dört yılını adeta yok saymıştır; ancak hastalığının dört duvar arasında geçen o tecrit edilmiş yalnızlık dönemini, kendisi açısından en iyi ve verimli olacak şekilde değerlendirmeyi başarmıştır. Bir bakıma, genç Haldun Taner, hayata yazarak tutunmuş ve yazarak var olmuştur. Onu yeniden hayata döndüren; okuduğu kitapların ve yazdığı yazıların içinde sürekli genişleyip derinleşen anlamsal/ estetik dünyadır.
Haldun Taner ilk olarak radyo oyunları ile edebiyat dünyasına adım atar. O yıllarda radyo ülkemizde tek ilgi ve eğlence aracı durumundadır. Hastalandığı dönemde Haldun Taner bol bol radyo oyunu dinler ve bir süre sonra dostlarına dikte ettirdiği radyo oyunlarını Ankara radyosuna gönderir. Sayısı yedi olan bu oyunların bugün sadece adları bilinmektedir.
Edebiyatla giderek daha yakından ilgilenmeye başlayan Haldun Taner, bu alanda yükseköğrenim görmeyi uygun bulur; İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Filolojisi ve Sanat Tarihi’nde okuyarak 1950 yılında bu bölümlerden mezun olur. Fakülteye başladığı yıllarda ilk öykü denemelerine de başlamıştır. Yayımlanan ilk öyküsü “Töhmet” adını taşır ve 4 Ağustos 1946’da Yedigün dergisinde yer alır. Bu öyküyü Haldun Yağcıoğlu takma adıyla yayımlamıştır. Haldun Taner, Sedat Simavi’den öykü yazma konusunda teşvik görünce yoğun biçimde öykü yazmaya girişir. Yedigün, Yücel, Cumhuriyet gibi dergi ve gazetelere öyküler yazar. O dönemde öykü, büyük ilgi gören ve geniş bir okur kitlesi tarafından sevilerek takip edilen bir türdür. (Özellikle 1950’lerde bu ilgi daha da artar; dergilerin edebiyat matinelerinde şiirlerin yanı sıra öyküler okunur; öykü hak ettiği ilgi ve değeri görür.)
Üniversiteden mezun olunca İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nde asistan olarak göreve başlayan Haldun Taner’in, ilk öykü kitabı Yaşasın Demokrasi, 1949 yılında yayımlanır. Aynı yıl içinde yazar, tiyatro alanında da yazmaya başlar ve ilk tiyatro oyunu Günün Adamı’nı tamamlar.
Yaşasın Demokrasi kitabı beğeniyle karşılanınca yazar, yeni öykü arayışlarına ve biçimsel denemelere yönelir. 1950’li yılların en sevilen ve en beğenilen öykücüleri, Sait Faik, Orhan Kemal ve Haldun Taner’dir ve o yıllarda “Hikâyeciliğimizin üç ası” olarak nitelendirilirler. Haldun Taner’in 1951’de Tuş, 1953’te Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu, 1954’te Ayışığında “Çalışkur”, yine aynı yıl On İkiye Bir Var adlı öykü kitapları art arda yayımlanır.
1953’te New York Herald Tribune gazetesinin düzenlediği uluslararası öykü yarışmasında Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu adlı öyküsüyle birinci olur. Bu öykü, kısa sürede dünyanın yirmi diline birden çevrilerek yayımlanır. Birkaç yıl sonra, 1955’te On İkiye Bir Var ile Sait Faik Hikâye Armağanı’nı alan yazar, Varlık dergisinin 1956’daki büyük kamuoyu anketinde Türkiye’nin en beğenilen öykücüsü seçilir. “Tuş” adlı öyküsü 1956’da aynı adla filme alınır.
Yazar, 1967’de Konçinalar, 1969’da Sancho’nun Sabah Yürüyüşü adlı öykü kitaplarını yayımlar. Bu döneminde tiyatroya yoğunlaşmasına ve bu alanda daha çok eser vermesine rağmen öyküden de kopmaz.
1957 sonrasında senaryo ve tiyatro yazmaya daha fazla ağırlık veren Haldun Taner, sanatı estetik bir bütünlük içinde değerlendirdiği gibi, aynı zamanda gelişmekte olan toplumumuz için bir kültür iletme ve eğitim aracı olarak görür. O nedenle sinema ve tiyatro sanatına önemli bir toplumsal misyon yükler. Daha sonra ülkemizin ilk kabare tiyatrosunu kurması da bu düşüncesinden kaynaklanır.
1950’lerde Şehir Tiyatrosu’nda provalarına başlanan Günün Adamı adlı oyunu, devrin valisi tarafından “devlet büyüklerini rahatsız eder” gerekçesiyle yasaklanır. Ne yazık ki Haldun Taner de ülkemizdeki sanat edebiyat yasaklarından nasibini alır böylece.
1955’e kadar öykü ağırlıklı çalışmalarını sürdüren Haldun Taner, aynı yıl tiyatro tahsili için Viyana’ya gider. Max Reinhardt Akademisi’nde ünlü tiyatro profesörü Kindermann’ın yanında eğitim görür. İki yıl boyunca Josephstad Enstitüsü’nde tiyatro ihtisası yapar ve kentin çeşitli tiyatrolarında reji asistanlığı görevinde bulunur.
Muhsin Ertuğrul ondan bir oyun yazmasını isteyince Dışarıdakiler’i yazar ve Ertuğrul’a gönderir. Haldun Taner, oyun sahnelendiğinde çok mutlu olur ve duygularını şöyle dile getirir: “Bir yazar için, eserini sahnede görmek kadar güzel bir şey yok.” (C. Gündoğdu- M. Sercan, Haldun Taner’le Söyleşi, Varlık, sayı 940)
1954 yılında Oyun adlı tiyatro dergisini çıkarır ve senaryo çalışmalarına başlar. Viyana’dan yurda döndüğünde çalışmalarına devam eder, Cihat Baban’ın çıkardığı eski Tercüman gazetesinde sanat ve kültür yazıları, fıkralar yazar. Devekuşuna Mektuplar adlı bu köşesinde, kurmaca ve tiyatro içinde söyleyemediklerini dolaysız olarak okuyucuya aktarma olanağına kavuşmuş olur. Gazetedeki köşe yazarlığı 1955- 1960 yılları arasında devam eder.
Haldun Taner beş senaryo yazmıştır: Bir Kaçak, Senin İçin, Tuş, Keşanlı Ali Destanı, Dağlar Delisi Ferhat. 1955’te Bir Kaçak adlı senaryosu Türk Film Derneği’nin Senaryo Ödülü’nü alır. 1957’de Dağlar Delisi Ferhat adlı senaryosu da Basın Yayın Senaryo Armağanı’nı kazanır.
İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nde edebiyat, sanat tarihi, tiyatro tarihi dersleri vermekte olan Haldun Taner’in, 1960 darbesi sonrasında hiçbir sebep gösterilmeksizin üniversiteyle ilişiği kesilir. Yaşadığı olay, yazarı derinden etkiler ve demokrasi adına yapılan bu haksız girişimi pek çok yazısında ve “Rahatlıkla” adlı öyküsünde ironik bir biçimde eleştirir.
Sürekli kendini geliştirmek, kültürel birikimini yeni unsurlarla zenginleştirmek isteyen Haldun Taner, çok kültürlü bir insan olduğu halde, sürekli öğrenme ve yeni şeyler deneme çabasıyla da örnek alınacak bir karakterdir. Bu dönemde tiyatro çalışmalarını yoğunlaştıran Taner, tiyatro yazarlığını sürdürürken bir yandan tiyatro konusunda kuramsal dersler verir. 1962’de Gen Ar Tiyatrosu’nda sanat yönetmenliği yapar. Aynı yıl Türkiye’de ilk politik yergi ağırlıklı Bu Şehr-i Stanbul Ki adlı oyunuyla kabare tiyatrosu girişimlerine başlar. 1958’de Ve Değirmen Dönerdi oyununu,1960’da Fazilet Eczanesi’ni, yine aynı yıl Lütfen Dokunmayın, 1961’de Huzur Çıkmazı oyunlarını yayımlar. Bu oyunundan sonra epik tiyatro tarzına yönelen Haldun Taner, 1964’te Keşanlı Ali Destanı’nı, aynı yıl Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım adlı oyununu, 1965’te Eşeğin Gölgesi’ni, 1966’da Zilli Zarife’yi epik tarzda yazar ve yayımlar.
1966’da Cevat Fehmi Başkut, Ahmet Kutsi Tecer, Recep Bilginer, Refik Erduran ve Haldun Taner, birlikte Türkiye Tiyatro Yazarları Derneği’ni kurarlar. Bu dernek, dayanışma ortamı içinde toplumda tiyatro bilinci oluşturmayı amaç edinir.
Haldun Taner, eleştirel düşünceyi geniş topluluklara yayma ve benimsetme çabası içinde olduğundan, kabare türü hakkında konferanslar vererek bu türün önemi konusunda uyarıcı ve aydınlatıcı bir rol üstlenir. Nihayet 1967’de Zeki Alasya, Metin Akpınar ve Ahmet Gülhan’la birlikte Türkiye’nin ilk kabare tiyatrosu olan Devekuşu Kabare’yi kurar. Burada Vatan Kurtaran Şaban, Bu Şehr-i Stanbul Ki, Astronot Niyazi, Ha Bu Diyar, Aşk u Sevda, Dev Aynası gibi oyunları sahnelenir ve izleyicilerden büyük ilgi görür.
Yazar, 1968’de LCC Tiyatro Okulu’nu kurar, burada kuramsal tiyatro dersleri vermeye devam eder. Sersem Kocanın Kurnaz Karısı adlı oyunu ilk kez burada sahnelenir. Bu oyun Türk Dil Kurumu 1972 Tiyatro Ödülü’nü alır. 1969 yılında Münir Özkul ile birlikte Bizim Tiyatro’yu kurar ve burada dramaturji dersleri verir.
“Humorist mizah anlayışı ve hümanist dünya görüşüyle” yazdığı öyküleriyle uluslararası kamuoyunun dikkatini çeken yazarın, “Sancho’nun Sabah Yürüyüşü” adlı öyküsü 1969’da Uluslararası Bordighera Mizah Festivali Ödülü’nü alır.
Abdi İpekçi’nin ısrarı üzerine köşe yazarlığına yeniden başlar ve 1974 yılından ölümüne kadar Milliyet’te, Pazar Sohbetleri’ne devam eder.
Tiyatro sanatının kültür birikimi ve bilimsel/ estetik bakış açısı gerektirdiği düşüncesinden hareket eden Haldun Taner, 1977’de Devekuşu Kabare’den ayrılır; çünkü gişe kaygısının kaliteyi düşürdüğü kanısındadır. 1979’da Ahmet Gülhan’la TEF Kabare’yi kurar ve aynı yıl İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde dramaturji dersleri verir.
Haldun Taner, kültürel çalışmalara ağırlık vererek Birleşmiş Milletler UNESCO kültür komisyonlarında görev alır ve ülkemizi başarıyla temsil eder. 1970’li yıllardan itibaren her yıl yurt içi ve yurt dışında tiyatro, edebiyat, sanat, kültür konularında konferanslar verir. Birçok edebiyat ve tiyatro yarışması seçici kurullarında üye ya da başkan olarak görev alır.
Yazar, 1983’te Yalıda Sabah adlı son öykü kitabıyla Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü alır. 26 Mart 1984’te İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından Haldun Taner adına bir saygı ve vefa programı düzenlenir. Bu programdaki konuşmalarda; öykücülüğü, oyun yazarlığı, gazeteciliği, öğretim üyeliği ve kabare oyunu yazarlığı üzerinde durulur.
Bütün ömrünü sanat, tiyatro, sinema, edebiyat ve kültürle dolu dolu geçiren, anlamlı ve güzel bir yaşam sürdüren Haldun Taner, 7 Mayıs 1986’da aniden rahatsızlanır ve kaldırıldığı Haydarpaşa Göğüs Hastanesi’nde sabaha karşı hayata veda eder. Ölümüyle, toplumun her kesiminde büyük üzüntü yaratan Haldun Taner, Beylerbeyi’nde Küplüce Mezarlığı’na gömülür.
Ölümünden sonra adına bir öykü ödülü düzenlenir. İlk kez 1987 yılında düzenlenen Haldun Taner Öykü Ödülü; Tomris Uyar, Nedim Gürsel ve Murathan Mungan arasında paylaştırılır.
Şehir Tiyatroları’nın Kadıköy’de açılan şubesine Haldun Taner Sahnesi adı verilir.
Haldun Taner’in öyküleri ve oyunları Bütün Öyküleri, Bütün Yazıları ve Bütün Oyunları üst başlığı altında Bilgi Yayınevi tarafından yayımlanır. Geçen yıldan itibaren Yapı Kredi Bankası Kültür ve Sanat Yayınları, Haldun Taner’in bütün eserlerinin yeni ve toplu basımını üstlenmiş durumdadır.
Haldun Taner’in öyküleri Almanca, Fransızca, İngilizce, Rusça, Yunanca, Slovence, İsveççe, İspanyolca, İbranice’ye çevrilmiş; Avusturya, İsveç, Pakistan, Norveç ve Yugoslavya’daki antolojilerde öyküleri yayımlanmıştır.
Haldun Taner’in sanatını bir bütün olarak değerlendirmek doğru bir yaklaşımdır. Onun öykülerini tiyatrosundan, tiyatrolarını öykülerinden ayrı düşünmek kolay değildir. Yazar, tüm yapıtlarında bir senteze ulaşma kaygısı içindedir; bu amacını bir söyleşisinde şöyle dile getirir: “Bizim geleneklerimizden, bizim insanımız ve konularından yola çıkıp, bütün bunları öz Türkçemiz ve bize özgü bir görüş biçimi ile çağdaş dünyanın verileriyle aktarmak.” (Ayça Aktan, Niçin Hikâye, Yalıda Sabah, 1986)
Münir Özkul için İnsan Denen Soytarı adlı bir oyun yazmayı, anılarını yazıp kitaplaştırmayı, Oyunbozan Süiti adlı roman taslağını tamamlamayı planlayan Haldun Taner ne yazık ki bu tasarılarını gerçekleştiremeden hayata veda eder.
Yetmiş bir yıl süren yaşamı sonunda günümüze pek çok eser bırakan Haldun Taner’in bu eserleri arasında öykü kitapları, kabare ve tiyatro oyunları, gazete yazıları (fıkra, makale, gezi yazısı) radyo skeçleri, senaryolar, TV ve radyo programları, çeviriler ve bilimsel çalışmalar yer alır. Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil adlı portreler kitabı başta olmak üzere Berlin Mektupları, Devekuşuna Mektuplar, Çok Güzelsin Gitme Dur, Önce İnsan Olmak… gibi düzyazılarını bir araya getirdiği kitapları, hem edebiyat sanatı hem de edebiyat tarihi açısından önem taşır.
Okurlarının hayata eleştirel bir gözle bakmasını, dayatılanları sorgulamasını, özgür düşünceye ulaşmasını amaçlayan Haldun Taner’in yazı dünyasında “devekuşu” önemli bir simgedir. İnsanımızın, başını devekuşu misali kuma gömerek gerçekleri görmeme alışkanlığını ve “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” söylemini kırmayı amaçlayan yazarın, uzun yıllar yazdığı gazete köşesine Devekuşuna Mektuplar adını vermiş olmasının yanı sıra, ülkemizin ilk kabare tiyatrosuna “Devekuşu” adını vermesi bu bakımdan çok manidardır.
Haldun Taner, iyi bir hikâye kurucusu olduğu için iyi oyunlar kaleme alan bir yazardır. İnsanları dikkatli gözlemlemesi, onları çarpıcı, etkileyici davranışlar ve doğal diyaloglar yoluyla canlandırması, yazarın oyun ve öykülerinin yapı taşlarını oluşturur.
Haldun Taner adı, öncelikle Keşanlı Ali Destanı’nı anımsatır çoğumuza. Bu sıra dışı, özgün ve ince mizahla örülmüş tiyatro eseri, Haldun Taner edebiyatının doruk noktalarından biri olduğu kadar, yazarın halkla bütünleşmesinin timsali olmuş unutulmaz bir sahne klasiğidir. Tiyatro tarihçileri, ülkemizde ilk epik tiyatro denemesinin Keşanlı Ali Destanı olduğunu belirtmektedirler.
Tiyatronun büyüsü ve yaygınlığı dolayısıyla geniş halk kitleleri Haldun Taner’i daha çok oyun yazarı olarak tanımaktadır. 1955’ten sonra, Haldun Taner’in öykü yazmayı çok sevmesine rağmen, önemli bir misyon yüklediği ve topluma eleştirel düşünceyi taşıyacağına ve benimseteceğine inandığı tiyatroya daha fazla ağırlık vermesi de onun daha çok tiyatro adamı olarak tanınmasına neden oldu.
Yıllardan beri, öykücü, denemeci, gazete yazarı Haldun Taner, tiyatro adamı Haldun Taner’in gölgesinde kaldı diye düşünüyorum ister istemez. Şimdilerde yeni baskısı yapılan öykü kitapları ve diğer edebî yazılarıyla Haldun Taner’i daha yakından tanıma imkânına sahip olduğumuz için şanslıyız. Haldun Taner, çok sayıda özgün ve ilginç öyküye imza atma başarısını göstermiştir. Deneme ve fıkra yazılarında da, oyun ve öykülerinde olduğu gibi eleştirel ve mizahi bir tutum içindedir.
Sanatının özünde, güzel bir dil, alışılmamış ve az işlenmiş konular; metinlerinde sağlam bir yapı ve kurgu düzeni olmasının yanında, Haldun Taner’in kişisel kültürel birikimi, yerli ve Batılı kültürü özümseyerek bir senteze varması da büyük önem taşır.
Füsun Akatlı, onun öykücülüğünü değerlendirirken önemli cümleler miras bırakmıştır bizlere: “Haldun Taner gerçekten de öykücülüğümüzde özgün ve önemli bir yeri olan ve çizgisini hep korumuş bir yazardı. Mizahı yazınsal kılmayı başarmış çok az kişiden biriydi edebiyatımızda. Öykülerindeki ironi öğesi hep, yazınsallığın dışına taşmayan bir ölçüyü tutturmuş, onun edebiyatçı kişiliğinin belirleyici bileşenlerinden biri olmuştur.” (Füsun Akatlı, Öykülerde Dünyalar, s.13)
Oyun ve öykülerinin dokusundaki mizahı, edebiyat estetiğini gözeterek oluşturması, Haldun Taner’in en önemli özelliklerindendi. O, yalınlığın içindeki anlamsal derinliğe ulaşmayı başarmış yazarlardandı. Böylesi yazarlar, hele günümüzde ne kadar da azdır. Haldun Taner’in çok yönlü kişiliği, sanatın çok boyutlu evrenine uyum sağlıyordu. Edebiyatın pek çok türünde gösterdiği başarıyı, mütevazı kişiliği ile bir kat daha güzelleştiren ve zenginleştiren bir insandı Haldun Taner.
Öykü ve oyunlarında, gayet iyi gözlemlediği toplumuzun iyi ve kötü yönlerini, çelişkilerini, ete kemiğe büründürdüğü insan tipleri ve karakterleri aracılığıyla dile getirir. İnce mizah ve ironi, yüzeyselliğe ve sıradanlığa düşmeyen yergi anlayışı, yazdığı satırlarda ve repliklerde her an kendini belli eder.
Akıcı, rahat bir söyleyişle yazan Haldun Taner’in öyküleri de takdirle karşılandı; özellikle 1950’lerin edebiyat matinelerinde, en çok ilgi gören şiirler Attila İlhan’a; en çok alkışlanan ve beğenilen öyküler Haldun Taner’e ait olurdu.
Dili iyi kullanmak, özenli ve dikkatli bir yaklaşımla ve anlaşılır tarzda yazmak, onun için büyük önem taşıyordu. Kolay anlaşılan ama üzerinde uzun uzun düşünülerek eleştirel fikirler geliştirilen metinler yazmak, onun başlıca ilkelerindendi. “Gerek hikâyelerim gerek piyeslerim işledikleri temalar ne kadar entelektüel olurlarsa olsun herkesin anlayabileceği halkçı bir üslupta olduklarından, okurlarımla ve seyircilerimle candan bir ilişki kurabildim, sevgilerini kazandım.” (Zeynep Oral, “Haldun Taner: Kişisel özgürlüğümü grup dayanışmalarına yeğ tuttum”, Milliyet Sanat, Mayıs 1983) diyen Haldun Taner, halkçı tutumunu gayet iyi dengeledi ve asla popülerliğe yönelmedi. Popüler kültür ikonu olmadan, halka seslenen halkçı bir sanatın gerçekleştirilebileceğini, kişiliği ve eserleriyle kanıtladı; bu konudaki yaklaşım ve duruşuyla edebiyat ve tiyatro çevrelerine örnek oldu.
Genç yaşlarından itibaren olgun, görmüş geçirmiş bir insanın bilgeliğiyle hayata yaklaşan; iyimserliğin ışığını hayatının merkezine alan bir yazardır Haldun Taner. Anlattıklarının çoğunda toplumun çelişkili ve çarpık yönlerine dikkat çekmesine rağmen, bunları ince ironisi ve mizahıyla belirli bir mesafeden bakarak görmemizi; böylece o çelişkili toplumsal durum, olay ya da olgu üzerinde eleştirel düşünceler üretmemizi ve sorgulamalarda bulunmamızı sağlar. Toplumsal çelişkiler, ironi ve ince mizah içinde yumuşayarak okuyucuya yansımış olur böylece.
Adnan Özyalçıner’le gerçekleştirdiği bir söyleşide ironi ile ilgili olarak şunları söyler Haldun Taner: “İroni, galiba daha çok yaşamın kendisinden kaynaklanıyor. Yaşam ve insanlar o kadar çelişkili ve değişken ki, en sıradan kahramana, en önemsiz ayrıntılara bakarken bile bu ironiyi yakalamak güç olmuyor. Önemli sayılan çok şeyin önemsizliğini, ağırlık sayılan çok şeyin hafifliğini, zorbalığın, fanatizmin, megalomaninin, bilgiçliğin, budalalığın, ikiyüzlülüğün, kendini aldatışın, dalkavukluğun, batıl koşullanmaların ipini pazara çıkarıcı, ama bunu bağırganlıkla değil, usul usul yapan ince bir alay.” (Adnan Özyalçıner, Haldun Taner ile Öykücülüğü Üstüne, Gösteri, Ocak 1984, s. 4)
Nüket Esen, Acıyı Balla Yoğurmak adlı akademik makalesinde Haldun Taner’in ironisini ve bu ironinin işlevselliğini, yazarın öyküleri üzerinde örnekleyerek detaylı biçimde incelemiştir. Nüket Esen’e göre Haldun Taner, öykü metinlerinde “alışkanlığı kırma metodu”nu uygular ve alay ile hüznü okura karışık olarak sunar. Okur o nedenle öykülerdeki karamsar dünya içinde kaybolmaz; Taner’in anlatma esnasındaki tutumu ve anlatım tarzı, okuyucuyu bu karamsarlığın dışında tutar. Haldun Taner’in anlatırken başvurduğu merak uyandırma ve şaşırtma vb. biçem ve kurgu oyunları; okuyucuyu eğlendirdiği gibi, aynı zamanda onu uyanık tutar, ağır ve karamsar içeriğin okuyucuya egemen olmasına engel olur. Böylece ağır bir içerik, okuyucuyu sıkmadan ve karamsarlığa düşürmeden hafifletilerek iletilmiş olur. Nüket Esen’in cümleleriyle; “Hikâyelerdeki acı sayılabilecek eleştiriler tatlı bir kılıf içinde sunulmakta, böylelikle bu hikâyeler hem işlevsel hem de keyif verici olmaktadır.” (Nüket Esen, Modern Türk Edebiyatı Üzerine Okumalar, Acıyı Balla Yoğurmak, s.171)
Haldun Taner, öykülerinin önemli bir kısmında epik tiyatro sanatına özgü yabancılaştırma yöntemini uyguluyor; oluşturduğu yabancılaştıran metinler yoluyla okurun dramatik durumlar içinde kaybolarak hüzün ve karamsarlığa kapılmasını önlüyor; tam tersine, öyküdeki olaya ironinin farklı yolları yardımıyla yabancılaşmasını ve belli bir mesafeyle bakmasını sağlayarak eleştiri ve sorgulamalar yapmasına yardımcı oluyordu.
Ayça Aktan’la söyleşisinde, “ironi ve ince mizah açısını neden seçtiniz” sorusunu şöyle yanıtlar Haldun Taner: “Bu bir yaradılış, bir bakış alışkanlığı. Ama yararı büyük. Mizah ve ironi, olaylara belli bir felsefi mesafeden bakmanın avantajını taşıyor. Taze ve vurucu bir bakış alternatifi sağlıyor.” (Ayça Aktan, Niçin Hikâye, Yalıda Sabah, s. 161)
Haldun Taner’in tiyatro oyunlarından dördü, yazarın öykülerinden oyuna dönüştürdüğü metinlerdir. Bu konuda en sağlam araştırmalardan biri Sıddıka Dilek Yalçın’ın, Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü yüksek lisans tezi olan Haldun Taner’in Hikâyeleri ve Hikâyeciliği adlı kitabında başlı başına bir bölüm olarak yer alır. Buna göre, kurgusal öğelerde benzerlik açısından yazarın “Eczanenin Akşam Müşterileri” adlı öyküsüyle Fazilet Eczanesi adlı oyunu benzerlik gösterir. “Bayanlar OO” adlı öyküsü ile Keşanlı Ali Destanı’nda tiplemeler benzerlik taşır. “Sahib-i Seyf ü Kalem” adlı öyküsü Dışarıdakiler adlı oyunuyla tema açısından benzeşir. Yazarın tiyatro oyununa aynen uyarladığı öyküsü ise “Ayışığında Çalışkur”dur. Bu özgün, deneysel, öncü ve sorgulayıcı uzun öykü, Haldun Taner tarafından Ayışığında Şamata adıyla epik çizgide, düşündürücü ve keyifli bir oyuna dönüştürülmüştür.
Haldun Taner, öykülerinde anlam, anlatım zenginliği ve çeşitliliği oluşturmaya dikkat eder. Metin içinde farklı anlam katmanları yaratarak, öykülerini içerik açısından bireysel, toplumsal ve kültürel bütünlüğe ulaştırır. Öykülerinin odağında her zaman “insan” yer alır; bu insan, toplumsal bir varlık olarak hem kendi bireysel yazgısını hem de toplum içindeki çelişkileri ve kırılmaları derinden yaşar.
Haldun Taner’in ince dikkati insanlığın mutsuzluğunu kavramıştır; o nedenle öykülerinde toplum, doğa ve kendi iç dünyasında sıkışıp kalan insanın tragedyasını anlatır. “Bunun için toplumuzun her kesiminden insan, hikâye kurgusu içinde yer alır. Özellikle hızlı değişim içinde ve kimlik arayışında olan kişiler, yaşlı insanlar, kadınlar, aldatılan erkekler, ekalliyet, küçük insanlar, çeşitli meslek gruplarının temsilcileri… hikâyelerin tipik kişileridir.” (Sıddıka Dilek Yalçın, Haldun Taner’in Hikâyeleri ve Hikâyeciliği, s. 83) Çevremizde her gün gördüğümüz kişileri, kendi insanımızı anlatan Haldun Taner, öykülerinde insana özgü öyle derin noktalara temas eder ki anlattıkları bir anda yerellikten evrenselliğe açılır. Oyunlarında olduğu gibi öykülerinde de insanın iç dünyası; konuşmaları, görünümü ve davranışlarıyla inceden inceye sezdirilir. Sıddıka Dilek Yalçın’ın belirttiği gibi, “Onun eserlerinde insan, zaaflarıyla, zavallılıklarıyla, gücüyle, sevgisi ve sevgisizliğiyle yerelden yola çıkıp evrensele ulaşan bir yaklaşımla anlatılmaktadır.” (Sıddıka Dilek Yalçın, Haldun Taner’in Hikâyeleri ve Hikâyeciliği, s. 84)
Haldun Taner, toplumsal değişimin insanlar üzerindeki etkilerini anlatmada ustadır. İnsanın iç dünyası, anıları ve özlemleriyle dış dünya çoğu zaman karşıtlık oluşturduğu için insan mutsuz ve huzursuzdur. Taner, değişim ve dönüşümün insanları nasıl etkilediğini bilgece bir tutum ve bakış açısıyla anlatır. Aldanan, aldatılan insanların dramına da ortak eder bizleri. Ancak umutsuzluk ve karamsarlığa düşürmeden başarır bütün bunları.
“Şeytan Tüyü” adlı öyküsünde Almanya- Türkiye arasındaki işçi sorunundan, göç olgusunun insanda yarattığı kültürel şoktan hareket eden Haldun Taner, bu durumu yine incelikli bir mizahla işler.
“Tuş” ve “Töhmet” adlı öykülerinde toplumun ikiyüzlü ahlak ve namus anlayışını sergileyen yazar, bu metinlerinde acı bir ironiyi çoğaltır.
Öykülerinde Sait Faik gibi doğa ve çevre duyarlılığına sıklıkla yer vermiştir. Özellikle “Yalıda Sabah” öyküsü, herhangi bir olay içermeyişiyle, sadece bir anlatıcının perspektifinden doğanın ayrıntılarının dile getirilmesiyle hayli farklı bir yerde durur. Çevreye dikkat toplama, doğanın görünüm ve seslerine yoğunlaşma gibi, okura “anda kalma”yı duyumsatan ve onu “sürekli şimdi’de” yaşatan bir öyküdür “Yalıda Sabah.” Ayça Aktan, aynı söyleşide Haldun Taner’in Zen meditasyonuyla ilgilendiği belirtir, ama Haldun Taner öykü konusunu dağıtmak istemediği için Zen bahsine girmez. (Ayça Aktan, Niçin Hikâye, Yalıda Sabah, s. 168)
“Bir Kavak ve İnsanlar” adlı öyküde deniz kenarındaki kavak ağacının, bir fabrikanın yapılacağı arazide yer alması nedeniyle kesilmesi anlatılır. Ağaç, doğayı simgeler ve öyküde kavağa insan şahsiyeti kazandırılıp olağanüstü özellikler verilerek, masalsı bir üslupla, teknolojinin doğayı tahrip etme olgusuna dikkat çekilir.
Hayatı bir kaos olarak gören Haldun Taner, öykülerinde zaman zaman bu durumu dile getirir. Yaşamın değişkenliğini, karmaşık bütünlüğünü odağa alan bu öyküleri de etkileyicidir. Sözgelimi, “Şişhaneye Yağmur Yağıyordu” adlı öyküsü, hayatın içindeki karmaşayı anlatan, dikkate değer öykülerindendir.
Hayatın içinde karmaşa olduğu kadar küçük mutluluklar da yer alır; Haldun Taner’e göre gerçek mutluluk, küçük şeylerden alınan tatlardır ve küçük mutluluklar hayata anlam kazandırır. “Küçük Harfli Mutluluklar” adlı öyküsünde bu konuyu işler ve günü yaşamanın önemini sezdirir.
İnsanın seçimleri, zaman içindeki durumu, siyaset-insan ilişkileri, insanın içsel derinliği, çelişkili ruh halleri ve cinselliği de öykülere konu olur. Sadece insanlar değil, başka varlıklar da öykülerinde sembolik olarak yer alırlar. Mesela “Konçinalar”da bir deste iskambil kâğıdı anlatılır; bu öyküde somut anlamda insan bulunmaz. “Sancho’nun Sabah Yürüyüşü”nde Sancho adlı köpeğin gözünden anlatılır her şey. Toplumsal eleştiri de yine Sancho’nun bakış açısından dile getirilir.
Haldun Taner’in öyküleri, ilk dönemde çizgisel kurguya sahipken, yazarın yenilik arayışları ve deneyselliği dolayısıyla zaman içinde farklı kurgulamalara ve modern öykü tarzlarına açılır. “Yazılanların sadece bir metin olduğunu” okuruna sürekli hatırlattığı “Fasarya,” “Ases,” “Yalıda Sabah,” “Ayışığında Çalışkur” adlı öykülerinde hayatla kurmacayı sürekli birbirine dönüştürür; metnin büyüsüne kapılmaması için okuyanı sıklıkla uyarır. Haldun Taner, bu yaklaşımıyla, önceden belirttiğimiz gibi, epik tiyatro tatları alınan öykü metinleri oluşturur. Modernist öykücülerin kullandığı bilinç akımı, zihnin içini aydınlatma, üst kurmaca gibi yöntemleri bu tarz öykülerine uygular. Yazarın deneyselliğinin, akıcı, anlaşılır, rahat bir anlatım ve kendine özgü üslubuyla şekillenen, özgün ve farklı çalışmalar olduğu görülür. Özellikle Ayışığında Çalışkur, okuru sık sık şaşırtan, sürekli uyaran üstkurmacalı yapısıyla; ince mizahla yüklü, özgün, ironik ve yabancılaştıran bir metin oluşuyla modernist edebiyatımızın doruklarından biridir.
Haldun Taner, Ayça Aktan’la söyleşisinde, “İyi bir hikâye sizce nasıl olmalıdır?” sorusuna verdiği yanıtla öykücü adaylarına ışık tutuyor: “Önce atmosfer ararım. Cenin nasıl dünyaya bir placenta içinde gelirse, her iyi hikâye de öyle, kendine özgü bir gizem, bir atmosfer içinde doğar. Bence en önemlisi budur. Kahramanlar, olaylar kendiliğinden gelir. İkinci olarak içtenlik, heyecan, sıcaklık ararım. Yapaya tahammülüm yoktur. Manirizm, cambazlık, fazla ustalık, soyuta fazla kayış hevesi keyfimi kaçırır.” diyen Haldun Taner, öyküde ayrıca açıklık ve netlik aradığını, dolaylı anlatımların acemilikten kaynaklandığını belirterek, sadeliğin “yazarın birinci nezaket borcu” olduğunu dile getiriyor. “İyi bir hikâye soyutla somutun, gerçekle şiirin mutlu bir bileşimi olmalıdır, içten olmalıdır. Yazarın yüreğinin sıcaklığını taşımalıdır. Boyutlu olmalıdır. Yüzeyde kalmamalıdır. Hikâye yoğun bir yaşam tecrübesinin kâğıda yansımasıdır. Bilinçli yaşanan her anda ebediyetten bir parça vardır. Bunu yakalamalıdır.” diyen yazar, öyküyü bir hayat kesitini ebedileştirmek olarak tanımlıyor. “İyi bir hikâyeci, iki üç kahramanın tasvirinde yaşamı yansıtabilmelidir. Hâsılı, küçük hikâyecilik, adı küçük kendi büyük bir türdür.” cümleleriyle, küçük hikâyeciliği veciz biçimde değerlendiriyor. Öykü yazmada en önemli olanın, o öykünün bürüneceği gizemi, havayı yakalamak olduğunu belirtiyor Haldun Taner. Öyküde nitelikli sadeliği gerçekleştirme konusunda, bir Çin atasözünü anımsatıyor bizlere: “Sadelik en sonra varılan aşamadır.” (Ayça Aktan, Niçin Hikâye, Yalıda Sabah, s. 157-179)
Haldun Taner, edebiyat eserinde teknik sağlamlığa önem vermekle birlikte, onda başka özellikler de arar ve bu konuda şunları dile getirir: “İşin tekniğiyle ilgilenmek yazarı çoğu zaman teknik beceriye götürse bile, içerikteki kuruluktan kurtaramayabilir. Öyküde olsun, romanda olsun, buna bir düzyazının her çeşidini ekleyebiliriz. Ben teknik beceriden çok içtenliğe, sıcaklığa, anlatılanlarda hayatın nabzının atıp atmadığına bakarım. Bu da ancak yazarın çok ilgilendiği, söylemeden edemediği konuları yazması ile olur.” (Haldun Taner, Öykünün Ö’sü, Sanat Olayı, 31 Aralık 1984)
İlk öykülerinden itibaren edebiyat dünyamızda usta bir öykücü olarak kabul görmesi; öykülerinin kurgu, dil, üslup, kişi, anlam ve içerik açısından sağlam oluşu; yazarın, küçük yaşlarda başladığı okuma serüveninden kazandığı yoğun kültürel ve yazınsal birikimden kaynaklanıyor. Bu noktada, Montaigne’in harika bir sözü geldi aklıma: “Ben kitaplarımı yaratmadan önce kitaplarım beni yarattılar.” Değerli yazar Haldun Taner’i de öncelikle derin, engin, özümsenmiş kültürel ve yazınsal birikimi yarattı.
Sanatı bir bütün olarak değerlendiren ve ona toplumsal misyon yükleyen Haldun Taner, toplumda eleştirel düşüncenin gelişmesi için gösterdiği yoğun çabayla ve bu çabasının güçlü kanıtlarını oluşturan eserleriyle yanı başımızda ve içimizde yaşayacak.
Yazdıkları ve sahneledikleriyle insanımıza at gözlüklerini çıkarıp hayata en geniş görüş açısıyla bakmayı telkin eden; zihinlerdeki ön yargıları, koşullanmışlıkları, düşünsel kalıpları kıran; yerleşik akıl yerine kendi özgür aklını kullanmanın önemini sezdiren; eleştiri ve sorgulamanın yaratıcı düşünceye kapı araladığını gösteren bu değerli yazar ve kültür insanı, doğumunun 100. yılında en geniş ve etkili biçimde anılmayı hak ediyor.
“Canlar ölesi değil!” sözünü yüreğimizin derinliğinden gelen güçlü bir sesle insanlığa duyurmanın tam zamanı şimdi…