Barışa uçan mekanik güvercin

Özgür Mumcu: Kendine güvenen toplumların güçlü yöneticiye ihtiyacı yoktur. Kabiliyetleriniz sınırlıysa, aklınız olgunlaşmadıysa ve kendi kendinizi çekip çevirecek cesaretiniz yoksa güçlü bir yöneticiye aşerirsiniz

21 Haziran 2016 14:00

Önce Uğur Mumcu’nun akademisyen oğlu olarak tanıdığımız, sonrasında bir köşe yazarı olarak yakından takip ettiğimiz Özgür Mumcu bu kez edebiyat sahnesinde karşımıza çıkıyor. 20. yüzyılın başında tarihin gidişatına yön vermeye kâdir bir barış makinesi var kitabın merkezinde. Hayali bir boğa kaçkınıyla başlayıp gerçek bir ihtilalle sona yürüyen bu roman aynı zamanda tarihsel bir altyapı ve dikkat çeken bir dil kabiliyetinin ürünü. Hazır Özgür Mumcu’nun ilk romanı Barış Makinesi April Yayınları etiketiyle raflarda yerini almışken biz de bu vesileyle Özgür Mumcu’yla hayatı, kurguyu ve barışı konuştuk.

Uğur Mumcu’nun oğlu, hukukçu ve köşe yazarı... Biz sizi bu sıfatlarla tanıdık, köşe yazarlığında ülkenin tüm kaosunda ilerlerken roman yazmanızı tetikleyen neydi?

Köşe yazarlığından bağımsız bir şekilde zaten böyle bir arzum vardı. Sadece zamanını bekliyordu. Hem hikâyenin kafamda oturması hem de bir roman yazacak fikrî olgunluğa erişmem gerekiyordu. Roman yazmayı tetikleyen o vaktin geldiğini hissetmek oldu. Yani bu roman, ben hiç gazetede köşe yazarlığı yapmamış olsaydım da eninde sonunda yazılacaktı.

Siz romanı yazarken ülkede olan biten yazınızı nasıl etkiliyordu?

Ülke bir anlamda soyut bir kavram değil. Hep içinizde. Ancak hikâyenin de kendine ait bir ülkesi var. Elimden geldiğince o iki ülkeyi birbirinden ayırmaya gayret ettim. Bütün insanlığın ortak meseleleri üzerine kafa yormak ve romanda o soruların peşinde gitmek istedim. Ülkede olan biten insanlığın ortak meselelerinden ayrı değil.

Barış Makinesi, Özgür Mumcu, April YayıncılıkKitabınızın ismini ilk duyduğumda, ülkenin mevcut durumunu ve sizin politik kimliğinizi de göz önüne alarak, güncele dokunan bir roman olacağı düşüncesine kapılmıştım. Halbuki olaylar 1900’lerin başında geçiyor. Bu zaman dilimini tercih etmenizin özel bir sebebi var mı? Bugünde de geçebilirdi olaylar...

O politik kimliğin ilk başta böyle bir izlenim doğuracağını tahmin ediyordum. Ancak edebiyat ve roman yazma fikri bende son günlerde doğmuş değil. Böylelikle politik kimlikle ya da köşe yazarlığıyla çok ilgili de değil. Kendimi bir kimliğe ya da belli bir beklentiye hapsetmeyi doğru bulmuyorum. O zaman dilimini, anlattığım hikâyeye ve deşmek istediğim meseleye en iyi hizmet eden dönem olduğu için seçtim. Bence bir barış makinesinin icadı için en uygun an, 20. yüzyılı ve bugünümüzü de şekillendiren iki büyük dünya savaşı öncesinde her şey değişmeden, yeni bir dünya kurulmadan az evvelki an.

Romanda bir barış makinesi yapma fikri Arif ve Pierre’e ait olsa da bu fikri hayata geçirmek onların çocuklarına düşüyor. Peki onların çocuklarında bu amacı gerçekleştirme motivasyonunun kaynağı nedir?

Her karakterin ayrı bir motivasyonu var. Bazılarının ise çok güçlü bir motivasyonu yok, olayların içinde sürüklenmek tabiatlarında mevcut. Barış fikrinin önceki nesillerden kalan bir miras olması içinde bir umut da barındırıyor. Yani insan soyundan umudu tamamen kesmediğim ve kimi soylu fikirlerin insan olma ortak bilincinden kaynaklandığını düşündüğüm için iş bir sonraki nesle kalıyor kitapta.

Babanın ülküsünü sürdürme durumu mu var burada? İnsan ister istemez burada babanız Uğur Mumcu’yu anımsıyor...

Roman yazmak ister istemez şuuraltındakilerin yüzeye çıkmasına da yol açabilir. Ancak burada bir bayrak yarışını sürdürmekten bahsetmiyorum. Dediğim gibi bazı fikirlerin kuşaktan kuşağa geçmesi, bu arada evrilmesi, yeni şartlardan etkilenmesi, etkilendiğim bir hadise. İnsanlığın macerası çok heyecanlı, neşeli ve aynı zamanda müthiş trajik. Biraz da çaresiz ve acıklı ama yine de umut dolu. Bütün bunlar fikirlerin, hayallerin nesiller boyunca şekil değiştirerek sürmesiyle gerçekleşiyor. İnsanlıktan başlangıçtan bugüne kadar devam eden fikirleri, hayalleri çıkarırsanız geriye sadece evrimleşmiş bir primat kalır.

Nasıl bir okursunuz peki? 

İyi bir okur olmaya gayret eden bir okurum diyebilirim. Farklı, uzaklardan gelen kitaplara özel bir merakım var. Bir İzlandalı ne yazar mesela? Bir İzlandalı’nın metninde etkilenecek bir şeyler bulduğumda kendimi geniş insanlık ailesine daha çok dahil hissediyorum. Hiç bilmediğim konulardaki romanları da seviyorum. Mesela Anglikan İngiliz toplumundaki Katolik azınlık gençlerinin 1960’lardaki cinsel devrim sırasında yaşadıkları açmazı konu alan bir roman. O vakit de hiç bilmediğim konular ve dönemlerdeki meseleleri anlayabildikçe kendimi bir bütüne daha çok dahil hissediyorum.

Bir de okumak hakikaten bir iptila. Çocuk yaşlarda o bağımlılığa düşünce sürekli ve çok çeşitli kaynaklardan beslenmeden insan hayatını sürdüremiyor.

Hikâyenin içinde gerçek kişi ve olaylar da mevcut; Apis gibi. Ayrıca dönemin Sırbistan kralına karşı yapılan darbe de gerçek bir olay. Üstelik hikâye içinde özgül ağırlığı olan bir bölüm bu. Bu olayı seçmenizin altında özel bir neden var mı? Özellikle devam eden dönemde ortaya çıkan milliyetçilik akımının ve Franz Ferdinand’ın ölümüne kadar uzanan olaylar zincirinin bu seçiminizde bir etkisi var mı?

Elbette. Birinci Dünya Savaşı’nı başlatan meşhur Franz Ferdinand suikastini organize eden örgütün ilk icraatı bu darbe. Dünya savaşlarının sıfır noktası demek mümkün. Ben de Sleepwalkers adlı bir tarih kitabını okurken rastladım. Bunun üzerine kafa yorarken roman fikri filizlendi. Barış makinesi için sembolik önemi yüksek bir olay ve dönem olduğunu düşünüyorum. Ayrıca kurgu için de çok verimli bir olay, hikâyeyi rahatça akıtacak birçok malzeme sunuyor.

Yapılan saray darbesini bir halk hareketi de takip etmiyor, giden kralın yerine yenisi geliyor. Ne olursa olsun, güçlü bir yönetici figürüne duyulan ihtiyaç insanın doğasından mı, dönemin ruhundan mı kaynaklanıyor sizce?

O dönemki Sırbistan’da büyük bir halk hareketini doğuracak şartların olduğunu zannetmiyorum. Toplumun kendi varlığını yeni fark ettiği dönemler. Güçlü liderlere ihtiyaç da özgürlük arzusu da toplumların doğasında beraber yer alıyor. Bu toplumsal hareketler için önemli bir dinamik oluşturan bir ikilem. Romanda da bu ve benzer ikilemleri ele almak ve cevapların çok kolay olmadığını göstermek istedim. Aynı anda bir kurtarıcıya ihtiyaç duyup hem de şahıs olmayı özlemek ikilemlerimizden sadece biri. İnsanlığı var eden hep içine düştüğü sayısız ikilem.

Bugün sizce Türkiye’de “güçlü bir yönetici” figürüne ihtiyaç var mı?

Kendine güvenen toplumların güçlü yöneticiye ihtiyacı yoktur. Ancak kabiliyetleriniz sınırlıysa, aklınız olgunlaşmadıysa ve kendi kendinizi çekip çevirecek cesaretiniz ve beceriniz yoksa güçlü bir yöneticiye aşerirsiniz. Sorunuzun cevabı Türkiye’de toplumun kendini nasıl gördüğüne bağlı. Ben, Brecht’in “Galilei” oyununda söylediğine inanırım, “Yazık o ülkeye ki, kahramanlara ihtiyaç duyar.” Babamın da sıklıkla tekrarlayıp atıfta bulunduğu bir sözdür.

Roman bitti, yayınevine yolladınız ve yayımlandı. Şu an ne hissediyorsunuz?

Tatlı bir gerginlik. Bir yaranın iyileşirken kaşınmasına benzer bir ruh hali. Roman yazarken daha önce varlığını tam da bilmediğiniz bir yarayı deşiyorsunuz, bitince de yara kapanıyor ve işte böyle tatlı tatlı kaşınıyor.

Peki devam edecek misiniz kurgu yazmaya?

Edeceğim. Artık vaktin geldiğini hissediyorum. Uzunca bir süredir aklımda dolanıp duran çok hikâye var. Onlarla vedalaşma vakti artık.