Aşk, zindanın kapısını açtırır mı?*

Memo’nun niyeti dövüşmek, adam öldürmek değildir, o dünyadan alacağını almıştır, kendini kale burcundan aşağıya bırakır. Yeryüzünde alabileceği en değerli olanı aldıktan sonra niye yaşasın? Peki, bir yaşama denk gelen değerdeki o aldığı nedir?

27 Temmuz 2017 14:15

Kalemin Ucu: XXXI

Memo, ıssızlığında gizli sevdâsının acısını yaşamayı bilir; içini kavuran yüreğindeki alevleri dillendirmeyecek kadar yalnızdır. Yiğit, güvenilir zindancıbaşı Memo hemen hemen hiç konuşmuyor; novellanın bütününde yer almıyor da ortaya çıktıktan sonra, bitene kadar öyküye damgasını vuruyor.

Olanaklı mı alt etmek Memo’yu; yalınkılıç kale burcunda dövüşür, kimse yanına yaklaşamaz. Mahmut Han öfkesinden kudurmaktadır. Memo’nun niyeti dövüşmek, adam öldürmek değildir, o dünyadan alacağını almıştır, kendini kale burcundan aşağıya bırakır. Yeryüzünde alabileceği en değerli olanı aldıktan sonra niye yaşasın? Peki, bir yaşama denk gelen değerdeki o aldığı nedir? Gülbahar’ın bir demet saçı mı? Evet bunu almıştır ancak asıl aldığı Gülbahar’ın sözleridir: “...sana ne istersen veririm.”

Ahmet’in yazgısı

Aşkın eksen olduğu öykümüz, kır bir atın Ağrı Dağı köylerinden birine gelip, Ahmet’in kapısında durmasıyla başlar. Bu, Osmanlı Paşası Mahmut Han’ın atıdır. Atı ilk gören köyün bilgesi Sofi’dir. Atın eyerinden ve üstündeki görkemli işlemelerden Sofi telâşlanır, yavaş yavaş dramatik çatışmanın da kapısı açılır. Ahmet, atı üç kez uzağa götürüp bırakır, at üç kez gelip kapıya dayanır, artık at onun yazgısıdır. Yalnızca kendisinin yazgısını belirlemez. Gülbahar’ınkini, Memo’nunki de belirleyecektir! At ona haktan bir yâdigârdır ve ne olursa olsun vermeyecektir! Kadim töre böyledir. Sâhibi kim olursa olsun, atı vermek büyük bir onursuzluktur! Can verilir haktan yâdigâr olan verilmez! Doğal olarak Ağrı halkı da atı vermeyecektir!

Böylece çatışma da başlar. Mahmut Han’ın atı alma isteği ile Ahmet ve köylülerin varoluşlarının temeli olan töreye göre vermemeleri, karşıtlar silsilesini de getirir: ezen ile ezilen, haklı ile haksız, iyi ile kötü, doğruluk ile yalan, yöneten ile yönetilen gibi. Paşa unvanı aldıktan sonra “O da Osmanlı olmuş” Mahmut Han yörenin hükümranıdır, dolayısıyla atın kendisine verilmeyişi otoritesinin de zayıflamasıdır. Ya da o böyle algılamaktadır.

Ağrı Dağı Efsanesi, Yaşar Kemal, Yapı Kredi YayınlarıAğrıdağı Efsanesi (1970) siyâsî ve kültürel göndermeler, mitoslarla dolu. Ahmedi Hâni’nin sık sık geçmesi örneklerden biri. Kısa bir metin, roman yerine belki daha çok novella demek gerekir. Kendi deyişiyle Yaşar Kemal destan biçimiyle modern bir roman yazmış. Kuşkusuz esin kaynakları da başka bir konudur ancak yazarın şiir yüklü diliyle kaleme aldığı aşk, kara sevdâ ile sosyalist bir dünya görüşü, olay örgüsü içinde sarmal bir biçimde yer alır. Bir tarih verilmez, zâten metnin yapısı gereği buna da pek gerek yok ancak zorlarsak, nesnel gerçeklikle bağ kurarak 18. yüzyıl sonu ile 19. yüzyıl başına odaklanabiliriz. Bu söylencede ezen ile ezilenin mücadelesinin sonunda birlik olan halkın alnının akıyla çıkmasını da okuruz. Yapıtın bu ekseninde de ateşe tapar diye adlandırılan, bugün baktığımızda Yezîdî ya da şaman olarak tanımlayabileceğimiz demirci Hüso öne çıkar; tipikleşir.

Bütün bunlara karşın eksen, merkez Ahmet ile Gülbahar’ın aşkıdır; ve içindeki karasevdâyı dillendiremeyen Memo da olay örgüsünde çok önemli bir anahtar rolü görür. Nitekim, zindan kapısının açkısını da Gülbahar’a verecek, Gülbahar da Ahmet’ine kavuşacak. Peki Ahmet oraya niye atıldı? Zindan, yine nesnel gerçeklikle bağ kurduğumuzda Doğubeyazıt’taki ünlü İshak Paşa Sarayı’na denk düşen Mahmut Han’ın sarayının altındadır. Ahmet’i de oraya Mahmut Han, hileyle, özellikle de Kürt beylerinin ve de Ahmet’in güvenini kötüye kullanarak attırmıştır.

Ağrı, haklıyı kucaklar

Mahmut Han’ın öfkesi, Ağrı Dağı kadar keskindir. Bu iki öfke neredeyse baştan sona geçen bir diğer eksen-tema’dır. Ancak Ağrı’nınki çok daha öndedir. Zâten Ağrı Dağı metinde kişileştirilmiş, alegorik olarak anlatılmıştır. Mahmut Han dağlıların töresini, hatta Ağrı’nın öfkesini falan dinlemez. At kendisine getirilecektir; vermemek emre uymamak dolayısıyla bir başkaldırıdır. Burada, bir anlamda, Osmanlı ile Kürt halkının çatışmasını görürüz. Ancak köylüler, koca Mahmut Han’ın ki halkına sırt çevirmiştir, askerlerine nasıl karşı koysun. Dağa saklanırlar. At da yoktur ortada, Ahmet de köylüler de. Öfkesiyle ünlü Ağrı, aslında haklıdan, mazlumdan yanadır ve onları kucaklamıştır. Ancak yaşlı bilge Sofi köyünü terk etmez. Mahmut Han’ın gözü öylesine dönmüştür ki köyde tek başına bulduğu Sofi’yi zindana attırır.

Sofi’nin zindana atılmasıyla yavaş yavaş da Saray ve insanlarını tanırız. Mahmut Han’ın kızlarından Gülbahar çıkar karşımıza; yöre halkının sevdiği, onun da köylü, sıradan insan demeden halkın arasına karıştığı hayat dolu genç kız. At öyküsü, bütün bölgeye yayıldığı gibi Saray’da da ayrıntısıyla öğrenilir. Zâten Mahmut Han da sürekli gürlemektedir. Köylülerin taktıkları adıyla Gülen Kız, Sofi’yi zindanda görür, ona gizlice yemekler getirir ve böylece Ahmet’in başına gelenleri öğrenir. Sofi, ondan kaval ister ve bir türkü çalar, çok yanık bir türküdür ama Gülbahar sorduğunda öyküsünü anlatmaz. Yalnızca “Ağrı’nın Öfkesi” der, geçer; anlatmamasının herhâlde sezgisel nedenleri olmalı. Bu türkünün içeriğini, yapıtın sonuna doğru anlatıcıdan öğreneceğiz!

Burada bir ayraca gereksinim var. Yaşar Kemal’den dinlemiştim. Bir gece ateşin etrafında, İshak Paşa Sarayı’nda –kuşkusuz henüz restore edilmemiş– ona, bu kitabına esin olan bir öykü anlatmışlar. Hangi yıllar olduğunu bilmiyorum. Gazetecilik yaptığı zamanlar mı, daha sonra yöreye gittiğinde mi? Yöre köylüleri, dengbejler olmalı; bir şekilde ağırlamışlar, türküler söylenmiş, öyküler anlatılmış.

Alain Bosquet’in sorularını yanıtlarken Yaşar Kemal şöyle diyor: “... Herkes, benim bu romanı bir Türk, ya da Kürt destanından aldığımı sanıyor. Bunu çok da yazdılar. Alman kitapçım, bile, romanı yayımlarken, bir Kürt destanından aldığımı yazmış. Niçin böyle yaptın, diye sorduğumda da, şaşkınlıkla, bu bir destandan alınma değil mi, diye sordu. Oysa ne böyle bir Kürt destanı, ne de böyle bir Türk destanı vardı. Dili de ne Türk, ne de Kürt destanlarının diline benziyordu. Benim çabam bu romanda destan atmosferini çağdaş romanda denemekti. Bunu nasıl yazar, burada ne yapabilirdim?”1

Yaşar KemalGerçi Yaşar Kemal’e ne kadarıyla anlatılmıştı? Onu söylememişti. Belki de yalnızca bir atın evin kapısına gelip hiç gitmeyişi. Ya da Ağrı’nın öfkesini içeren türküyü ortaya çıkaran olay: yâni çoban ile bey kızının aşkı. Yaşar Kemal için bu kadarı bile çağdaş bir “efsane” kurmaya yeter de artar. Benzer şekilde İshak Paşa Sarayı’nı da ayrıntılarıyla anlatıyor. Belli ki o zaman yarı hârabe. Saray, Ağrı Dağı kadar olmasa da alegorik anlatılır ve kişileştirilir. Aslında Yaşar Kemal’in o sarayı anlatması için görmesi de pek gerekmez ya!

Aşk, tütsü gibi yayılır

Tekrar metne dönecek olursam, yukarıda da dediğim gibi Mahmut Han, Kürt beylerini de âlet ederek Ahmet’i zindana attırır! Üstelik elçi olan Musa beyi de! Çünkü at hâlâ ortada yoktur. Acıma duygusuyla dolu, yüreği yufka Gülbahar, Sofi ile yine gizli gizli yârenlik etmekte, onun içli kavalını dinlemektedir. Ama aklı da Ahmet’tedir! Yoksa gönlümü desem! Gülbahar bir gün Saray’da yine bir kaval sesi duyar, Sofi’nin çaldığı “Ağrı’nın Öfkesi”dir ama çok daha yakıcıdır, yüreği yerinden çıkacaktır, zindana koşar, bu kez kavalı çalan Ahmet’tir. Kır atın Ahmet’in kapısından gidememesi gibi o da zindanın kapısından gidemez. Eskiden beri Gülbahar’a yanık olan Memo, genç kızın Ahmet ile görüşmek için verdiği değerli mücevherle dolu keseyi almaz da, sapsarı kesilerek açkıyı verip uzaklaşır!

Aslında öykünün başındaki at da –anlaşılan– Ahmet’in kaval sesine gelmiştir. Ahmet yine Ağrı’nın Öfkesi’ni çalmaktadır; Sofi atı, kapıda başını uzatmış Ağrı’nın Öfkesi’ni dinliyorken bulmuştur. Ahmet dışarı çıktığında at ile Sofi’yi görür. Bu noktada da denememin akışından uzaklaşıp, metindeki bir “aktarışa” değinmem gerekiyor. Atın üç kez uzaklara götürülüp bırakılması; sonra atın yine Ahmet’in kapısına gelmesi!

“ ‘Çok düşünme, atı al, şu aşağı yola bırak gel. At bir daha kapına gelirse, al gene götür. Bunu üç kere böyle yap,’ dedi Sofi. ‘At gene gelirse bu senin atındır. Atın sahibi bey de olsa, paşa da, Osmanlı Padişahı, Acem Şahı da olsa, Köroğlu da olsa, kelleni verir de bu atı vermezsin. Ve hem de vermeyiz.’

“Gün doğdu, sırmalanmış bulutlar açıldı, karların üstüne ışıltılı bir ışık dumanı çöktü. Ahmet atı tuttu, at uysaldı, üstüne bindi aşağılara sürdü. Atı bıraktı, döndü. Döndü ki ne görsün, at Sofinin yanında duruyor. Bunu üç kere yineledi.”2

İleriki sayfalarda, Sofi’nin zindanda, Gülbahar ile sohbeti sırasında “at meselesi”ni anlatıcı şöyle dile getirecektir:

“Sarayda babasının atı meselesiyle en çok ilgilenen Gülbahar olmuştu. Bu atın bir bildiği vardı. Atın macerasını Sofiden dinlemişti.

“Sofiyi de çok sevmişti. Zindandaki Sofiye her gün kendi eliyle yemekler götürüyor, durmadan ona sorular soruyordu.

“Sofi:

“ ‘Valla balam, doğrudur,’ diyordu. ‘Atı üç kere ben kendi elimle aşağılara götürdüm, yola bıraktım. At üçünde de geldi. Ahmedin kapısında durdu. Bu at Ahmede yadigardır. Hak onu Ahmede göndermiştir. Ahmet atı kimseye vermez. Bütün Ağrıdağı ölür, atı veremezler.’ ”3

Atın bir bildiği var, bu çok net, metinden çıkıyor, zâten çalınan Ağrı’nın Öfkesi atı ama Ahmet’in çalmasıyla kapıya çekiyor. Bu başlangıç, Ahmet ile Gülbahar’ı buluşturacak. Ancak atın üç kez bırakılmasını kim yapıyor, Ahmet mi? Sofi mi? İlk başta bir “hata”, “gözden kaçma” gibi görünüyor. Gerçekten de yazarın bir “atlaması mı”? Peki bunca yıl yeni basım yapan bu kitabı, hazırlayanlar da mı görmedi? Olabilir mi? Bilemiyorum! Sanırım bu aktarış –bu kadar belirgin olmamakla birlikte metinde arandığında öteki “tekrar”larda da bulunabilecek olan– bir özellik yâni: Yaşar Kemal’in yukarıda da alıntıladığım destan’ı çağdaş romanda yazabilmek!

Kaldığım yerden devam edeyim. Buraya kadar Gülbahar’ı görmekten mutlu olan Memo ki yalnızca bir gülümsemeyle duygularını ifâde eder; bu ândan sonra inişli çıkışlı tinsel bir duruma geçer, gizlediği karasevdâ daha da yakacak, ister istemez bir kıskançlık da egemen olacaktır iç dünyasına. Gülbahar ile Ahmet buluştukça da aşk zindana, Saray’a, Beyazıt’a, Ağrı’ya doğru enfes kokulu bir tütsü gibi yayılır! Gerçi yayılmaması da olanaksız! Bu buluşmalarda Memo’nun bir eylemi var; kendi küçük odasını gösterir Gülbahar’a, orada görüşsünler diye. Zâten Mahmut Han’a karşı gelmiştir, büyük suç işlemiştir ama ikisinin buluşmaları, öpüşmeleri, koklaşmaları için odasını verişi neyin nesidir? Nasıl bir aşktır bu, nasıl bir özveridir!

Ahmet ile Gülbahar’ın aşk sürecine şöyle bir bakacak olursak: At’tan dolayı Ahmet’in içine düştüğü durum, kavalın içli çalınması, sonra bir araya gelmeyle duyguların alevlenmesi. Böyle okuruz. Ancak yazar belirttiği gibi modern anlatı oluşturmak niyetindedir. Hemen sonra anlarız ki daha önce iki genç birbirini bir toy’da yâni şenlikte görmüştür. Bu karşılaşmadan derin iz kalmış, belleklerinde çıkmamacasına yer etmiştir. Dolayısıyla öncesi vardır; inandırıcılığı güçlü kılan yazınsal mantığı da bulmuş oluruz.

Öte yandan süre bitmek üzeredir; Mahmut Han, Ahmet, Musa Bey ve Sofi’nin kellesini vurdurtacaktır. Bu Gülbahar’ı deliye çevirir, bilinçsizce dolanıp durur; çâreler arar! Aslında büyük de bir hata yapar, kardeşi Yusuf’a olup biteni anlatır! Yusuf’tan yardım ister. Yusuf, Gülbahar’ın anlattıklarından özellikle de onun aşkını öğrendikten sonra, giderek artan hummalı korku nöbetlerine tutulur. Bu, yazarın öteki yapıtlarında da tanık olduğumuz evrensel bir izlektir. Kardeşinden hayır yoktur, sonunda sabah akşam dükkânından alevler çıkan demirci Hüso’ya gidip danışır; demircinin yol göstermesiyle ünlü bilge Kervan Şeyhi’ni ziyâret edip olanı anlatır. Kuşkusuz ünlü Şeyh’in araya girmesiyle işler daha da büyür: Mahmut Han’ın karşısındaki muhalefet diyelim buna ya da iki genci sahiplenme ama büyük bir haksızlığa da karşı çıkma. Şeyh o kadar güçlüdür ki Mahmut Han’ın bile getirtemediği at, verdiği icâzetle gelir. Hüso dağlılardan alır, bir gece Saray’ın kapısına bağlar.

Atın gelmesi Memo’yu daha da sarsar. Allak bullak olur. İki kumru odasında buluştuğunda, Sarayın dört bir yanını adımlar, öfkesi Ahmet’edir, öfkesi ikisinin arasındaki aşk’adır ama Gülen Kız’a değil. Atın gelmesi başka bir paradoks; Ahmet serbest kalacak, kim bilir iki âşık birbirini bir daha ne zaman görecek ve o gece, büyük olasılıkla son gecedir:

“Ve zindanın üstünde, uçurumun tam üstündeki eski, boş nöbetçi odasında Gülbaharla Ahmet kucaklaşmışlar, bir altın sevgi, bulutuyla onları örtmüştü. Bir ulu sevgi seline kapılmışlar, kendilerinden geçmişlerdi. Ölürken, son sevgiyi, bütün bir ömürlük sevgiyi bir ana, bir geceye sığdırmışlardı. Kanları birbirlerinin damarlarında akıyordu. Korkunç bir ateş, çıplak bedenlerini birleştirmişti, ölümün eşiğinde olmasalar böylesine bir olamazlar, bir sevdâ yangınında böylesine birleşemezlerdi.

“Memo şafağa karşı onları uçurumun kıyısındaki eski nöbetçi yerinde buldu. Ahmedin büyük, geyik derisi abasına sarınmışlar, bir kişi olmuşlardı. Öylesine can cana. Üstlerine yarı karanlık şafak ışıkları dökülüyordu. Memo yalınkılıçtı ve hırsından dudaklarını yemiş, bıyıklarını yolmuş, yüzü kan içinde kalmıştı.”4

Memo öfkesini içinde söndürmesini bilecek ama bunu yapana kadar, kaç kez ata gidip gelecek, kaç kez uyuyan âşıkları gidip izleyecek, kaç kez Gülbahar’ın uykuda güzelleşen yüzüne hayran hayran bakacak! Öte yandan zaman dediğimiz geçip gidiyor, iki sevgili farkında olmasa da yine onları Memo uyandıracak yakalanmasınlar diye; çünkü gün ağırmakta! Herhâlde bu da Gülbahar’a olan sevdâsına dâhil. Zâten zaman, birim zaman, hep olumsuza doğru işlemekte. Şu kadar gün at gelmezse kelleler gider ya da ileride göreceğimiz, Ahmet şu kadar günde Ağrı’nın tepesinde ateş yakamazsa Han kızını vermez, falan...

Memo alacağını alır

Sabah olduğunda at kapıdadır ancak Mahmut Han, kendi atı olmadığını haykırır, kendi atı gelmezse kelleler vurulacaktır. Oysa atı gelmiştir, benim değil, der. Mahmut Han’ın asıl derdi köylülerden hiç beklemediği direnme, karşı koymadır. Ahmet’in yiğitliği ve kararlığıdır, yaşlı Sofi’nin korkusuzluğudur, Musa Bey’in dürüstlüğüdür, üstelik bir de Kervan Şeyhi girmiştir araya! İşte tüm bunları cezalandıracaktır! Öfkeden köpürmektedir atını çaldılar diye, bu noktada hani Ağrı’nın öfkesine de yaklaşır!

Mahmut Han’ın kararı kesin, üçünün kellesi vurulacak, açıkça ibretlik bir durum! Günümüze kadar uzanan zâlim yönetimlerin, yöneticilerin başkalarının korkması için, benzer bir başkaldırıya kalkışmamaları için, dahası ağızlarını açmamaları için yaptıkları insanlık dışı eylemlerden biri! Zaman artık dolmuş, cinâyet işlenecek. Gülbahar da şimdi aklını yitirmek üzere. Tek çâresi yine Memo!

“ ‘Memo kocaman kılıcın var elinde. Yalım gibi kara gözlerin, kalem gibi parmakların, güçlü kolun, uzun boyun var Memo, akrabam Memo... Bunlar zindan beklemekten başka, Paşa memnun etmekten başka neye yaradı, Memo? İnsan kellesi kesmekten başka? Memo, Memo, Memo! Bırak Ahmedi, sana ne istersen veririm.’”

“Memo derinden öyle bir inledi ki Gülbahar sarsıldı, uyurgezerliği silkinip kendine geldi.

“ ‘Ne istersem verir misin?’”

“ ‘Ne istersen veririm Memo,’ dedi Gülbahar, sesinde yenemediği korkusu, merakıyla.”5

O zamana kadar ağzından dirhemle sözcük çıkan Memo’yu burada konuşur görüyoruz ama o da “Ne istersem verir misin?” Sorusunun birkaç kez yinelenmesidir! Saçından birkaç tel ister, bir de Gülbahar’ın o geceyi ve kendisini ölünceye kadar unutmamasını. Gülbahar saçından birkaç tel değil bir bilek verir ve onu hep anımsayacaktır. Sabah olduğunda, cellâtlar gelir ama zindan boştur. Memo, tutsakları serbest bıraktığını söyler. Mahmut Han küplere biner, Memo ile muhafızlar arasında yaman bir dövüş başlar ancak ne mümkün zindancıbaşıya yaklaşmak. Ne var ki o alacağını almıştır; kale burcundan uçuruma atlar. Burada Memo anlatıdan çıksa da sonuna kadar eylemi, âşıkların özellikle de Ahmet’in üzerinden gitmeyen kara bir buluttur!

Atın verilip verilmeme çatışması yerini bu noktada, Yusuf’un korkusuna bırakır. Yusuf geçirdiği hummalı nöbetler sonrasında olup biteni açıklar, böylece Mahmut Han da zulümlerine bir yenisini ekleyerek Gülbahar’ı zindana atar! Gülen Kız’ın zindana düşmesiyle de halk kaynamaya başlar ve artık aşkları da dillere destan olup, tüm coğrafyaya yayılır! Dolayısıyla hep sürmekte olan evrensel çatışma yâni Mahmut Han ile dağlılar arasındaki çatışma iyice keskinleşir. Halk, Saray’ın önünde toplaşır. Kalabalık giderek artar artar, çığ gibi büyür, sonunda büyük bir insan seli Saray’a akar ve Gülbahar’ı alıp çıkar. Bu selin karşısında durmak olanaksızdır. Bu birliktelikle, kararlılıkla ne Mahmut Han ne Osmanlı baş edebilir!

Bu sel, Fransız İhtilâli’ndeki Bastille baskınına benzer; hatta, Yaşar Kemal öylesine anlatır ki ondan daha güçlüdür! Kim bilir belki de aynı tarihlerdedir! Haksızlık giderilmiş Gülen Kız zindandan çıkartılmış, iki sevdâlı halk tarafından buluşturulmuştur. Ahmet ile Gülbahar yine Kervan Şeyhi’nin icâzetiyle Hoşap Kalesi’ne sığınır, beyi de yiğit bir bey olan İbrahim’dir ve o da asla âşıkları kimseye teslim etmeyecektir; çünkü kadim gelenek böyledir!

Böylece iki çatışma birlikte yol alır. Birincisi baştan gelen at çatışmasının dönüşümü yâni artık Gülbahar ile Ahmet’in Mahmut Han’a teslim edilip edilmemesi, ikincisiyse Gülbahar ile Ahmet arasındaki şu ünlü kılıç meselesi! Ancak kılıcın simge olduğu çatışma daha sonra çözülecek. Birincisine dönmeden önce akla bir soru geliyor. At ne oldu? Sofi’nin Saray kapısına bağlamasından sonra, başlangıçtan itibaren öykünün en önemli motifi olan at bir daha karşımıza çıkmaz. Herhâlde onun üzerinden yaratılan çatışma başka bir çatışmaya (yukarıda belirttiğim) dönüştüğü için!

Çâresiz kalan Mahmut Han, Ahmet’in Ağrı’nın tepesinde ateş yakması hâlinde düğünlerini kendisinin yapacağını ilân eder. Aslında bu, Ahmet’i ölüme göndermek dolayısıyla bir şekilde intikamını almak, gücünü göstermektir. Çünkü Ağrı’nın tepesine çıkmak olanaksızdır. Ahmet öneriyi gönülden kabul eder ve ölümün üzerine gider. Beklenmeyen olur Ahmet ateşi yakar; sonrasında da Gülbahar’ı alır, yollara düşerler.

Melûn kılıç!

Ağrı Dağı’nın yamacında, bir harman yeri büyüklüğünde, suları som mavi olan Küp Gölü’nün biraz yukarısında, küçük bir mağarada, yıldızlar pırıldamaya başladığında, Gülbahar ile yatarken Ahmet, ortalarına kılıcını koyar; asla yıkılamayacak, demirden güçlü görünmez bir duvar örer! Kıza kavuştuğundan beri, her gece, kınından çıkarmıştır o melûn kılıcı!

Gülbahar sorduğunda ki sormaması olanaksız, Ahmet gerçek nedeni bir türlü söylememiş, hatta yalan söyleyip geçiştirmiştir. Sonunda Gülbahar isyan eder; nedeni bilmek hakkıdır. Bu kez Ahmet ona sorar, ne verdin de Memo kapıyı açtı, diye. Bir zindancıbaşı kapıyı açtığı zaman öleceğini bilmez mi! Gülbahar da “ne istersen veririm” dediğini ama Memo’nun hiçbir şey istemediğini söyler. Zindanın kapısının açılmasından sonra beynini kurt gibi yiyen bu mesele, Gülbahar’ın ağzından kendisine söylenmektedir. Ahmet sabah kendini Küp Gölü’nün soğuk sularına bırakır.

Kim bu Memo?

Ahmet ile Gülbahar’dan çok söz ettim, çok yazdım, asıl Memo’ya dönmek istiyorum. Ne var ki kısaca Ahmet’in onurunun gurura doğru evrildiğini dolayısıyla kibrin kapısını açtığını söylemeliyim. Gülbahar’ın onurunu ayaklar altına alarak yaptığı özveriye ki Ahmet’in canı için yapıyor, Ahmet hiç hoşgörü göstermiyor! Ama Ahmet, kendi Ahmet’liği içinde başka türlü davranabilir miydi? Başka türlü düşünebilir miydi geleneklerle örülmüş coğrafyasının içinde?

Şunu da ekleyeyim: Yaşar Kemal’in yine Alain Bosguet’ye anlattığı, babasının amcaoğlu Hüseyin Bey’in macerası ile metnin sonunda karakterlerin eylemleri arasında “gerçeklik bağlamı”nda ilgi kurabiliriz. Yâni Gülbahar’ın söylediklerini ihânet kabul eden Ahmet’in kendini Küp gölüne atması ve Gülbahar’ın –sanırım metin içinde– söylenceye dönüşen bir heykel gibi göle bakakalması...

Benzer şekilde Memo kim? Memo aşkını içine gömen biri. Aklıma Savaş ve Barış’ın Piyer’i geliyor, Cyrano da; Eylül romanının ilk yarısına kadarki Necib de! Ama köklerinde kuşkusuz üçü de yok; belki yazarın hayâl’indeki dönüşüm. Michael Butor’nun klasik ve modern klasikler için, anlatıcı yazarın maskesi, kahramanı da hayâli, dediğini anımsatayım.6 Kuşkusuz tam anlamıyla bilemeyiz Memo’yu ama yazınsal bir akrabası olduğunu düşünüyorum. Kendisinden bir üst kuşak olan bir yazın karakteri yâni Sabahattin Ali’nin Sırça Köşk kitabında yer alan “Bir Aşk Masalı” adlı hikâyesindeki genç Derviş ile bir akrabalık; şöyle ki:

Bir ülkenin kadın hükümdarı vardır. Çok güzel ve son derece iyilikseverdir. Genç bir Derviş onu uzaktan görür görmez âşık olur ve sarayının karşısına oturup günlerce gitmez, kederli bekler. Melîke adamlarıyla haber gönderir derdi nedir, ne ister diye. Her seferinde Derviş derdinin olmadığını bir şey istemediğini söyler. Bunun üzerine huzura getirtir ve Derviş’in yürek yakan derdini, kendisine olan kör sevdâsını anlar. Melîke kendisini imâ ederek “Söyle o da senin olacak” deyince, sapsarı olan Derviş bir “Aaah!” çekerek son nefesini verir. Güzel sultanın ağzından masal şöyle biter: “…Asıl bahtiyar, bir ömür boyunca hasretini çektiği şeye kavuşan değil, ona erişeceğini anladığı anda, saadetinin en yüksek noktasında bir ‘Ah!’ diyerek düşüp ölebilendir.”7

Sanki bir “yazınsal ân” da var: Sait Faik’in Bursa’da geçen, “İpekli Mendil” hikâyesinde sevgilisi için fabrikadan mendil çalan küçük âşık, kaçarken ağaçtan düşer:

“Ölmek üzereydi. Sımsıkı kapalı yumruğunu kapıcı açtı. Bu avucun içinden bir ipekli mendil su gibi fışkırdı.

“Ya... İyi, halis ipekli mendiller hep böyledir. Avucunun içinde istediğin kadar sıkar, buruşturursun; sonra avuç açıldı mı, insanın elinden su gibi fışkırır.”8

Memo’nun ölüsünün başına önce demirci Hüso gider, alnından öper, yüreğinin üstündeki yumulu sol elini güç belâ açar: “Memonun avucundaki bir tutam saç kapkara bir yalım, bir ışık gibi balkıdı, incecikten yeşillenmiş toprağın üstüne aktı.” Ahmet’in karşı kutbu olan Memo karasevdâsından dolayı zindanın kapısını açmışsa da herhâlde bunun için intihar etmemiştir, alacağını almıştır o; ne demişti Gülbahar: “Ne istersen veririm Memo!”

 

*16-17 Aralık 2016 tarihlerinde Nilüfer (Bursa) Belediyesi Kütüphane Müdürlüğü’nün düzenlediği “Bir Edebiyat Adası: Yaşar Kemal” başlıklı sempozyumda yapılan konuşmanın (ve de sempozyum kitabında yer alan bildirinin) genişletilmiş biçimi.
Bkz. Ağrıdağı Efsanesi, Yaşar Kemal, YKY, Şubat 2006; Aşk Bir Irmaktır,
Notos, Aralık 2015-Ocak 2016, Atilla Birkiye, Özgür yay. 1993. s. 55-59; “Küp Gölünün Som Mavisinde...”, (Romantik Yolculuklar) 
1 Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor- Alain Bosquet ile Görüşmeler, çev. Onat Kutlar- Altan Gökalp, Adam yay. Ağustos 1996, s. 153/4.
2 Ağrıdağı Efsanesi, YKY, Şubat 2006, s. 16.
3 A.g.y., s.27.
4 A.g.y., s.63/64.
5 A.g.y., s. 68-70.
6 Bkz. Roman Üstüne Denemeler, çev. Mehmet Rifat-Sema Rifat, Düzlem yay. 1991, s. 94.
7 “Bir Aşk Masalı”, Sırça Köşk, Cem yay., 1987, s. 158.
8 Semaver-Sarnıç, Bilgi yay. Mayıs 1976, s. 41.