"Geçmiş biziz"

Ayfer Tunç: Biz geçmişimizle ve bugünümüzle bütünüz. Varlığımızı oluşturan her şey geçmişimizde yattığına göre birlikte yaşıyoruz

19 Mart 2018 13:30

Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura, Ayfer Tunç’un yeni romanı. Tunç, Umut ve Sanem’in hikâyesini anlatırken iki farklı ailenin bütün hikâyesini de okuruna sunuyor. Sonu kaybedişle bitecek bir hikâyenin bütün ayrıntıları hem Umut hem Sanem tarafından anlatılıyor. Hastalığın bir insanın hayatını ele geçirmesini anlatan ve son dakikada gelen bir aşk ile hayat nasıl anlam kazanır sorusuna yanıt arayan Ayfer Tunç ile aile ve geçmiş üzerine konuştuk.

Aile çocukların yetişmesi için iyi bir ortam mı gerçekten? Hem tarihsel hem de ahlakî olarak bu kadar yüklenilmiş bu kurum, çocuk yetiştirmek ve geleceği inşa etmek konusunda hâlâ ehil mi? 

Bence mesele ortamdan çok, ortamın yapı taşının ne olduğu. Nedir aileyi bir arada tutmasını beklediğimiz şey? İnsanlığın toplumsal gelişim sürecinde aile bir zorunluluk olarak karşımıza çıkıyor. Bu örgütlenme başlangıçta insanlar için sevgi dolu bir ortam hazırlamak için oluşturulmamış, ailenin başlangıç temeli daha ekonomik. İnsanlık bilincinin de gelişmesiyle aşk, sevgi, bağlılık, güven gibi kavramları yüklenmiş. Bugün ailenin içermesi gereken bu unsurların nerede, ne zaman, nasıl deforme olduğuna bakmamız gerektiği kanısındayım. Bizi insanlaştıran bütün değerler giderek artan bir hızla bozunuma uğruyor, aile ve içerdiği her şey de kaçınılmaz olarak bu selde savruluyor.

Ailenin bir de biyopolitik tarafı var. Bedenlerimizi yönetip yönlendiriyor. Vergi alan devletin küçük bir formu aslında. Aileye direnmek mümkün mü? 

Bu, aileye direnmekten ne anladığımıza ve nasıl bir aileden söz ettiğimize bağlı. Tek bir çeşit aile yok. Tolstoy’un dediği gibi “mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” Ailenin kurum olarak yıprandığını söyleyebiliriz, ama “aile eşittir mutsuzluk” diye kestirip atmak bana doğru gelmiyor. Ailemizin bedenlerimizi yönetip yönlendirdiği hangi tür ailede ve hangi ilişkiler için geçerli, bu ayrıca tartışmaya değer bir mesele. Toplumsallığın baskısı altında ezilen ailelerde bireylerin bedenleri de baskının ağırlığına paralel olarak kısmen aileye, dolayısıyla topluma ait oluyor. Kişilerin bireyleşmesi gibi, aileler de özerkleştikçe bu aidiyet bireyin kendisine geçiyor bence.

Aileyi inkâr etmek direnmenin ilk yöntemi gibi geliyor sanki. Fakat bu doğru değil, inkâr edilse de aile orada. Umut’un hikâyesinde, olanca günahlarına karşın, çocuğuna sahip çıkmaya çalışan bir baba var. Umut’un onca çaresizlik içinde aileyi inkâr etmesi mümkün mü? 

Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura, Ayfer Tunç, Can Yayınlarıİnkârın doğru sözcük olduğundan emin değilim. İnkâr var olanı yok saymaktır, yüzleşmenin karşıtıdır ve sorunu büyütmekten başka işe yaramaz. Aileye sadece çürümüş tarafından da bakamayız. Aile aynı zamanda bir ihtiyaçtır, çok sorun içeriyor olabilir, ama bağlılık, koşulsuz sevgi, aidiyet, duygusal destek ve güvenlik hissi gibi unsurlar da aile için söz konusudur. Sanırım evlilik kurumu ile aileyi birbirinden bir parça ayırmak gerek. Aile dediğimizde boşanmış veya hiç evlenmemiş de olsalar anne babanın, hatta onların anne babalarının veya kardeşlerinin de varlığının devam ettiği, daha geniş bir yapıdan söz ediyoruz. Anne babayla ilişki sorunlu olduğu kadar insanın doğası gereği vazgeçilmezdir de. Bu nedenle aile konusunda bitmeyen bir yargılamaya içindeyiz. Öte yandan yalnızlaşma, duygusal ya da maddî destek, kendini güvende hissetme ihtiyacı da çağımızda insanın baş etmeye çalıştığı derin sorunlardan ve bu sorunla karşılaşan bireylerin yüzlerini ilk döndükleri, el uzatmasını bekledikleri yer aile. Bütün anne babalar veya kardeşler yardım isteyen aile bireylerinin elini geri çevirmiyor. Aile yaralı ama canlı yapı. Çocuklarının hayatını mahveden aile hikâyeleri kadar, çocuklarının hayatı mahvolmasın diye kendi hayatlarından vazgeçen aile hikâyeleri de var, hatta belki daha fazla. Umut açısından bakarsak, burada tam da sözünü ettiğim durum söz konusu. Ailesinin dışındaki hayatında çeşitli günahlar olan baba, yüzünü kendi ailesine döndüğünde sevgi dolu, hatta acı çeken bir babaya dönüşüyor. Babası da abisi de değiştiremeyeceklerini bildikleri hâlde Umut’un kaderini değiştirmek için yol arıyorlar.

Sophie, ailenin tarihi mi acaba? Niye adı Sophie? Bırakmayan, yapışan, ailenin günahlarından soyunduğunda kurtulabileceği, eski ve kuşaktan kuşağa aktarılan günahlar mı Sophie? Eğer öyleyse, Umut’u öldürmenin, artık çoğaltmamanın, üremesini engellemenin ötesinde bir yolu yok mu Sophie’den kurtulmanın? 

Sophie’yi sözünü ettiğiniz türden bir yorumu düşünerek kullanmadım. Sophie benim romanda kaderi işlemek için kullandığım, göndermeli bir adlandırma. William Styron’ın Sophie’nin Seçimi adlı, Alan Pakula tarafından filme de alınan romanından geliyor. Filmi daha çok bilinen bu romanda bir Nazi subayı, Sophie adlı anneden iki çocuğundan birini seçip vermesini ister. Sophie seçerse, seçtiği çocuğunun ölmesine göz yumacaktır ve bunu yapmak zorunda kalır. Bir annenin karşılaşabileceği en korkunç seçimdir bu. Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura’da Nazi subayının yaptığı bu işi kader yapıyor. Annenin iki çocuğundan birini annenin bozuk geni aracılığıyla seçiyor.

Umut’un bir de abisi var. Bütün bu manzarada onu nereye yerleştirmemiz gerekiyor? Ortaya çıkan ablayla birlikte abi ve abla bütün bu hikâyeyi taşımak zorundalar ama hikâyenin merkezinde de değiller. Hangi durumda onlara sıra gelir? 

Umut’un abisi, ailenin bağlılık, güven, koşulsuz sevgi dediğimiz, bütün ailelerde var olması gereken ama çok azında yeterince, bazılarında kısmen olan, bazılarında da zedelenmiş olsa da varlığının arayışının sürdüğü tarafına karşılık geliyor. İki kardeşin varlığından çok geç haberdar oldukları ablaları aşkın bir bedeli var mıdır sorusunu sorduruyor bize, aşk insanın kendi çocuğunun acı çekmesini göze almaya değecek kadar kıymetli midir? Bu roman Umut’un hikâyesi olduğu için ablayla abiye sıra ancak başka bir romanda gelir sanırım.

Gelelim Sanem’e... Sanem’in ailesi daha çıplak. Şefkatle, sevgiyle vs. örtmüyorlar bencilliklerini. Bu durum Sanem’i ne kadar farklılaştırıyor Umut’tan? 

Bunu sadece bencillik diye nitelemek eksik olur. Aile, kötülüğünü veya bencilliğini tek başına üretmez. Toplumsal etkiler, baskılar, hayat içinde karşılaşılan çaresizlikler aile bireyleri arasındaki bağları çözebilir veya aileyi tümüyle bozunuma uğratabilir ya da böyle bozuk bir aile yapısı bir sonraki kuşakta devralınmış olabilir. Sanem’in ailesinin derin mutsuzluğunun köklerine baktığımızda, toplumsal baskının yanı sıra hastalıklar gibi, ekonomik sıkıntılar gibi çeşitli sorunların altında ezilen ve bunu aile içinde birini kurban seçerek gidermeye veya hafifletmeye çalışan bir yapı görüyoruz. Sanem’in babası hayatta ezilen bir küçük insan, annesinin önceliği hayatın tekerleğini döndürmek. Yedek organ olarak doğurulduğu, tatminsiz bir hayattan gelen anneannesi tarafından daha çocukken kafasına kakılan Sanem, ailesiyle bağlılık ve sevgi ilişkisi kuramadığı için daha altı yaşındayken Deniz’e âşık olarak, kendine olmayan bir bağ inşa ediyor. Bu türden hayalet bağlar aslında hepimizin az çok kullandığı, hayata devam etme araçlarımız. Bu hayalet bağ veya duygusal eksiklik Sanem’in aidiyet duygusunu dumura uğratıyor, bu nedenle bir evi yok, kendine yuva olarak bodrum katta bir odayı seçiyor.

Bir de klişe gibi olacak ama aşk ve sevgi arasındaki fark ne? Bu hikâyede sanki karşıt gibiler birbirlerine? Sevginin dolduramadığı yeri dolduruyor aşk sanki. Doğru mu bu? 

Karşıt olduklarını söyleyemeyiz. Sevginin dolduramadığı yeri aşk doldurmuyor bence, aşkın boşalttığı yeri sevgi dolduruyor. Aslına bakarsak, çok yüce anlamlar yüklemek için çırpındığımız aşk bedenin kimyasal olarak tepki verdiği bir durumdur, aşkla karşılaşan beden birtakım hormonlar salgılar. Başlangıçta çok yoğun bir haz duygusudur, edebiyat özellikle bu ilk karşılaşmanın büyüsü üzerinde yükselir. Ama zamanla âşık olunan kişiyle karşılaşma ânında yaşanan belirtiler hafifler, bu haz ânını sürdürmek için ne kadar çabalasanız da sonsuza kadar sürmez. Aşk doğası gereği geçicidir, yine doğası gereği sevgiye evrilme eğilimdedir, bazıları bunu başarır ve iki kişi arasında bir sevgi ilişkisi kurulur, bazıları başaramaz. Aşkın sevgiye dönüşmediği yerde de ilişki biter genellikle.

Sanem âşık olduğu adamın öleceğini öğreniyor ve Umut sıradan bir ölümle ölmüyor. İntihar ediyor, sesini, kelimelerini kaybettikten sonra. Niye bu kadar yükleniyor bu öykü Sanem’e? 

Bu da Sanem’in kaderi çünkü, Umut’unkinden daha hafif bir kader değil. Belki de hafif, tartışılır. Sanem’in geçiciliği, göçerliği, yeryüzünde bir yurt edinmeyişi, edinmek istemeyişi, bağlanmaktan kaçması bu yükle karşılaşmasına neden oluyor. Aslında bağlanma sorunu olan Sanem için en doğru seçim, öleceğini bilen bir insana âşık olmak, terk edilmeye fırsat kalmadan ölecek. Böylece bağlılık zedelenmeyecek. Sanem Umut’un öleceğini biliyor, bile bile sürdürüyor ilişkiyi. O zaman bu sonu yaşamak da kaderi.

Aşk ve delilik meselesine gelince... Aşk, iyimserlik veren bir şey olduğu için mi delilik? 

İyimserlik vermekten çok, yaşattığı coşku nedeniyle sınırları aşma, bentleri yıkma, mümkün olmayanı bile göze alma hâli olduğu için delilik. Ferhat’ın Şirin için dağları delmesi evrensel bir örnek. Efsaneleşen aşk hikâyelerinin özünde bu vardır, imkânsıza cesaret etmek, bu da bir başka açıdan baktığımızda deliliktir.

Müzikler, filmler, diziler, kitaplar o iyimserliği heba etmemenin yolları olarak mı var? Kaybolunan türden deliliğe direnmek böyle mi mümkün ancak? 

Bu açıdan düşünmedim. İnsanız, duygusal dünyamızı besleyen her türden unsura ihtiyaç duyuyoruz. Yaşadığımız veya yaşamadığımız acılar, durumlar, duygular, hikâyeler aracılığıyla bize insan olduğumuzu, insanlık durumları karşısında aslında tümüyle yalnız olmadığımızı, birilerinin bizimkilere benzeyen acılar, yoksunluklar içinde olduğunu hissettiriyor. Kimi zaman teselli buluyoruz bu hikâyelerle. Ruh hâlimize tercüman olacak şarkılar bir yandan melankolimizi arttırırken, bir yandan da varlığımıza iyi geliyor. Ama bunun bir de popüler ürünler açısından bir tüketim boyutu var, bu bambaşka bir konu ve orada tartışılacak başka şeyler var.

Umut ve Sanem geçmişten bahsediyorlar sürekli. Kitaplar, müzikler, filmler bile bir şekilde geçmişle bağlarını kuruyor. Geçmişe dair meseleler bugünü nasıl etkiliyor?

Geçmiş seçtiğimiz veya seçmediğimiz bir şey değil. Geçmiş biziz, kendimiziz, biz geçmişimizle ve bugünümüzle bütünüz. Varlığımızı oluşturan her şey geçmişimizde yattığına göre birlikte yaşıyoruz. Kişinin geçmişi travmatik olaylarla dolu olabilir, kişi ağır hasar almış olabilir. Bu durumda karşısında iki yol vardır. Ya travmalarıyla yüzleşir, birey olarak, bireyleşerek kendini tedavi eder ve ileriye bakar ya da bu travmaları sürekli kendi gündeminde tutarak geçmişe saplanır, bugünü yaşamaktan kaçınır. Sanat yapıtları bu duruma kişinin geçmişe ilişkin seçtiği yola bağlı olarak etki eder.

Sevgisizliğin, korkunun, kötücüllüğün hayatı ele geçirmek üzere atağa geçtiği zamanlarda sanatın, edebiyatın, müziğin değeri daha da artıyor olabilir mi? 

Buna evet diye cevap verebilmeyi çok isterdim. Ama aksine, edebiyatın, sanatın değeri artsaydı kötücüllük bu kadar artmazdı. İnsanın, dünyanın yeni ekonomi-politiğinin etkisiyle büyük bir sığlaşma yaşadığını düşünüyorum. Pazar ekonomisi duygularımızı, düşüncelerimizi, hatta geçmişimizi bile yönetebilmek için her gün yeni araçlar buluyor. Ama kötücüllüğe karşı hassasiyeti yüksek ama az bir kısım insan için değerinin arttığını söyleyebiliriz.

Ölüm olmasa yaşam bu kadar değerli olur muydu? Ölümü hatırlatarak yaşamın ne kadar değerli olduğuna mı dikkat çekmek istiyorsunuz? 

Ölüm olmasa yaşam bu kadar değerli olur muydu, bilmiyorum, yaşam verili bir şey, ölüm de bildiğimiz en kesin bilgi. Ölüm olmasaydı yaşamak da olmazdı sanırım. Dolayısıyla yaşamın değerliliğini ölüme bağlı olarak sorguladığımı söyleyemem. Ölümü hatırlatarak yaşamın değerine dikkat çekmek gibi bir amacım da olmadı, çünkü kutsal kitaplardan başlayarak insanlık tarihi boyunca buna dikkat çekilmiş zaten. Öte yandan, yaşamın değeri de benim için cevabı çok belirsiz bir soru.

Romanlarınızda bu kadar acı, hüzün, keder olması edilgen bir topluma tanıklık ettiğiniz için mi? Çünkü edilgen toplumlar bu kadar kaderci olurlar ve kaderci toplumlar da kederli. Sanat, müzik, edebiyat bu kaderciliğin hüznünü bertaraf etmeye yetmiyor sanki. Başka ne lazım? 

Kaderci toplumların kederli oluşu, tek başına güçlü bir argüman olarak görünmüyor bana. Bir toplumu kaderciliğe iten ve kederi doğuran unsurları tartışmadan bu yargıya varabilir miyiz, emin değilim. Bugünkü Türkiye’ye bakalım. Televizyon yayınlarına bakarsak eğlenmekten ölüyor gibi bir hâlimiz var, hiçbir kötülük umurumuzda değil, her şey güllük gülistanlık sanki. Yaşadığımız sorunlar, değerler sistemindeki aşınma, toplumsal ve politik baskılar nedeniyle öfkeli, hırçın ve umutsuz olduğumuz kesin, ama bu aynı zamanda kederli oluşumuza işaret midir, bilmiyorum. Bence biz hüzünlü bir toplum değiliz, öfkeli, saldırgan, bireyleşmemiş, giderek bencilleşen ve kötülüğün hızla sıradanlaştığı bir toplumuz. Hüzün, keder, melal, melankoli gibi kavramlar bu atmosfer için fazlasıyla naif görünüyor bana.

 

Fotoğraflar: Muhsin Akgün