"Baba, biz savaşı kaybettik!"

Post-Sovyet edebiyatın en güçlü yazarlarından, son yüzyılın Rus halkının sırtına bindirdiği yükü en iyi anlatanlardan biri olan Mihail Şişkin’i okurken...

05 Ekim 2017 15:36

Bir edebiyatçıyı yarattığı karakterlerin, kurguladığı olayların içinden okumak dururken, onun siyasi yorumlarına, gazete makalelerine, şu ya da bu olay karşısındaki duruşuna bakarak hakkında söz söylemek sevdiğim bir şey değil. Böyle bir sözle karşılaştığımda, ister samimi bir övgü ister hakkaniyetli bir yergi içersin hiç farketmiyor, bir haksızlığa tanıklık, hattâ ortaklık ettiğim duygusuyla irkiliyorum. Hikâyeler uyduran bir yazarın kendini var ettiği asıl âlemin kurmaca olduğuna ve gerçekliğin en berrak ifadesini edebiyatın mükemmel yalanlarında bulduğuna inanıyorum çünkü. Bu kaydı düştükten sonra en başta yazmak istediğim şeyi yazabilirim: Sovyet rejimi ve onun bugünkü Putin yönetiminde devam eden zihniyeti üzerine en etkili yorumlardan birini, Mihail Şişkin’in bir gazete makalesinde okumuştum.

Şişkin, Nazi Almanyası’nın 1945’te Sovyetler Birliği’ne teslim olduğu, Rusçadaki adıyla Великая Отечественная война, yani ‘’Büyük Vatanseverlik Savaşı’’nın kazanıldığı Zafer Günü’nün yetmişinci yıldönümünde yazmış makaleyi. 18 yaşındayken gönüllü olarak savaşa katılıp, Baltık Denizi’nin derinliklerinde görev yapan babasını anlatıyor. Sonraları, her yıl Zafer Günü kutlamaları için donanma üniformasını dolaptan çıkarıp, düğmelerinin yeri giderek şişen göbeğini örtecek şekilde değiştirildikten sonra sırtına geçiren, göğsüne madalyalarını takan, oğlunun gururla izlediği bir baba: ‘’Bir savaş olmuştu ve bu savaşı benim babam kazanmıştı!’’

‘’Zafer’’ başlı başına kazanmanın coşkusunu haykıran bir kelime ve ima ettiği ‘’biz’’ öznesi ile ‘’kazandık, yendik, alt ettik’’ yüklemlerinden çocukça bir gurur süzmek elbette mümkün. Peki, ya sonrası? Buralarda, 29 Mayısları, 30 Ağustosları, ve şimdi de 15 Temmuzları kutlaması öğretilen kaç çocuk bunu hissediyor bilmiyorum ama bir zaferin ‘’kazananlara’’ yaşattığı gurur, öncesi kadar sonrasıyla, bitirdiği kadar başlattığı ya da sürdürdüğü ile eksilip çoğalmıyor mu? ‘’Babam faşizmin kötülüğüyle savaşıyordu’’ diye yazıyor Şişkin, ‘’sonra’’yı da unutmaksızın: ‘’ama bir başka kötülük yararlandı ondan.’’

 

Babam ve fiilen köle olan milyonlarca Sovyet karacısı, denizcisi ve havacısı kurtuluşu değil bir başka köleliği getirdiler dünyaya. Halk zafer için her türlü fedakârlığı yapmıştı ama bu zaferin meyveleri daha az özgürlük, daha çok yoksulluk oldu.

Babası tutuklandığında altı yaşındaydı babam. Bir oğul babasıyla gurur duymak ister, fakat onun babasına halk düşmanı diyorlardı. Büyükbabam gulagda yok oldu.

Savaş başladığında, zulüm gören nüfusa ‘’Erkek ve kız kardeşlerimiz!’’ diye seslenildi hoparlörlerden. Rusya’yı yönetenlerin alçaklığı memleket sevgisini ve bunun için her türlü fedakârlığa hazır olmayı, insanlardaki bu olağanüstü duyguyu, her zaman istismar etmiş olmalarında yatıyor.

Babam da işte memleketini savunmaya gitmişti. Denize açıldığında hâlâ çocuktu ve sürekli olarak o çelik tabutun içinde dibi boylayacağı dehşetiyle yaşadı. Babasını öldüren rejimi korumuş oldu nihayetinde.

Zafer, efendilerinin imparatorluğunun ihtişamına dair bir duygudan başka hiçbir şey vermedi kölelere. Büyük zafer onların büyük köleliğini pekiştirdi sadece.

Savaştan sonra, babam içiyordu. Bütün denizaltıcı arkadaşları içiyordu. Yapabilecekleri başka ne vardı ki?

 

Bir ülkeyi yönetenlerin zaferinin o ülkenin halkının zaferi olmayabileceğini hatırlatıyor bize Şişkin. Hitler’in zaferleri Alman halkının yenilgisiydi aslında ve Almanlar, Nazi Almanyasının yenilmesiyle kalıcı bir zafer kazandılar.

‘’Başlıca Rus meselesi şudur: Eğer vatan bir canavarsa, sevilmeli mi yoksa nefret mi edilmeli ondan?’’

Bugün edebiyat âleminde ekseriya ‘’Rusya’nın en önemli üç edebiyat ödülüne de layık görülen tek yazar’’ olarak tanıtılan, Rusçanın o muazzam edebiyat geleneğinin en kuvvetli mirasçıları arasında sayılan, 1995’ten beri Zürih’te bir nevî gönüllü sürgün hayatı yaşasa da Rusça yazmaktan vazgeçmeyen, Stalin’in gulagında can vermiş ‘’halk düşmanı’’ bir büyükbabanın torunu, ‘’savaş kahramanı’’ bir babanın ve Ukraynalı bir annenin oğlu olan 1961 doğumlu Mihail Pavloviç Şişkin’in bu sorusunu bir kenara yazın. Başka diyarlarda başka bir zulüm tarihinden gelip bugün benzer bir zulüm düzeninde yaşamak zorunda kalan nice milletin nice evlâdı gibi, Ekim Devrimi’nin yüzüncü yıldönümünü Putin’in kanatları altında idrak etmeye hazırlanan milyonlarca Rus muhalifin de bu soruyu kendi kafalarında evirip çeviriyor olabileceklerini düşünün.

İnsanın vatanından nefret etmesi mümkün olabilir mi? Peki ama vatandaşına düşman muamelesi yapan bir vatanı ne kadar sevebilir ki insan? Şişkin de bunu sorguluyor aslında, bundan iki buçuk yıl önce Rus milliyetçiliğini köpürterek Ukrayna’yı işgal için seferberlik çağrıları yapan mâlum lideri tarif ederken:

 

Başkan Vladimir V. Putin bir diktatörün elde etmek isteyebileceği her şeyi elde etmiş durumda. İnsanları onu çok seviyor; düşmanları ondan korkuyor. İktidar piramidinin tabanından tepesine kadar, sadece anayasanın sarsak paragraflarının değil, bir vasalın egemenine olan kişisel sadakatinin sarsılmaz yasalarının da üzerine oturmuş bir rejim yarattı. (...)   

Havasına nefretin sindiği bir ülkede nefes almak imkânsızdır. Tarihte nefret bu kadar çoğaldığında, ardından her zaman çok kan aktı. (...)

Diktatörlük, Büyük Vatanseverlik Savaşı’ndaki zaferin propagandasını acımasızca istismar ederek tebaasını bir kez daha vatanı savunmaya çağırıyor. Rusya’yı yönetenler halkımın petrolünü çaldılar, seçimlerini çaldılar, memleketini çaldılar. Ve zaferini de çaldılar.

Baba, biz savaşı kaybettik.


 

Calligraphy Lesson2015 mayısında bu makaleye rastladığımda Şişkin’i tanımıyordum, kitaplarını okumamıştım. Makalenin altındaki notta Calligraphy Lesson (Kaligrafi Dersi) adlı İngilizceye yeni çevrilmiş bir hikâye kitabından bahsediyordu; neyle karşılacağımı tam kestiremeden, doğrusu politik mesaj kaygısına yenilmiş bir edebiyat ihtimalinden biraz çekinerek sipariş ettiğimi hatırlıyorum. Kitabı beklerken bir yandan da, Şişkin’i araştırıyordum.

2013’te dünyanın en büyük kitap fuarlarından biri olan Book Expo America’ya katılacak olan Rus heyetinden bir ‘’açık mektup’’ yayınlayarak çekildiğini o zaman öğrendim. Mektubunda şöyle demişti Şişkin:

İktidarın yolsuzluk yapan, suç işleyen bir rejim tarafından ele geçirildiği, devletin bir hırsızlar piramidi olduğu, seçimlerin bir maskaralığa dönüştüğü, mahkemelerin hukuka değil iktidar sahiplerine hizmet ettiği, siyasi tutukluların olduğu, devlet televizyonunun bir fahişeye dönüştüğü, sahtekâr sürülerinin herkesi Orta Çağ’a geri döndüren delice kanunlar çıkardığı bir ülke – böyle bir ülke benim Rusya’m olamaz. O Rusya’yı temsil eden resmî bir Rus heyetinde yer alamam ve almak istemiyorum.

Başka bir Rusya’yı temsil etmek istiyorum ben ve edeceğim; benim Rusya’mı, sahtekârlardan kurtulmuş, yolsuzluk yapma hakkını değil bireyin hakkını savunan bir devlet yapısına sahip bir ülkeyi, özgür medyanın, özgür seçimlerin ve özgür bir halkın olduğu bir ülkeyi.

 

Calligraphy Lessondaki hikâyeleri, ister istemez, Şişkin’in bu siyasi mesajlarının ışığında, memleket meselelerinden asla uzak durmayan muhalif bir yazarın o meseleleri edebiyatta nasıl damıttığına odaklanarak okudum ve gördüm ki, ‘’yerli ve milli’’ bir cendereye kendisini katiyen hapsetmeyen, Rus olma ve Rusya’da yaşama hâllerini alıp varoluşa ilişkin evrensel ve zamansız anlatılarda eriten, bunu yaparken de Rus yazarların edebiyata kazandırdığı dev eserlere sahip çıkan, hattâ bu sağlam geleneğe sırtını yasladığını yüksek sesle ifade eden bir yazarla karşı karşıyayız.

Mektupların Romanı, Mihail Şişkin, Çev: Yrd. Doç. Dr. Erdem Erinç, Jaguar Kitap

Gerek Calligraphy Lesson’a, gerekse Şişkin’in bu yazıda sözünü edeceğim diğer üç kitabı – Türkçede henüz basılmayan – ‘’İsmail’in Fethi’’ ve ‘’Venüssaçı’’ romanları ile 2016’da Jaguar’dan çıkan Mektupların Romanı’na tematik ve teknik açıdan bir bütün olarak bakıldığında, post-modernist anlatım yöntemlerini kullanarak gayet klasik hikâyeler anlattığı söylenebilir Şişkin’in. Esasen, sıradan konuları yine yer yer sıradan denebilecek diyaloglarla, metne sinmesinden hiç yüksünmediği gayet lirik bir tonda işliyor. Fakat eklektik bir yapı içinde, formu alabildiğine çeşitlendirerek yapıyor bunu; lineer bir olay örgüsüne teslim olmaksızın, sadece zamanı değil, karakterlerini de eğip bükerek, onları matruşka misali birbirinin içine yerleştirip çıkararak yazıyor. Hayatın tükenmeyen çoğulluğu ve edebiyatın, özellikle de Rus edebî geleneğinin gücü dışında hiçbir şeye, sınırlı algımızın parametrelerine sıkışmış hiçbir kavrama güvenmeyen bir hâli var. Şişkin’in yazarlığındaki asıl pırıltı da bu güvensizlikten kaynaklanıyor bence. Alabildiğine özgür çağrışımları, paramparçayken de bütünlüğünü koruyan metinleri, olaylar ve kişiler arasında sarsıcı geçişleri, zamanı ve mekânı veri almayı reddeden bir akışkanlığı mümkün kılıyor bu güvensizlik.

Bundan neredeyse 140 yıl önce, Ivan Karamazov’un ağzından ‘’Öklidyen dünyaya ve üç boyuta hapsolmuş insan aklının yetersizliğinden’’ yakınan bir gelenek, bugün Şişkin’in hem tümüyle bu dünyaya ait ama hem de zamanla arasındaki zinciri kırabilmiş karakterleriyle yeni sınırları zorluyor. Fizik ve geometri beşinci boyutu kavramsallaştırmaya çalışadursun, Şişkin gibi yazarlar sayesinde edebiyat çoktan hiperyüzeylerde geziniyor bence.

Calligraphy Lesson’a adını veren hikâye Rus edebiyat dergisi Знамя’da (Znamya/Afiş) 1993’te basılmış ve o sırada 32 yaşında olan Şişkin’in yayımlanan ilk eseri olma özelliği taşıyor. Bugünden geriye bakıldığında, yazarın yazacaklarının habercisi, Şişkin’in şimdilerde artık olgunlaşmış olan üslûbunun tam bir nüvesi.

Yevgeni Aleksandroviç adlı bir adamın el yazısı sanatının inceliklerini (tabii Kiril alfabesinin harfleri üzerinden) öğrettiği bir dizi kadınla diyalogunu anlatıyor Şişkin. Dilin, kelimelerin, her bir harfin, her bir kıvrımın, çizginin, çengelin, noktanın, ve bir bütün olarak yazma ediminin fizikselliği hikâyenin altyapısını kuruyor. Bu estetik yapının üzerine oturan sözler ise suçun ve cezanın, aldatmanın, öldürmenin, intiharın, yalnızlığın dünyasına, insanın vahşi tabiatına vardırıyor okuru. Yevgeni Aleksandroviç karısı tarafından terk edilmiş bir zabıt kâtibi. Sorgu odalarında, mahkeme salonlarında tanık olup görevi gereği yazıya geçirdiği dehşetengiz olayları, yazma sanatını öğrettiği öğrencilerine anlatırken, bir yandan da onların hiç de günlük güneşlik olmayan hayatlarını dinliyor. Birbirine eklenen bu serüvenlerin ortaya koyduğu tablo, tabii ki Rusya’ya ama aynı zamanda bizim diyara ve belki de bütün diyarlara ait karanlık bir varoluş hâlini, hâlimizi resmediyor. Bu hâli görerek, bilerek, hissederek yaşayan ruhun kurtuluşu ise sadece kelimelerde, onların kâğıda geçirilmesinin duyguları, hâlleri ve zamanın kendisini sabitleyip sonsuz kılan gücündedir:

 

Sayfadan vazgeçtim, sadece tek bir kelime yazsan bile, onu başlıbaşına uyumun kendisi yap ki ondaki düzgünlük ve güzellik bu çılgın dünyayı, bütün bu mağara adamı zihniyetini dengelesin.

Birbirlerinden nefret edebilir ve öldürebilirler birbirlerini, kendilerine ihanet edebilir ve orada asabilirler kendilerini, ama bunların hepsi benim kalem ustalığımın  hammaddesi, güzelliğin besinidir. Ve hiç durmaksızın yazmak istediğin o şaşırtıcı anlarda, tuhaf, ifadesi imkânsız bir duyguya kapılırsın. Hakikaten, mutluluktur bu!

 

Burada söz edilen yazma eylemi, bir yandan, evet, kaligrafiyi, kelimeleri insan eliyle görsel bir sanata dönüştürmeyi ima ediyor. Fakat, bir yandan da, yaşananı, gözleneni kaydetme, anlatma, aktarma tutkusunu, bir zabıt kâtibinin her gün işittiği ‘’true crime’’ hikâyelerini kâğıt üzerinde kalıcılaştırırken yaşadığı sonsuzluğa dokunma hissini tarif ediyor Şişkin. Tekil hayatların içindeki vahşeti, saatlerle ve takvimle ölçülen geçici bir zamanın içinden çekip çıkararak varoluşa dair kalıcı bir anlatıya dönüştürme eylemini anlatıyor.

Üstelik, bize tam da böyle zamansız hikâyeler bırakmış yazarlara reverans yapıyor bu esnada. Metni dikkatle okuyorsanız ve Rus edebiyatına da biraz aşinaysanız, hikâyenin Rusça aslında ayrıca not düşülmesine gerek kalmayan, Batı dillerine olan çevirilerde ise eksik edilmemiş bir hatırlatmaya ihtiyacınız olmayabilir. Zira Yevgeni Aleksandroviç’in ders verdiği (veya belki sadece kafasının içinde kendi kendine söyleştiği) kadınlar hiç de yabancınız değil. Tatyana Dimitriyevna’yı Puşkin’in Yevgeni Onegin’inden, Nastasya Filipovna’yı Dostoyevski’nin Budala’sından, Anna Arkadievna’yı tabii ki Anna Karenina’dan, Laroçka’yı Doktor Jivago’dan hatırlıyorsunuz örneğin. Edebiyatın bu ölümsüz kadınlarının hikâyeleri hafızanızda ne kadar canlıysa, kaligrafi dersindeki diyaloglar da bir anda o kadar katmanlı bir hâl alabiliyor. Mahkeme salonundan aktarılan bir yüzleşmenin şiddeti, bir romandan hatırladığınız o çaresizlik ânı ve bunların kendi hayatınızdaki karşılıkları, kâğıt üzerindeki harflerin fiziksel varlığının çok ötesinde, zamanın ve mekânın algılayabildiğimiz sınırlarını aşan bir boyutta buluşup bütünleşiyor.

Kitapta, yazıldıkları tarih itibariyle Şişkin’in kariyerinin on yılına tekabül eden sekiz hikâye var. ‘’Kaligrafi Dersi’’ adlı hikâyenin kendi içinde edebiyatla hakikati, kurmacayla aktüaliteyi birleştiren özelliği, kitabın tümü için geçerli. Buradaki anlatılar Şişkin’in zihninin ürünü karakterlerle gerçek kişileri birleştiriyor. Yer yer felsefî bir denemeye, yer yer yazarın kendi hayatından kesitlere dönüşüyor metinler.

Kitaptaki en çarpıcı anlatılardan biri ‘’Arkadan Düğmeli Palto’’ başlığını taşıyan otobiyografik skeç. Burada Arbat Sokağı’ndaki bir okulun başarılı müdiresiyken Andropov döneminde bir an için devletten bağımsız davranınca işinden atılan, sırayla gururunu, yaşama sevincini, sağlığını ve nihayet hayatını yitiren bir kadını, kendi annesini anlatıyor Şişkin. Ölümünden sonra annesinin Stalin yıllarında tuttuğu bir hatıra defteri geçiyor eline, ‘’sıradan bir kızın günlüğü.’’

 

O kız bir hapishane ülkesine, karanlığın içine doğmuştu ama yine de adeta bir hediyeymiş gibi, kendini severek gerçek kılmanın, sevgisini başkalarına vermenin ve mutluluğunu dünyayla paylaşmanın fırsatı olarak bakıyordu hayata. (...)

Hayır, etrafında olanları anlayamayan sersem bir genç kızın naifliği ve aptallığı değildi bu; biz burayı nasıl bir cehenneme çevirirsek çevirelim bu dünyaya her zaman kızlar göndermiş, gönderen ve gönderecek olanın bilgeliğiydi.

Etraftaki dünya soğuk ve karanlıktı ama sevgiye olan ihtiyacıyla bir mum gibi yanarak her yere yayılan bu karanlığı aydınlatacak bir kız gönderilmişti bu dünyaya.

 

‘’Arkadan Düğmeli Palto’’ karanlığın içindeki ışığı, kederin ve sevincin ebedî beraberliğini, kendi ölümlülüğümüzün farkına o en çok vardığımız ve hayattan mutluluk damıtmanın inadına mümkün göründüğü o yoğun yüzleşme anlarını anlatan bir metin. Tam da böyle anları tutabilmek için yazıyor Şişkin. ‘’Maddedeki delikler’’ diye tarif ediyor bu anları. ‘’İntikal noktaları...’’ diyor, ‘’besteci böyle anlarda bulur melodisini, şair böyle anlarda bulur mısralarını, âşık aşkını, peygamber Tanrısını böyle anlarda bulur.’’

Alabildiğine politik, alabildiğine dünyevî, alabildiğine aktüaliteyle meşgul ve gerçek olayları, kendi hayatını kurmacanın içinde eriterek yazan bir edebiyatçının, klasik, ölümsüz, handiyse uhrevî metinler peşinde olduğunu seziyorsunuz. ‘’Arkadan Düğmeli Palto’’yu İngilizceye çeviren Leo Shtutin, yazarla yaptığı bir e-posta söyleşisinde ısrarla onun ‘’politikliğine’’ getirince sözü şu yanıtı almış:

 

Güncel politika benim romanlarıma asla konu olmayacak. Dünkü gazete bir ölüm metaforudur. Sanat ise Nuh’un gemisidir – sadece en önemli şeyleri alabilirsin tekneye.

Aslında çok basit. Diyelim ki Mona Lisa’ya bakıyorsun. Ve o da sana bakıyor. Ve bakışlarınız artık zamanın var olmadığı bir uzamda kesişiyor. Ya da, bir insanın zihninde bundan üç yüz yıl önce doğmuş bir müziği dinliyorsun, bir anda müziğin ölümün olmadığı bir yerden yükseldiğinin ve o an süresince seni de biraz olsun ölümsüz kıldığının farkına varırsın. Sadece sanat, bizim ‘’gerçek olmayan’’ ölümlü zamanımızı, geçicilik kavramının, dolayısıyla da ölümün olmadığı ‘’gerçek’’ emsâliyle kesiştiren anları yaratabilir. Bunun için müzik dinleriz, resimlere bakarız, kitap okuruz. Böyle anların peşindeyiz biz.

 

‘’Arkadan Düğmeli Palto’’ hem ölümün olmadığı ‘’gerçek’’ bir zamanın peşinden gitmesiyle Взятие Измаила (Taking Izmail/İsmail’i Almak)hem de Şişkin’in iki önemli romanının çıkış hikâyesini içermesi bakımından, yazarın eserine açılan bir pencere. Bunlardan biri, yazarın 1999’da yayımlanan ikinci romanı Взятие Измаила (Taking Izmail/İsmail’in Fethi).

‘’İsmail’in Fethi,’’ adını 1787-1792 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında Rus birliklerinin Odessa yakınlarında, Tuna Nehri kıyısındaki İsmail Kalesi’ni ele geçirmesinden alıyor. Fakat bu  o dönemi anlatan bir roman değil. Şişkin’in daha sonraki romanlarını da haber veren bir şekilde farklı zamanların birbirinin içine geçtiği bir anlatı, parça parça, mektuplar, günlükler, mahkeme tutanakları, masallar, tanık ifadeleri, kriminoloji kitaplarından alıntılarla senfonik bir yapıda ilerliyor. İsmail Kalesi’ni kuşatan Rus komutan Aleksandr Vasilyeviç Suvorov, romanın anti-kahramanı olan avukata adını vermiş. Hayalindeki sirkte kartondan bir kaleyi eğittiği farelerle kuşatmayı düşleyen bir çocuk ve romanın bitimindeki otobiyografik ‘’Sonuç’’ bölümünde aktarılan bir söz başlıktaki ‘’İsmail’’ referansını bütünlüyor. ‘’Bu hayat, Mişka,’’ diyor Şişkin’e bir gün babası, ‘’bir kale gibi zaptedilmelidir.’’

Peki, bu roman ne hakkında? Şişkin’in yıllar sonra Mektupların Romanı’nda da ilan edeceği üzere, bugüne kadar yazılmış her roman gibi bu roman da ölüm hakkında; insanın öleceğini bile bile yaşamasını sağlayan o sihirli inat hakkında, bütün bunların sonuna her an biraz daha yaklaşmayı hepimiz için katlanılabilir kılarken bir yandan da hayatı sürekli ıskalamamızı kolaylaştıran o büyük kandırmaca, o hiçbir şeyin hiçbir zaman bitmeyeceği hissi hakkında ve, evet, yine yazının beşinci boyuta ulaşan gücü, sonu son olmaktan çıkarabilen kalıcılığı hakkında.

 

Birbirine yakın olan insanların hayatlarının o yegâne en önemli konuşmasını yapabilmelerinin ne kadar elzem olduğunu ancak annem öldükten sonra şiddetle hissettim. Genellikle o konuşma hep ertelenir – kahvaltı yaparken ya da metroda bir yerdeyken en önemli şeyler hakkında kouşmaya başlamak kolay değildir. Annemden beni bağışlamasını dilemeye ihtiyacım vardı ama bütün o yıllar boyunca bunu hiç yapamadım. İsmail’in Fethi'ni yazmaya başladığımda, bunun tarih hakkında, ülke hakkında, kader hakkında, kelime hakkında bir roman olacağını düşünmüştüm, fakat sonunda o konuşmanın kendisi oldu bu roman.

Böyle bir konuşmanın hayat devam ederken yapılmasının her halükârda imkansız olması kuvvetle mümkün. Bir şekilde dışa vurulması hayatî ama bunun sondan önce ya da sonra olmasının ne önemi var? Önemli olan şey annemin beni işitmiş ve affetmiş olması.

 

‘’İsmail’in Fethi’’ yazarın post-modernist olarak anılmasını haklı kılan bütün teknik özellikleri taşıyor. Kaotik bir pastiş, metinler arası geçişler, kırıla kırıla devam eden, bazısı yarı yolda tamamen terkedilen birden çok olay örgüsü, sonunda yazarı da karakterlerinden biri hâline dönüştüren bir üstkurmaca. Kolay bir kitap değil, ancak kalemle kâğıtla, bir kenara küçük notlar ve bol bol soru düşerek okunabilen, merkezinde Rusya ve Rus tarihi olsa da yerkürenin her yanına uzanan ansiklopedik bir roman. Bununla birlikte yazarın, geleneksel bir hikâye anlatıcısı rolünü üstlendiği pek çok bölüm var. Şişkin, insanın duyularını her an tetikte tutan tasvirleri, lirik pasajları ihmal etmiyor. Okuru zor bir kitabın içinde tutan biraz da bu dokunuşlar sanırım. Senfonik doku onca kaosa rağmen hiç bozulmuyor. Yazar, politik gözlem içeren sloganvari bir cümleyi bile öyle imgelerin içinden geçerek ulaştırıyor ki size, o cümleyi büyük bütünden ayrı düşünemiyorsunuz. ‘’Her şey bir amaca hizmet eder,’’ diyor örneğin, ‘’su bitkilerinin güneşe ihtiyacı vardır, kertenkelelerin pençelerine ihtiyacı vardır, herkesin bir şey içmeye ihtiyacı vardır, leyleğin kanatlarına ihtiyacı vardır ve Rusya’nın da hapishanelere.’’ Ölümün, hastalığın, cinayetin, intiharın, ihanetin, zorbalığın, insanın içindeki karanlığın her türlü tezahürünün tarihini okurken hayata daha çok bağlandığınızı hissediyorsunuz.

Şişkin’in 2005’te yayımlanan bir sonraki romanı Венерин Волос (Maidenhair/Venüssaçı) Maidenhairda benzer bir yapı taşıyor, yine birbirinden farklı bir metinler ağıyla karşı karşıya bırakıyor okuru, yine iç içe ya da birbirine teğet geçen hikâyelerle işlenen, yine zaman ve mekânla sınırlanmayı reddeden bir büyük ana tema söz konusu.

Yüzeyde de yine politik bir durum, güncel bir mesele var; gayet zekice kurulmuş bir çerçeve, yazarın yaşamayı seçtiği ülke olan İsviçre ile memleketi Rusya’yı aynı anda içine alıyor. Yeni bir hayata başlayabilmek için sorgudan geçmek ve anlattıkları hikâyelere karşılarındakini inandırmak zorunda olan insanları dinliyoruz. Elinizde karşınızdaki insanın kurguladığı anlatıdan başka hiçbir veri, hiçbir kaynak yoksa neyin doğru, neyin yalan olduğunu nasıl anlayabilirsiniz? ‘’İsviçre’ye iltica etmek istemenizin nedenlerini kısaca anlatınız’’ diye başlayan bir sorgu geride bırakılan o eski hayatın gerçeklerini nereye kadar deşebilir?

İsviçreli iltica memuru Peter Fischer’in yönettiği bu soru-cevap seansları ve bu seanların yansıttığı kırık hayat hikâyeleri kitapta önemli bir yer tutuyor. Romanın baş karakteri Fischer’in emrindeki, Rusça konuşan mültecilere çevirmenlik yapan ve her fırsatta ‘’Ebedî Şehir’’ Roma’ya tatile giden bir Rus tercüman. Tercüme ettiği mülteci beyanları, tercümanın özel hayatında olup bitenlerle, oğluna yazdığı mektuplarla, biyografisini yazmaya çalıştığı yüz yıl önce yaşamış Rus şarkıcı Isabella Yurieva’nın günlükleriyle çok parçalı bir bütün oluşturuyor.

Ve Şişkin, benim ‘’İsmail’in Fethi’’nden daha çok sevdiğim bu romanında da, yine belki her şeyden ziyade o bütünlük duygusunu veriyor okuruna. Çok farklı yerlerde çok farklı hayatların içinden geçerken de aynı bütünün parçasıyız. Isabella, Birinci Dünya Savaşı’nın milyonları kanattığı günlerde şöyle yazıyor günlüğüne:

 

Savaş sürüyor, ve ben şarkı söylüyorum... Etrafı nefret ve ölüm sarmışken şarkı söylemenin hiç de daha az önemli olmadığından eminim. Hattâ belki daha çok önemlidir.

İnandığım şey şu: Eğer dünyanın bir yerinde son nefeslerini versinler diye tüfek kabzasıyla vuruluyorsa yaralılara, bu dünyanın başka bir yerinde de insanların şarkı söylemesi ve hayattan zevk alması gerektiği anlamına geliyor! Ne kadar çok ölüm olursa etrafta, onu hayatla, aşkla, güzellikle dengelemek de o kadar önemli!

 

Sadece aynı anda ayrı yerlerde apayrı hayatların yaşandığı gerçeği değil Şişkin’in bize hatırlattığı. İnsan hatıraların ve hayallerin hakikatini içinde bulunduğu andan daha kuvvetli hissedebiliyorsa eğer, şimdiki zamanın hükmü nedir? Hakikati sabitleyen kelimelerin kâğıda geçtiği o ilk an ile daha sonra binlerce göze değeceği binlerce başka an, illâki farklı zamanların parçası mıdır? Siz Şişkin’le birlikte bu soruları sorarken, metnin içinde yine Möbius şeridi gibi dönüp kendi üzerine katlanıyor zaman.

 

Her şey her zaman aynı anda oluyor. İşte sen şimdi bu satırı yazıyorsun, tam da ben bu satırı okurken. Cümlenin sonuna nokta koyuyorsun işte, tam da ben o noktaya eriştiğimde. Akreple yelkovanın işi değil bu! Onları ileri geri almak mümkün. Bu zaman dilimlerinin işi. Kadrandaki çizgilerin işi.

 

Romanın adı Türkçede ‘’Venüssaçı’’ ya da ‘’Baldırıkara’’ denen bir ottan geliyor. Tercümanın memleketi Rusya’da sadece saksıda gördüğü, ancak büyük özen ve ihtimamla yetiştirebilen nazlı mı nazlı bir ev bitkisi olan Venüssaçı, her fırsatta sığındığı cenneti, ‘’ebedî şehri’’ Roma’da, kendiliğinden, tabiatın içinde, taşların arasında yabanî olarak yetişiyor:

 

Forumdaki bütün harabelerdeyim ben, otların örttüğü bütün tuğlaların içindeyim. Ve beni göremediğin her yerde polenlerim var. Olmadığım her yerde vardım ve varım. Senin olduğun yerdeyim.

 

Şişkin’in Türkçeye çevrilen ilk – ve şu âna kadar tek – kitabı Mektupların Romanı’nda da yine bu her yerdelik, bu bütünlük duygusu, yine savaş, yine ölüm, yine zamana ve mekâna meydan okuyan kelimeler var.

Ben, kendi hesabıma, kanun hükmündeki kötülük günlerinde tam da mektupların hayatını yaşamaya başlamışken okudum Mektupların Romanı’nı. Üzerinden epeyce bir süre ve birçok kitap geçti ama zaman aslında aynı zaman. Zamanın ve mekânın sınırlarını eritmenin mümkün gibi göründüğü, insana hayatın gerçek kaynağını yeniden keşfettiren günler bunlar. Başkası için kurduğun cümlelerin gücü, uzakta bir yerde senin için kurulan cümlelerin gücü, muhatabına hemen – ve belki hiçbir zaman – ulaşmayacağını bilirken de cümleleri inatla kurmanın gücü benzersizmiş, yaşayarak öğreniyorsun. Kelimelere döktüğün hâliyle hayatın hayatın kendisinden hep biraz eksik ve hep biraz fazla olduğunu biliyorsun elbette, birine hitaben yazarken bazen kendi sahteliğin bazen de sahiciliğin ürkütüyor seni, kelimeler her şeyden ziyade bu huzursuzluğa ait gibi görünüyor ve sen buna rağmen onları birbiri ardına diziyorsun. Tek çarenin mektup olduğu bir ilişkiye mecbur olmak, yazma eyleminin gücüne yeniden inandırıyor insanı.

Şişkin de işte kurgudan, olay örgüsünden ziyade bu güçten, bu inattan beslenen bir roman yazmış. Kifayetsizliğini teslim ettiği kelimelerin bazen yegâne kurtuluşumuz olduğuna, hem belki de yılları ve yolları aştığına, aşacağına inanan, okuru da buna inandırmayı deneyen mektuplar.

Başlangıçta, savaşın ayrı düşürdüğü iki sevgilinin mektuplaşmasını okuduğunuzu sanıyorsunuz. Erkek (Volodya, Vovka, Volodenka) ölümün, salgınların, dehşetin ortayerinden, Çin’in kuzeyinde devam eden bir savaşın korkunç cephelerinden yazıyor: ‘’İyi ki şu an nerede olduğumu ve etrafımın nelerle çevrildiğini görmüyorsun. Bunu uzun uzadıya anlatmanın da gereği yok aslında, belki de yokmuş gibi davranmalı.’’ Sevgili Saşa’sı, Saşenka’sı ise sılada, bir Sovyet şehrinde, günlük hayatın içinde bekliyor onu: ‘’Onsuz yaşayamam ben, o lazım bana. Neden yok ki?’’

Bir Saşa’nın bir Volodya’nın mektubunu okuyorsunuz. ‘’Aslına bakarsan ben mektubundan mektubuna yaşıyorum’’ diyor Volodya. Her ikisi de yaşadığını hissetmek için birbirlerinin bilincinde var olmaya muhtaç:

 

Herhalde, gerçek olmak için canlı olup olmadığının bile farkına varamadığın, güvenemeyeceğin, uykudaymış hissi veren kendi bilincinde değil, başkasının bilincinde yaşamalısın. Öyle basit bir insanın da değil, senin değerinin farkında olan bir insanın. İşte ben mesela, Saşenka, senin var olduğunu biliyorum. Sen de benim var olduğumu. Bu da beni, tersimle düzümle gerçek yapıyor.

Benim yanımda olmadığın süre uzadıkça, daha da benden ayrılmayan bir parçama dönüşüyorsun. Bazen senin nerede bittiğin, benim nerede başladığım iyice anlaşılmaz oluyor.

Şimdi başıma ne gelirse gelsin beni bekleyeceğini bildiğimden daha rahat ve mutlu hissediyorum kendimi.

 

Çoğunlukla lirik, her zaman iktisatlı olmayan, hattâ her zaman taze olmayan bir dille, bu iki insanın birbirine mektuplarında kullanması muhtemel klişeleri kullanmaktan çekinmeksizin yazıyor Şişkin. Kitap ilerleyip mektuplar çoğaldıkça, cephedeki hayatla şehirdeki hayat birbirinden giderek uzaklaşıyor, sevgililerin birbirlerinin mektuplarını okuyamadan yazdıkları belirginleşiyor; yine de Saşenka ‘’Biliyorum, kavuşacağız’’ derken, Volodya ‘’Sen bensin ben de sen. Ne ayırabilir ki bizi’’ diye cevaplarken, bu iki insanın aşkına kuvvetle inanmak düşüyor okura.

Ta ki siz bu mektuplaşmada birşeylerin tümden yanlış gittiğini, cephedeki o savaşla şehirdeki o hayatın aynı zaman diliminde var olamayacağını fark edinceye kadar. O zaman anlıyorsunuz ki, sadece zor bir ayrılığın değil, imkânsız bir ayrılığın mektuplarını biraraya getiriyor kitap. Volodya, 1899-1900 yıllarındaki Boxer Ayaklanması’nın vahşetini yaşıyor, yazıyor, Saşenka ise bir asır sonrasından cevaplıyor onu. Birbirlerine yazmıyorlar velhâsıl.

Ya da belki yazıyorlardır; nereden biliyoruz?

Nitekim mektuplarının artık birbirine değmediğinin bariz olduğu bir anda, ‘’Çünkü biz de öleceğiz’’ diyor Saşenka, ‘’Hattâ mektuplar açısından bakarsak öldük bile. Başkasının mektubu diye bir şey olamaz.’’ Zaten ikisi de biliyor: ‘’Tek ve gerçek ölümsüzlük, senden kalan kelimelerdir.’’ Ve sadece, ‘’hiçbir zaman yazılmayan mektuplar ulaşmaz yerine.’’ Yazdığın sürece zamanın ve mekânın sınırlarını eritebilir, ‘’tersinle düzünle gerçek olduğunu’’ hissedebilirsin.

Belki de, Vovka’nın bir mektubunda Hamlet’ten esinle hatırlattığı gibi, ‘’yerinden çıkmış zamanı’’ yeniden yerli yerine oturtacak olan da ayrı düşen sevgililerin er geç kavuşacak olmalarıdır, kim bilir? Çünkü nihayetinde sonsuzluk bekler herkesi, uhrevî zamanda herkes kavuşur birbirine. Şişkin’in kitabın sonunda tarif ettiği o yerde, ‘’bedenler de birbirine dokunabilir, ruhlar da birbirine kenetlenebilir. İnsanlar da her zaman ne iseler, o olarak kalırlar, ısı ve ışık.’’ Edebiyatın ‘’gerçek’’ zamanı da orasıdır zaten, ölümün olmadığı bir sonsuzluk diyarı.