Aslında bu, sonsuzluğun rengidir

Uzaktaki herhangi bir şeyi ilk kez görmek zordur. Ama bir defa fark ettiyseniz artık, onu tekrar bulmakta zorlanmazsınız. Tepemizdeki mavi de öyleydi işte...

03 Ağustos 2017 14:21

Yeniden gösterdim. “Bak şurada ve gitmek üzere. Şimdi görüyor olmalısın.” Kafasını kaldırdı. Gökyüzüne ilk kez bu kadar dikkatli baktı. Çok küçük bir noktanın içinde yaşadığını unutup sonsuzluğu hissetti o an. Anladım bunu. Yavaş yavaş kafasını salladı. “Evet” dedi. “Görüyorum.” Oradaydı. Yorgun bir günün batışındaki ince maviyi bulmuştu işte. Pink Floyd şarkısındaki gibi mavi henüz karanlığa yenilmek üzere değildi. İçinden aşağıya bombalar bırakan uçaklar geçmiyordu. Yaşamaktaydı.

“Çaresizlik için çok geç. Çünkü artık buradayız. Bu hayattayız, bu mavi gökyüzünün altındayız ve yaşadığımız sürece mücadele etmek zorundayız.” der Roger Waters. Erken dönem röportajlarından birinde sarf ettiği bu söz yirmilerinden yetmişli yaşlarına kadar onun yazdığı şarkılardaki tutkuyu açıklamaya yetiyor. Üyesi olduğu Pink Floyd’un külliyatı için de bu geçerli. Sadece Waters değil elbette. O külliyatın içinde Syd Barrett, David Gilmour, Richard Wright ve Nick Mason da var. Barrett’in ilk yıllarda ekipten ayrılması, zaman içinde Gilmour ve Waters arasındaki liderlik savaşına harcanan gereksiz enerji ve kaçınılmaz son. Popülerleşen her şeyde olduğu gibi inanmadığı üretimler yaptı Pink Floyd. Markete yeni ürün sağlamak zorunluluğu hissettiler ve grup içi anlaşmazlıklarla birlikte parçalandılar. Ama bu onların Pink Floyd olarak tarihe not düştükleri gerçeğini değiştirmedi hiçbir zaman. Neredeyse çeyrek asırdır ortada bir Pink Floyd yok ama müzikleri tüm gücüyle hayatta. Şu an 1979 çıkışlı The Wall albümlerindeki “Goodbye Blue Sky” şarkısını dinliyorum ve bu gücü hissediyorum.

İki büyük savaş, milyonlarca yalnız ölü

Waters tarafından yazıldı "Goodbye Blue Sky". Büyükbabası I. Dünya Savaşı’nda, babası ise II. Dünya Savaşı’nda hayata veda etmiş olan Waters tarafından. Baba- oğul birbirlerinin son nefesinden habersizce öldüler. Mavi gökyüzüne son kez baktıklarında aşağı yukarı aynı yaşlardaydı ikisi de. O iki büyük savaş arasında yıllar vardı, ama senaryo farksızdı. Yirmili yaşlarındaki adına asker denilen o zavallı çocuklar takım elbiseli aptal politikacıların tarihe not düşen aptallıklarıyla ölüme gittiler. Diğer milyonlarca insan gibi. Diğer milyonlarca hikâye gibi. Waters ne büyükbabasını, ne de babasını tanıyabildi. Aile büyüklerinden onlar hakkında duyduklarıyla yetinmek zorundaydı. Tıpkı diğerleri gibi. Tıpkı ağabeyi Nazi Almanyası saflarında savaşıp ölen, babası ise eve yaralı dönebilen yazar Uwe Timm gibi. Baba Timm Rusya’daki cephede savaşan büyük oğluna şunları yazıyor bir mektubunda: “Uwe çok tatlı bir ufaklık ama biraz şımarık. Eh, eve döndüğümüzde hallederiz.” Ağabey eve hiç dönemedi. Mavi gökyüzüne son baktığında aşağı yukarı Waters’ın büyükbabası ve babasıyla aynı yaştaydı. Uwe Tımm de ağabeyini tıpkı Roger Waters’ın büyükbabası ve babasını başkalarından dinlediği gibi başkalarından dinlemek zorundaydı.

Waters’ın çocukluk ve gençlik yılları kayıp bir babanın gölgesinde geçiyor. Bu kayıp baba onu her adımda takip ediyor. Yazdığı şarkılarda, çıktığı konserlerde duvarlara yansıyan fotoğraflarda, kapalı kapılar ardındaki yaşamında hep o babayı, o babayı çekip alan savaşları, buna sebep olan aptalları anlatıyor. Savaş, ölüm, mezar, gerçekleşmeyen güzel senaryolar, umut ve gerçekçilik. Pink Floyd’un ona açtığı eşsiz alan ve onun da Pink Floyd ile büyüttüğü hikâyelerinin merkez duraklarından biri bu. Korku ile birlikte var olmayı başaran, intikam duygusunun altında yok olmayan bir gerçekçilik. “Goodbye Blue Sky”daki sözleri tam burada hatırlayalım: Elveda Mavi Gökyüzü/ Gördünüz mü korkmuş insanları/ Duydunuz mu düşen bombaları/ Hiç merak ettiniz mi neden sığınaklara kaçıştığımızı/ Cesur yeni bir dünya için verilen sözün tutulmadığı ortaya çıktığında/ Açık mavi gökyüzünün altında gördünüz mü korkmuş insanları/ Duydunuz mu düşen bombaları/ Alevlerin hepsi çoktan yok oldu/ Fakat acı kolay geçmiyor/ Elveda mavi gökyüzü/ Elveda

Üç dakikadan az

“Goodbye Blue Sky”, Orwellvari bir distopyanın yansımasıdır. Öte yandan bundan fazlasıdır da. Roger Waters’ın cümleleriyle kurduğu dünyayı David Gilmour’un sesinden izletir. Kuş seslerini barındıracak kadar huzurludur. Biraz sonra başlayacak bombardımanın yaratacağı tahribat kadar gergindir. Mavinin derinliklerine kadar çıkar. Atmosferin arkasındaki uçsuz bucaksız siyahı hatırlatır. Korkunun, kan kokusunun ve savaş zillerinin içinde umudu gösterir. Şarkı açılışında küçük bir çocuğun “Bak anne gökyüzünde bir uçak var” demesiyle ışıkları kararan evleri hayal edebilirsiniz. O evlerin içine, o çocuğun aklına girebilirsiniz. Sığınaklardaki belirsizliği soluyabilirsiniz. Toplamda üç dakika bile değildir, ama aktardıklarıyla ve size gösterdikleriyle sonsuzdur. Maviye ve gökyüzüne yakılan bir ağıttır “Goodbye Blue Sky”.

Dünyanın dönüş hızı sanki yavaşlamıştı. Hatta bu birkaç dakika boyunca koca devran hareketsiz bile kalmış olabilirdi. Mavi hâlâ görünüyordu. İnce bir hat olarak oradaydı. Uzaktaki herhangi bir şeyi ilk kez görmek zordur. Ama bir defa fark ettiyseniz artık, onu tekrar bulmakta zorlanmazsınız. Tepemizdeki mavi de öyleydi işte. “Karanlığa yenilmeyecek galiba” dedi. “Yenilse de tekrar gelecek. Gelmese bile biz onun var olduğunu hep anlatacağız” diye karşıladım. Henüz savaş başlamamıştı, henüz karanlık gelmemişti. Yukarıya dikkatlice bakmasını söylediğim yanımdaki çocuk henüz aptalca bir savaşın birinde ölmemişti. Pink Floyd’un o şarkısındaki gibi maviye “elveda” demek için bir sebep yoktu. Sığınaklar boştu. Sadece bulunduğumuz tepeden batmakta olan güneşin önündeki mavinin sonsuzluğuna baktık. Onun yaydığı görkemli izlerde yaşadık.