Tekinsiz bir roman: Balık Boğulması

Bora Abdo karakterlerinin hamuru öfkeyle yoğrulmuştur. Öfke, her yerde karşımıza çıkar. Balık Boğulması, bu yönüyle Sartre’ın “Cehennem ötekidir” deyişini hatırlatıyor

16 Kasım 2017 13:32

Öyküleriyle tanıdığımız Bora Abdo, ilk romanı Balık Boğulması'yla okuyucu karşısında. Roman, Abdo’nun öyküleri gibi oldukça karanlık ve tekinsiz…

Yazarın öykü türüyle başladığı dil işçiliğinin meyveleri ilk romanında da göze çarpmakta. Kelimelerin sıralanışı, çift anlamın yerli yerinde kullanılması, bir kavramdan başka bir kavrama yumuşak geçişler, iç konuşmaların doğallığı, puntonun iç sese göre ayarlanması ve italiğin uygunluğu sayesinde yazar hem yoğun bir dil hem de sağlam bir üslup inşa etmiş. Bununla beraber, zekice kurgulanmış bir olay örgüsü var. Yazar gerçeğin sınırında dolaşırken zaman kavramıyla dilediği gibi oynuyor. Bilecik’te geçen romanın ekseninde Müşfik var. Annesi tarafından öldürülen abisinin adını alan, onun kaderini yaşamamak için elinden geleni yapan bir çımacı Müşfik: “Doğdum. Onun giysilerini giyip, onun ismini aldım. Bir başkasının hayatı giydirilmişti üzerime, kendi hayatımı yaşayamadım o yüzden.”

Balık Boğulması, Bora Abdo, Doğan KitapMüşfik, sırf abisine benzememek için Behice isimli hem zihinsel hem de bedensel engelli bir kadına âşık olur. Çünkü Behice, onun için tam bir günahkâr. “Behice’yle kurduğum en büyük hayal, şehri gezmekten yorulmuş bir akşamda ona sarılarak inleye inleye uyumaktı. Çünkü ben Behice’nin çok günahı olduğunu ve onu bu günahları yüzünden sevdiğimi biliyordum.”

Roman, intihar girişiminde başarısız olan Müşfik’in, bir hastane odasında uyanmasıyla başlıyor. Yanındaki yatakta Behice’nin cansız bedeni durmakta. Behice -muhtemelen- öldürüldüğü için, elleri olmayan bir polis memuru cinayeti araştırmakla görevli. Olaya müdâhil olanların sorgularıyla ilerliyor roman. Kahramanların birçoğu polis memuru gibi fiziksel engelli ve hayattan nefret edecek kadar umutsuz. Bora Abdo, bu umutsuzluğun öfkeyle yoğrulmasını şöyle açıklıyor: “Çünkü üzeri gazete kâğıtlarıyla örtülmüş at ölülerini ve Adalar’dan İstanbul’a çalışmaya giden insanların hayatlarındaki acı yoksulluğu gördüğünüzde, durağan ve naif metinler yazamıyorsunuz. Öfke sızım sızım bulaşıyor.”

Balık Boğulması, dış dünyadan izole bir kentte, umutsuzluk içinde çırpınırken “ahlak” kurumunu yerle bir eden öfkeli bireylerin hem kendilerinin hem de birbirlerinin mezarlarını kazdığı bir roman. Umudun, aile, toplum gibi sosyal kurumlar tarafından parçalanışına tanık oluyor okuyucu. Kahramanların öyküleri her zaman kesişmekte. Bu kesişimler nefretle, cinayetle ya da intiharla sonuçlanıyor.

Freud, insanın kendine benzeyen bir yabancıdan korku duymasını “tekinsizlik” kavramıyla açıklar. Tekinsizlik, kişinin genellikle annesinden tevarüs ettiği, çocukluğunda bastırdığı bir karmaşıklığın yetişkinlik döneminde karşına çıkmasıdır. Müşfik’in annesi Zülal, “İlk kocam artık onu sevmediğimi ve yüzü yanık bir adama âşık olduğumu anladığında bilerek tohumlarını attı içime” diye açıklar oğlunun varoluş sebebini. “Tekinsizlik” diye çevrilen Freud’un “unheimlich” kavramının kökünde “ev” sözcüğü yatar. İnsanın ilk evi anne rahmidir. Tekinsizliği oluşturan, sessizlik, yalnızlık ve karanlıkla ilk burada tanışır insan. Müşfik’in tekinsizliği daha uzun sürmüştür, çünkü doğduğu zaman Zülal onu emzirmemiş ve karanlıkta tutmuştur: “Dünyaya ilk geldiğimde bilerek hiç emzirmedim seni, demişti annem. Bu ilk hazdan mahrum kalmamı istiyordu çünkü. Çoğu zaman bu yüzden rüyalarımda cıvıl cıvıl ötüşerek uçan kuşların ya da çekirgelerin kanatlarını ve kuyruklarını ağzımın içine soktuklarını görür, ertesi gün kavak ağacının dallarına konan serçeleri müthiş bir yakınlıkla seyrederdim. Annem sanıp seyrederdim.”

Anne sevgisiyle anne nefretini bir arada taşıyan Müşfik, annesini bıçaklamış fakat onu öldür(e)memiştir. İçinde, sürekli bastırmak zorunda olduğu bir anne sevgisi vardır ki son nefesinde bile “Anne, anneciğim” demiştir. Annesi de aynı şekilde Müşfik’i ve kocasını hem sever hem de onlardan nefret eder. Onun da geçmişinde kurtulamadığı bir travma vardır. “Yasımı tutmama izin vermedi alçak Müşfik’le alçak babası” diyerek öldürdüğü oğlunun üzüntüsünü dile getirir. Çünkü Müşfik’in babası, ilk oğlu denize atılarak öldürüldükten sonra karısından intikam almak için onu hamile bırakmıştır. Üstelik bunu itiraf eder: “İlk oğlum Müşfik öldükten sonra, annesi onu öldürdükten sonra hemen ertesi gün dölledim o çirkinler çirkini karımı.” Müşfik’in babası bu determinizmi idrak ettiği için hayattan tek isteği oğlunun intihar ederek kurtulmasıdır, çünkü romandaki diğer karakterler gibi Müşfik’in babası da ölümün tek çözüm yolu olduğunu düşünmektedir. Nitekim, Müşfik’in abisinin ve dedesinin adı aynıdır ve benzer hayatlar sürmüşlerdir. Bu yönüyle “Müşfikler” aynı determinizm zincirinin çürük halkaları olarak da karşımıza çıkarlar. Müşfik’in babası da aynısını söylemektedir, “Ama Müşfik hep ağabeyinin kaderini yaşamaya çalıştı bana kalırsa.”

Benzerlik sadece Müşfikler arasında değil, bütün canlılar arasındadır. Evin köpeği Duman da tıpkı Müşfik gibi ölmek üzeredir. Ölüm döşeğindeyken Müşfik, babasının onu soymasını, saçını, sakalını ve kirpiklerini tıraş etmesini ister. Hem kendini hem Müşfik’i hem de Duman’ı tıraş eder Baba. Sonra, “İşte herkes birbirine benzedi oğlum” der. Bu sahneler, ilkel kavimlerin ölüm ritüellerini anımsatır.

Abdo karakterlerinin hamuru öfkeyle yoğrulmuştur. Öfke, her yerde karşımıza çıkar. İnsanlar her fırsatta birbirlerine acı çektirirler çünkü açıklandığı gibi romanın kahramanları bir şekilde birbirine benzer. Müşfik, “İnsanlar, benzerlerine acı çektiriyorlar. Öbür mutlu insanlara hiç değmiyoruz nedense. Nerede terk edilmiş bir yaralı var, gidip ona çekiyoruz bıçağımızı, ne tepki vereceğini adımız gibi biliyoruz çünkü (…)” diyerek “tanıdık yabancı”yla olan savaşı açıklar. Bu yönüyle kitap, Sartre’ın “Cehennem ötekidir” deyişini hatırlatmaktadır. Roman, birbirinin cehennemi olan insanların mikro kıyametlerinden oluşan bir makro cehennemdir aslında.

Bazen bu cehennemin sorumlusu Bilecik’in denizi olarak gösterilir. Yazarın, Bilecik’te bir deniz kurgulaması ve bu denizin gerçek olup olmadığının kahramanlar tarafından sorgulanması da romanda ayrı bir yere sahip. Belki de deniz insanın anne rahmindeki tekinsizliğini yansıtmak için kurgulanmıştır çünkü Bilecik, içinde umutsuz insanları barındıran dış dünyayla bağlantısı deniz tarafından kesilen kocaman bir anne rahmi gibidir. Öte yandan deniz, yazara farklı metaforlar kullanmak için verimli bir zemin hazırlar. Mesela, tatlı sudan tuzlu suya geçen balıkların vurgun yiyerek boğulması, dünyaya kendi isteğiyle gelmeyen insan türünün, doğasına uygun olmayan bir çevreye yabancılaşarak anlamsızlık içinde çırpınmasına ve en sonunda ölmesine benzer. Nitekim romanın ismi buradan gelmektedir.

Dünyaya atılmışlık hissi de romanda sıkça vurgulanır. “Doğurmanın ve sevişmelerin yüzünden ben dünyaya gelmiştim ve bunu hiç istememiştim. Belki bu yüzden Behice’yi hiçbir zaman çıplak düşünememiştim. Özellikle annemle babamın birleşmesini hatırladığımda” der Müşfik. İnsanın sınırsız bir özgürlük içerisinde dünyaya hapsolarak, Sartre’ın ifadesiyle özgürlüğe mahkûm olması fakat mahkûm olduğu özgürlüğün “öteki” tarafından gasbedilmesi kişileri öfkelendirir. Camus’nün aksine, intiharı hayatın bir jokeri olarak gör(e)mez Abdo karakterleri. Hayatın “saçmalığını” daha saçma bir eylem yaparak yıkamaz, başkaldıramazlar. Hepsi bir çıkmaz sokaktadır, özgürlük erişilmezdir.

İlaveten, kitabın şahıs kadrosunun oldukça farklı olduğunu belirtmeliyim. Yaşlı ve felçli bir kadınla seks yapmaktan hoşlanan bir hasta bakıcı, öz oğlunu öldüren bir anne, oğlunun intihar etmesini isteyen bir baba, elleri olmayan bir polis memuru, yüzü yanık bir çarkçıbaşı, kısacası her an birbirini öldürmeye hazır olan öfkeli insanlar vardır. Bu şahısların aynı romandaki bir aradalığı Türk edebiyatında pek rastlamadığımız bir durum. Hatta bazen Çağanoz, Kirkor gibi Abdo’nun öykülerinden tanıdığımız karakterler de romanda yer alır. Yazar bu bir aradalığı kurgularken insan doğasının bütün çirkinliklerini kendine has bir üslupla anlatır. Mesela, Müşfik’in babası “çirkinler çirkini karım” derken “güzeller güzeli karım” diyormuş gibidir. Olumlu ifadelerin olumsuz kelimelerle kurulması romana karanlık ve ironik bir hava vermektedir. Müşfik’in babasının, Müşfik öldükten sonra mutlu bir şekilde evi temizlemesi, Duman’ın ve Müşfik’in mezarını hazırlaması masalsı bir üslupla anlatılmıştır. Ancak mutlu sonla bitmez bu masal. Baba da intihar eder. Bir köpeğin ve bir insanın ölümü, bir insanın da intihar etmesi aslında korkunç bir sahnedir. Ancak, Abdo’nun üslubu bu korkunçluğu tecrübe etmemizi engeller ve Brecht’in yabancılaştırma efekti gibi okuyucunun romana mesafe koymasını sağlar. Bütün bu özellikleriyle roman, son dönem eserleri arasında nev-i şahsına münhasır bir eser olarak karşımıza çıkmakta. Kitabın farklı anlam katmanlarını barındırması ve alışılmadık üslubu okuyucu için bir zorluk gibi gözükebilir. Yani, kitap iyi bir okumayı hak ediyor.

Notlar