Bedendeki yara: Erkeklik

Kaliforniya'nın Folsom Hapishanesi'nde bir odada, dışardan gelen üç adam ve mahkûmlarla dört gün süren bir terapi. Baba olmak, oğul olmak, erkek olmak... Erkek olmak nedir? Kime erkek deriz? Hangi edimler kişiyi erkek yapar?

03 Mayıs 2018 14:16

Yeni !f² kapsamında her ayın son Cumartesi günü 40’tan fazla noktada aynı anda film izleme etkinliği düzenleniyor. Bu etkinlik, projeksiyon yardımıyla bu 40 ayrı noktadan film izlemeye katılım gösteren insanları buluşturuyor. Yeni !f², gösterilen film paralelinde belirlenmiş bir konu üzerine insanlarla tartışma olanağı sunuyor. İnternet yardımıyla insanlar gerçekten birbiriyle temas etmek üzere konu özelinde sorularını sorarken sinema salonunda film izledikten sonra yapılan soru-cevap ve tartışma bir yandan festival geleneğini de sürdürüyor.

Mart ayı gösteriminde konu erkeklikti. Önce Ayakkabı ve Terapi filmleri izlendi, ardından konuyla ilgili çalışmaları olan, hegemonik erkekliği sorgulayıcı işler yapan ve bu işlerde bulunmuş olan Mert Fırat’la “erkeklik” konuşuldu.

Ben bu yazımda Terapi filmi üzerine konuşmak istiyorum. 2017 yapımı bu belgesel filmin yönetmenliğini  Jairus McLeary ve Gethin Aldous yaparken, yapımcılığını  Jairus McLeary’nin kardeşleri Eon and Miles McLeary üstleniyor. Film, Folsom cezaevinde (erkek mahkûmların olduğu bölüm) 20 seneden beri süren bir programı odağına alıyor. Bu program kapsamında hapishanedeki en “azılı” suçlulardan bazıları yereldeki erkekleri, birlikte 4 günlük bir “terapi” seansı yapmak üzere çağırıyor. Bu program 20 sene önce başlamış olmasına rağmen, bu belgesel filmle kamerayla ilk kez görüntü alınmış oluyor. Gardiyanların bile dâhil edilmediği bu ortamda, film ekibi katılımcılarla kurduğu güven ilişkisiyle çekim yapıyorlar.

Birçok ödül adaylığı ve sahibi olan film, özellikle dışarıdan programa katılan üç erkeğe (Charles, Brian ve Chris) ve onların erkeklikleriyle ve toplumsal cinsiyet kaynaklı yaşadıkları yüzleşmeye odaklanıyor. Terapi seansı içinde yaşanılan diyaloglar, çözülmeler, suçluların yüzleşmeleri ve duygu dışa vurumları, üç erkeğin bu anlara olan tepkileri paralelinde ele alınıyor.

Çember içinde “terapi”

Program “Mahkûmlara ve Şartlı Tahliye Edilenlere İçten Şifa Vermeyi” amaçlayan Inside Circle Foundation’ın bir projesi. Filmin, Folsom Cezaevi’nde geçmesinin bir önemi ve sebebi de, programın Folsom Cezaevi’ndeki bir mahkûm tarafından başlatılmış olması. Çalışmanın ismine “terapi” denilse bu çalışmanın altında yatan zihniyet, faillerin ve erkekliğe dair yüzleşmenin temelinin kişinin yaşadığı bireysel psikolojik sorunlara indirgenmesi değil. Bu çalışma, kişinin arayış içinde olduğu ve daha önce edinemediği kişisel bir alana bilgiyi getirme üzerine tanımlanıyor daha çok. Bu bilgiyi getirme sürecinde katılımcılar tek başlarına değil. Bu çalışmaya uzun süre boyunca katılmış, çözülme, çatışma süreçlerini kontrol altına alacak tecrübeli gönüllüler de seanslara katılıyor. Folsom Cezaevi’nde uygulanılan programdan elde edilen olumlu geri bildirimler ve gelişmeler (programa katılanların birbirleriyle ve gardiyanlarla herhangi bir kavgaya karışmamaları, hapishaneden çıktıktan sonra bir daha bir suça iştirak etmeyerek hapishaneye dönmemeleri) projenin yaygınlaşmasını sağlıyor. Programın odak noktası erkek mahkûmlar ve “her bir erkeğin “diğer” konusunda kendilerini açıkça ifade etmesi ve diğer erkeğin kendisini ifade etmesini onurlandırması” üzerine. Kâr amacı gütmeyen projenin gayesi ise şu şekilde belirtiliyor: “Hapishanedeki erkeklerin içsel kişisel gelişimlerine kendini adar. Mahkûmların tüm potansiyellerini karşılama konusunda onları engelleyen problemlerin peşinden gidip onlarla yüzleşmeleri için ortam hazırlar. Bu ortamlarda destek grupları sağlar; topluma faydalı bireyler olmak için gerekli olan iç gelişimi sağlayıcı haber, otobiyografi, şiir  yazımı gibi yaratıcı yazma teknikleriyle çalışır.”

McLeary kardeşler, psikolog olan ve psikolojik davranışsal terapi çalışmaları yapan babalarının çağrısıyla film fikrinden çok daha önce ve uzun süreli olarak bu seanslara katılırlar. Jairus McLeary bununla ilgili deneyimini şu şekilde anlatıyor:  “Folsom’da 4 günlük seansa davet edilen ilk sivil gönüllüler arasındaydım. Beni seansa babam davet etti, ona tam anlamıyla güvenmeme rağmen çok korunaklı bir hapishanede neler yaşandığını bilmiyor olmamın ağırlığı, daveti reddetmeme neden olmuştu. Ancak 3. kez teklif ettiğinde daveti kabul etmiştim.” Ağır suçlardan hapse girmiş, neredeyse çoğu çete üyesi olan çeşitli ırk ve milletlerden mahkûmların olduğu, yüksek korunaklı Folsom Cezaevi’nde bir araya asla gelmeyecek, gelirlerse bedelinin çok ağır olacağı mahkûmları ancak bu projenin bir çember içinde bir araya getirmesi, üstelik birbirlerinin en savunmasız hallerine tanıklık etmeleri, birbirleriyle duygu ortaklıkları kurmaları ve bilinç yükseltme grubu içinde birlikte hareket etmeleri, süreklilik ve devinimle devam eden bir çalışmanın ürünü. Aynı zamanda mahkûmlarla siviller bu projeyle bir araya geliyorlar. Dışarıda çok farklı ortamlarda bulunan ve hapishanelerin çizdiği sınırla belki de yolları kesişmeyecek insanların aslında aynı kaynaktan beslenen deneyimleri yaşadığına tanıklık ediyoruz bu programla. Jairus McLeary de programa katılmayı iki kez reddetmesini işte toplumda da yaratılıp ideolojik olarak benimsetilen “mahkûm” algısının kendisi üzerindki etkisine bağlıyor. Film de aslında bunu tartışmaya açma gayretinde. Mahkum dediğimiz insanlar, “sapık”, “vahşi”, “eğitilmez”, “cahil”, “yobaz”, “beyaz olmayan”, “abaza”, “pedofil”, “Kürt”, “Çingene” midir? Filmin konu olarak aldığı program, karşı karşıya getirdiği iki “ayrı” kesimi buluşturarak birlikte çıkardığı bilinç yükseltmeye dayalı iç yolculuk, kökene ve zihniyete dair bir dönüşüme kapısını açıyor. 10 seneden beri bu programda çalışan McLeary kardeşlerin karşısına bu programı filme çekme fikri çıkınca, tüm set ekibi çekim öncesi bu programa dahil oluyor. Ardından mahkûmlarla bu çalışmayı yapacak sivil erkek vatandaşlar, kardeşlerin her biri tarafından belirleniyor.

Film başladığında bir görevlinin “dışarıdan” gelmiş insanlara, mahkûmlarla karşılaşmadan önce verdiği talimatları dinliyoruz. Charles, Brian ve Chris’in de başlarına ne geleceğine dair aslında pek bir fikirleri olmadığını görüyoruz. “Bunun ne olduğunu açıklayamazsın. Bu filmi yapmamızın amacı da buydu zaten. Çünkü insanlar “orada ne yapıyorsunuz?” diye soruyorlar. Ve bu deneyimi lâyıkıyle anlatacak bir kelime yok.” diyor, Jairus McLeary bir röportajında.  Filmde hem sivil hem de mahkûmları, programın işleyişiyle tanırız. Önce mahkûmları seçerler ve onlara neden bu programa katıldıklarını anlatırlar. Bir grup olarak çember oluşturup deneyim aktarımı yaptıkça kendilerini adım adım açtıklarını görürüz karakterlerimizin. Filmde birden fazla olan gruplar arasında sadece birine odaklanarak çekime alınan programın adımları, kesinlikle bir kurgu içermiyor. “Biz aralarında seçim yapan ve kendilerini programa hazır hisseden erkeklerden oluşan bir çemberi seçmeyi planladık. Bazıları yıllardır bu programdaydı, diğerleriyse yeniydi. Ama hepsi bu işe gönüllü olmuşlardı. Onlar mahrem bilgilerin paylaşılacağını biliyorlardı -ki  programın işlemesinin nedenlerinden biri de budur. Onlar, programın gizlilik ilkesini kabul etmişlerdi. Fakat bir çember grubu, kendisini açtı. Dışarıdan gelen insanları yani program üyelerini ve sivil olan gönüllüleri biz seçtik. O gün neler olacağını gerçekten bilmiyorduk.”

McLeary’nin deneyimlediği gibi bir araya gelindikten ve program çalışmaya başladıktan sonra orasının bir hapishane olduğunu unutup birbirlerinin derinine inmeye çalışan bir avuç erkekle yan yana olma deneyimine tanıklık etmeye başlıyoruz biz de bir süre sonra ve savunmasız olmak istediklerini belki de ilk defa bir alanda duyurduklarını görüyoruz. Uyguladıkları zorbalık ve şiddetle erkeklik nişanlarını edinmiş, güçlerini “kanıtlamış” bu faillerin duygularını belki de ilk kez dışa vurabildiklerini görürüz ve bu süreç o ortam içinde de pek kolay olmaz. Hem kendileriyle yüzleşmeleri kolay olmaz hem de duyacaklarını düşündükleri hatta duydukları yargılamalar sonucunda duygularıyla ve iç benlikleriyle bir imtihana girerler.

Parmaklıklar ardında erkeklik yüzleşmesi

Yapılan yakın ve tek plan çekimleri, bize kendimizi, o anları katılımcıların yanı başındaymışız gibi hissettirir. Çember içindeki etkileşim ve yüzleşme seanslarıyla yer yer gerilimin arttığı ve katharsise ulaşıldığı anlar, belgesel filmlerde görmeye alışık olduğumuz durağan ritmi bozar. Bir adım sonrasının bilinmezliği, bizi filme merak duygusuyla daha çok yaklaştırır. Böylece sivil katılımcılar gibi aklı karışık, önündeki belirsizliğe ve muammalığa önce bir temkinli yaklaşma hissiyatı içinde filmi izleyen biz seyirciler, erkeklerdeki deneyim ortaklığı ve bunun bizim hayatımızdaki iz düşümünü tahlil etmeye başlarken, yaşanan çatışkılar ve çözülmeler bir buçuk saat süren bu belgesel filmi, erkeklerin er meydanında kendimizi yabancı hatta “mağdur” konumunda hissetmekten çıkartır. Aksine hegemonik erkeklikle allanıp pullanmayan bir “erkek muhabbeti”ne misafir olduğumuzu film ilerledikçe fark ederiz. Ama bu sıradan bir muhabbetten son derece uzaktır. Çünkü program gönüllüsüyle karşı karşıya gelmiş mahkûmun yüzleşmesini bir sonraki seviyeye nasıl çıkaracağını bilemeyiz. bell hooks’un kısa süre önce Türkçe’ye Değişme İsteği adıyla çevrilmiş kitabında söz ettiği gibi değişme isteği içindeki mahkûmlar, aynı zamanda bu değişimden korkmaktadırlar, bir sonraki adımları, değişimi nasıl karşılayacaklarını bize gösterecektir. Öznur Öncül’ün Adalet Kıskacında Erkeklik: Mahkûmların Suça, Tutukluluğa ve Değişime Dair Düşünceleri isimli kitabında belirttiği “cezaevi koşulları içerisinde değişim sürecinde olan bir kişinin hayatında birtakım değişikliklerin gerçekleşmesi ve kişinin bu kazanımları deneyimlemesi imkânsız denilecek ölçüde güçtür” önermesini aklımızda bulundurursak aslında bu programın, tam da bu koşulları dönüştürmek için alan açtığını gözlemleriz filmde.

Filmden bir kare. Fotoğraf: Dogwoof

Suçu destekleyen bilişsel yapılarda toplumda statü kazanma, erkekler arası ilişkilerde güçsüz görünmeme/hissetmeme gibi amaçların suç ve şiddet davranışı için birer araç olarak kullanıldığı bilgisinden de hareketle görünürde erkeklerin agresyonlarını taşıdığı hapishane, ırk/millet fark etmeksizin hegemonik erkeklikle beslenmektedir ama hegemonik erkeklik, içerisi-dışarısı ayrımını blurlaştıracak güçtedir. O ortamda içeride-dışarıda ayrımı artık  ideolojikleştirilmiş bir biçimde hiç de keskin değildir. Ve bir mahkûmun savunmasız olma arzusunu dillendirmesiyle program başladığında katılımcıların birbiriyle etkileşimleri ve interaktifliğiyle hegemonik erkeklikle yüzleşilme noktasının “baba yarası”na geldiğine şahit oluruz.

Haftalık olarak insanların toplanmasıyla işlenilen programda konular tamamen katılımcıların inisiyatifiyle, birinin açtığı konunun diğerini, onun diğerini etkilemesiyle şekilleniyor. “Baba yarası”, yani katılımcıların babasızlığa ilişkin duydukları fiziksel ve/ya duygusal eksiklik ve bunların cinsiyete ilişkin edimlerine olan etkisi, tamamen birbiriyle temasla belirlenen bir konu olur ama bu sadece bir tesadüf değildir aslında. Sivil katılımcılardan birinin babası o küçükken hapse girdiği için çocukluğunu babasız geçirdiğini ve erkekliğini inşa etme noktasında ona destek olacak bir babası olmamasının, kendisini etkilediğini ve çocukları olduktan sonra onları yetiştirmede de kendisini güvensiz hissetmesine neden olduğunu anlatır. Bildiği tek bir şey vardır: Çocuklarının yanında olmalıdır. Ama bir baba figürünün yoksunluğu, onu da pusulasız bırakmıştır.

bell hooks da babasıyla uzak mesafeden ilişkilenen ya da babası olmayan çoğu oğlanın travmatik deneyimler yaşadığından bahseder. Ve buna “baba yarası” adını koyarak durumu, nasıl edinileceği bilinmeyen ve elde edilemeyen, kişinin kendine saygısını yok ettiği “ideal bir erkeklik” olarak tanımlar. Buna duyulan özlemin yarattığı krizin özellikle “baba yoksunluğu”yla kendini gösterdiğini belirtir.  “Yetişkin bir erkek olma haliyle pozitif bir bağlantısı olmaksızın erkekler daha çok patriyarkal olan aşırı maskülen bir ideale yatırım yaparlar. Doğru ölçüde erkekliği edinememe korkusu sıklıkla öfkeye çevrilir. Ergenlik çağındaki pek çok oğlan çocuğu öfkelidir çünkü baba ve oğul arasındaki fanteziyle örülü duygusal bağ, orada olacağını tasavvur ettikleri sevgi asla gerçekleşmez. Orada sadece büyük bir özlemin yarattığı boşluk vardır. Bu fantezinin gerçekleşmeyeceği apaçık ortadayken “baba yarası” iyileşmeyecek ve buna dair özleme tutunmaya devam edilecektir. Bu özlem, oğlanlara arayış duygusunu aşılar ve bir gün babalarını bulma ya da çocukları olunca hayallerini kurdukları gibi bir baba olacaklarını hissetme amacı edinmelerini sağlar kendilerinde. Baba-oğul ilişkisi arayışında yaşanılan hayal kırıklığı oğlanları büyük bir kedere ve depresyona sürükler.” Diğer iki sivil katılımcı da babalarıyla tasavvur ettikleri bağı ve sevgiyi geliştirememişlerdir. Babalarının mükemmeliyetçi anlayışları karşısında “tam erkek” görünmeme, oldukları şekilde tanınmama sıkıntısını yaşamışlardır ve bu karakterlerini, kimliklerini oluşturmalarında, kendilerini sorgulamalarında engel oluşturmuştur. Özellikle bu iki katılımcı, seansa kendilerini  3. ve 4. günlerde ancak açabilirler; çünkü yüzleşme, babaları karşısında kendilerini kabul ettirme süreci, hissettikleri utancı aşmaları onlar için çok daha zorlayıcı olur. Ama mükemmeliyetçilik anlayışından kurtulmak savunmasızlığa kucak açmanın bir adımı olur. Bir yandan utanç duygusu, onları rahatsız etmektedir bu yüzden onu belleklerinde oldukça geriye atmışlardır çünkü yaşadıkları utanç, babalarının gözünde onları erkekliklerini kanıtlama çabasına iter. Heteropatriyarkanın şekillendirdiği ve konumlandırdığı hegemonik erkeklik algısı içinde utanç duygusunun erkeğin kökünü kazıdığı ve onu efemineleştirdiği söylenir. “Erkek” kimliğinin korunması için hegemonik erkeklik performansına içkin olarak bu duygunun maskelenmesi ve bastırılması gerekir. Açığa çıkarılması ve bununla yüzleşilmesi, aslında iktidarla yani babalarıyla karşı karşıya gelmek, çuvallamayı kabullenmek, kendilerini eleştirmek, ayrıcalıklarını sorgulamak, sorumluluk almak, iktidara kendini zorunlu kılınanın dışındaki haliyle kabul ettirmeyi gerektirir. Bu utanç duygusuyla yüzleşmenin ve bu durumun çözülmesinin getirdiği duygu yoğunluğu yanında, o çember birbirleriyle eklemlenen ve etkileşen deneyimlere dair başka duygular taşır. O çember, duygu etkileşimiyle işlevsellik kazanır, evrilir, dönüşür. Hegemonik erkekliği sorgulayan bu homososyal alan, pek duygularından konuşmaya alışık olunmayan erkekler arası ilişkilere dair başka bir form yaratıyor olur ve bu hegemonik algıya çomak sokmak için kullanılan bir araç olur. Katılımcıların önce kendilerini ve geçirilen süreçle birbirlerini yargılamamayı öğrenerek onaylamaları,tanımaları, onları birbirlerine daha fazla yakınlaştırır. Bu da başka erkekliğin/erkekliklerin yaratımına zemin hazırlar.

Filmden bir kare. Fotoğraf: Dogwoof

Heteropatriyarka erkekler arası iletişimi duygular ekseninde değil hegemonik erkekliği kurucu, rekabet yaratıcı şekilde tesis eder. Savunmasızlığın hâkir, ilişkiselliğin ve bağ kurmanın korkutucu görüldüğü düzen içinde erkekler için yas tutmaya yer yoktur. Genellikle “patriyark olmak üzere suistimal edilerek sosyalleştirilen” oğlan çocukları, yaşadıkları herhangi bir kaybın yasını tutacakları duygusal ve kolektif bir alandan yoksun bırakılırlar. Mahkûmlardan biri olan eski çete üyesi, kız kardeşinin yasını hiç bir zaman tutamamıştır. Bu içinde büyük bir boşluk oluşturmuş, aslında onu sakatlamıştır. Çember, onun için yasını tutacağı, kaybını anacağı duygusal ve kolektif bir alana dönüşür. “Erkek” kimliğine zarar gelmemesi uğruna her zaman bastırdığı acı duygusu, seans sırasında öfke, hayal kırıklığı, özlem gibi karışık duygularla anbean tabirle patlak verir. Sadece “erkek” olmayla ilişkilendirilen öfkenin, diğer tüm bastırılan duyguların iletiştirilmesine dair yaşanan zorluk aşamasında, bir zapt etme aracı olarak kullanıldığını görürüz. Ve üzerinden yıllar geçtikten sonra ilk defa kaybettiği kardeşinin yasını tutabilir katılımcı, göz yaşlarını dökebilir.

Hegemonik erkekliğe karşı yaraya şifa ve başka erkekliklere dair tahayyüller

Film, empatiyle birbirlerine duygularıyla, deneyimleriyle dokunan erkekleri odağına alırken vurgulanan empati, hoş görme, yaşamadığı bir deneyimi üstüne giyinme anlamını ve duygusunu taşımamaktadır. Aksine katılımcılardan birinin paylaştığı bir deneyim, diğer bir katılımcının yaşadığını tetikler. Çocuğuyla görüşememe tehlikesini yaşayan bir mahkûmun yaşamaktan vazgeçtiğini paylaşmasına dair deneyim, babasını parmaklıklar ardında kaybetmiş sivil katılımcılardan birinin duygularına ve deneyimine tercüman olur.

Ama kurulan bu duygudaşlık, hegemonik erkekliğe dair bu yüzleşme, mücadele ettiği şeyin adını koymaz. Biz izleyenlerin çoğu, bu çalışmanın nasıl bir düzene çomak soktuğunun farkındayızdır. Katılımcılar duygularını, fikirlerini, deneyimlerini paylaşırken, birbirleriyle etkileşirken “ben kimim?”, “ne yaptım?” sorgulamalarıyla belirli bir farkındalık eşliğinde seansa iştirak ederler ama hiçbir zaman heteropatriyarkanın adı geçmez. Bu hegemonik erkekliğe karşı bir başlangıçtır, kendilerini keşfetmeye, tanınmaya, kabul görmeye dair attıkları bir adımdır ama gözlemlediğim yer yer hegemonik erkekliğin tekrar üretilme, erkekliğe dair sabit bir tanım koyma tehlikesidir. Kolaylaştırıcı deneyimli gönüllülerden biri, bir katılımcı çocuğunu artık göremeyeceği için yaşamak istemediğini belirttiğinde “Gerçek bir erkek ol ve çocuğunu kaybetmemek için mücadele et” diyerek ona “meydan okur”. Aslında bu şekilde hegemonik erkekliği tekrar üretmiş olur. “Erkek olmak nedir?” “Kime erkek deriz?” “Hangi edimler kişiyi erkek yapar?” Bunların muğlaklığı ve göreceliği üzerine bir laf dönmediği gibi toplumsal cinsiyet kategorisini keskinleştiren bir çıkışa da tanıklık ederiz.

Hegemonik erkek meşruiyetini, “kadın”a/”kadınsı”lığa atfedilen bir şekilde davranmama, hareket etmeme ve var olmama, cis ve heteroseksüel olmakta ısrar etme üzerinden kurar. Bu sebeple çok az olmasına rağmen cis hetero erkeklerin hegemonik erkekliğe dair sorgulamalarına tanıklık etsek  de ve bu anlamlı, gerekli olsa da, yaygınlaşması elzemse de trans, interseks, gey, biseksüel + erkeklerin ve başka çeşitli erkeklik deneyimleri yaşayan insanların yapacakları erkeklik muhabbetleri, hem erkekliği hep cis ve hetero olmak üzerinden konuştuğumuz için önemli bir misyon üstlenecek hem de hegemonik erkekliğin o alanlarda üretilip üretilmediği, nasıl üretildiği üzerine konuşmak için elzem bir toplumsal cinsiyet çalışma alanı başlatacak ve bunu sürekli kılacaktır.

Filmin fragmanı için: https://www.youtube.com/watch?v=cca5QWdSTMQ  

Filmin resmi sitesi: https://theworkmovie.com/about/

Kaynaklar:
bell hooks, The Will to Change: Men, Masculinity and Love, Atria Books, 2004.
Öncül, Öznur, Adalet Kıskacında Erkeklik: Mahkûmların Suça, Tutukluluğa ve Değişime Dair Düşünceleri
Stepien, Aneta, Understanding Male Shame
Karioris, Frank G., The Unbearable Lightness of Friendship Homosociality and the “Crisis of Masculinity”
Nealy, Elijah C., Gerçek Erkek Ayağa Kalkabilir mi Lütfen: Trans Erkeklerin Cinsiyetlendirilmiş Performansı, Çev.: Baysar Tanıyan, Berk İnan Berkant  
Yönetmen Saraybosna Film Festivali’nde konuşuyor:  https://www.youtube.com/watch?v=Yp41hc0Xpsc