Arzunun merkezi ve taşrası

Truman Capote’nin çizdiği modern şehir yaşantısının içinde ilginç olanın ne olduğunun, dokusunun “biz”e yabancı gelmesinin izini sürebilir miyiz...

21 Eylül 2017 13:56

“İnanmak inanmak inanmak istiyorum” der Henry Miller, Seksus’un başlarında bir yerde.1 Bu, Amerikan ruhunda baskın bir öğedir. Amerikan hayatına, manzaraya, sokağa karışma isteği, inanmak isteği; yoksa ölürler, devamında Miller’ın da dediği gibi. Gökdelenlerin ve o devinen hayatın içine girme isteği köpürür durur.

Capote’nin “Başsız Atmaca” öyküsü nemli, bunaltıcı bir temmuz öğleden sonrasında New York şehrinin kalabalık sokaklarına çıkan Vincent’ın izlenimleriyle açılır.2 Hafif bir yağmur başlamıştır. Şemsiyesi tapırdar. İnsan denizinin içinden geçerek evine ulaşmaya çalışır. Bir büfeden gazete alır. Barların önünden geçerken, içerideki müzik kutularından yayılan “A.B.D” yapımı müziği duyar. Bir balıkçının tezgâhındaki karideslere dikkat eder. Sonra bir sinema salonunun ışıkları parıldar. Bir köşe başından dondurmacı geçer, ip atlayan ikizler, penceresini açıp merakla dışarıyı gözleyen yaşlı kadın... Bütün bunlar temmuz ayında şehrin dokusunu oluşturan parçalardan birkaçıdır. Eşit derecede önemli ve önemsiz.

Gümüş Damacana, Truman Capote, Çeviri: Püren Özgören, Sel YayıncılıkHikâye elbette burada kalmayıp açılır. Bir sanat galerisinde çalışan Vincent, kışın kendi yaptığı bir resmi satmaya gelen genç ve tuhaf görünüşlü bir kızın çekimine kapılır. Kız resmi onda bırakıp kaybolur. Öyküye ismini de veren imgenin bulunduğu güçlü ve grotesk bir resimdir bu. Vincent neden bu kıza kafayı takmıştır? Neden kendi iç dünyasını ve yaşamının açmazlarını gösterdiğini hissettiği bu amatörce yapılmış resme bağlanıp resmi evinin salonuna asar? Tam olmasa da bazı cevaplar vardır elimizde. Otuzlarında, bekâr bir New Yorklu erkek olan Vincent, geçmişine baktığında pek çok ilişki enkazı görmektedir. Ve tuhaf insanlara bir merakı da vardır. Onları sonunda iyice beter hâle getireceğini bilse bile. Öykü kabaca bu iki karakterin yakınlaşıp uzaklaşmalarını ama sonunda tam da kopamayışlarını anlatır.

İmdi. Capote’nin çizdiği bu modern şehir yaşantısının içinde ilginç olan nedir, dokusunun “biz”e yabancı gelmesinin izini sürebilir miyiz?

Vincent’ın izlenimleriyle şöyle bir çizilen New York, sokakları eşyaca ve tipçe bir bollukla dolup taşar. 17’nci yüzyıl Hollanda’sını hatırlatan bir zenginliktir bu. Ancak bir emperyal gücün şehrine sığıştırabileceği bir çeşitlilik görürüz. İtalyan göçmeni bir kadın, tezgâhta karidesler, siyah bir dondurma satıcısı, gökdelenlerin gölgesi, sinemanın yanıp sönen ışıkları; elektriğin iç gıdıklayan cazibesi ve bir dünya vatandaşları arenası. Öykünün ilk yayımlandığı tarih olan 1945’in, savaş sonrasının New York’u yalnızca görsel olarak bile bir şovdur.

Bu büyük ve izleyenlerini sürekli oyalayabilen tiyatroda her şey olabilir gibidir. Çünkü burası, herkesin dışarı çıkmaya ve gösteriye katkısını yapmaya hazır ve istekli olduğu bir dünyadır. Ve o Amerikan öyküsü serbestiyeti... Karakterlerin hafifliği, konuşmaların kırpık ve kopuk oluşları... Bunlar da aynı “olabilirlik dünyası”nı besler. Öyküdeki adını vermek istemeyen şu gizemli kızın, D. J.’in kılık kıyafetine, kısa saçları ve deli deli konuşmasına inanmazlık etmeyiz. Birden kendini adamın evine atmasına ve birkaç ay süren atipik ilişkilerine. Hepsi olur, hepsine inanırız.

Peki, öyle olsun...

Bir de bu yakadan bir öyküye bakalım. 1950 kuşağı öykücülerinden Sabahattin Kudret Aksal’ın “Bir Dostluk” adlı öyküsü3. Aslında kendi kulvarında yine tuhaf bir öyküdür. Artık pek de genç olmayan bir adamla kadının birkaç ay kadar süren kaçamakları söz konusudur. Baş başa kalabilecekleri köhne bir ev bulmuşlardır. Buluşup oraya giderler. Kadının onunla evlenmek isteyen bir talibi de vardır. Ama buna biraz iç sıkıntısıyla tam bir cevap vermez, evet derse kendisini yerli yerinde ama tutkusuz bir evlilik ilişkisi içinde görür çünkü. Öykünün çifti arasında birbirlerine verilmiş bir söz yoktur. Mütemadiyen buluşurlar, aynı eve gidip yakınlaşırlar, sonra da ayrılırlar. Bu böyle kış bitimine kadar devam eder. O meşhur “Biz neyiz” sorusu sorulmadan, adam buna kendince bir cevap bulur: Belki de der, bu bizimkisi dostluk, güzel bir dostluk.

Bu öyküde hemen göze çarpan, yine sınırları belirsiz bir ilişki içindeki çiftin kendilerini bu sefer şehrin uzağında eski, kâgir bir eve atmaları. Şehir merkezinden uzaklaştıkça bu defa etraflarından yoğurtçular, tahin pekmezciler, turşucular geçmeye başlar. Fakir görünümlü insanlar ve bir yokluk kendini belli eder. Ama değil mi ki o “bu işler” için kullanılan ahşap eve kendilerini kapamışlardır, baş başalardır; işte sihir o vakit başlar: “Kocaman şehirde neler olmuyordu. Ama ne ilgisi vardı onların, olan bitenle. Uzakta, kendilerini kocaman şehirden günlerce uzakta sayıyorlardı. Kuşkusuz, kitapların insanoğlunu boyuna aramaya zorladığı mutluluk belki de budur diye düşündüler.”

Yine aynı dönem, yine beklenmedik bir şekilde gelişen bir ilişki, kuvvetli hisler ve o belirsizlik. Ancak bu defa İstanbul’dayız. Burada ilk göze çarpan fark, elbette şehirlerin gelişmişlik düzeyi. Daha geniş bakacak olursak, farklı ülkelerin modernlik seviyeleri. Ve bunun duygusal ilişkilerdeki belirleyici yanları. İkinci öykünün, “Bir Dostluk”un “kronotop”unu, elbette Türkiyeli okuyucular olarak ona daha aşina olduğumuzdan daha iyi okuyabiliriz.

Burada şehir o kadar albenili ve olasılıklara gebe değildir. Doğru, Beyoğlu 30'lardan itibaren romanlara/ öykülere girer. Ama orası şehir değildir, yalnızca Beyoğlu’dur. Avrupai bir yaşamdan keyif alma imkânı, kimilerine göre de yozlaştıran bir günah çukuru.

Gazoz Ağacı ve Diğer Öyküler, Sabahattin Kudret Aksal, YKY

Ayrıca büyük şehir yaşantısı ilelebet böyle sürecek gibi görünmez. Capote öykülerinin aksine. Orada gökdelenlerin arasında yaşarken, herkes buna ikna olmuştur. Kapitalist sanayi toplumunun göbeğinde yaşamaktadırlar. Ama Türkiye’de, oyunda eller daha yeni dağıtılmıştır ve herkes üstüne tam da oturmayan o sosyal rollerin, şehirli tavırların elbisesini yarı inanarak giymiş ve sokağa çıkmıştır. Bu yüzden diyebiliriz ki “Bir Dostluk”ta hareket dışarıdan eve doğru olur, eve dönülür. Öykü bu şekilde açılır. “Başsız Atmaca”da ise öykü sokağa çıkan Vincent ile açılır ve şu tuhaf yabancı kız onu sokakta takip edip karşısında durur.

Bir gelenek içinde bakacak olursak, Türkiye’de öykücüler, mesela 1950 kuşağındakiler, pek o kadar da şehir hayatına ayılıp bayılmazlar. Hep bir çekingenlik vardır, kırık ve uslu tiplerdir anlattıkları. Sait Faik’in “Lüzumsuz Adam”ını hatırlayabiliriz: Kendi mahallesine kapanmışlığı, şehir hayatından ürküntüsüyle o zamanın başat duygusunu yakalamış gibidir Sait Faik de Mansur Bey karakteri ile4. Şöyle der Mansur Bey kendi kendine: “Yedi senedir bu sokaktan gayri, İstanbul şehrinde bir yere gitmedim. Ürküyorum. Sanki döveceklermiş, linç edeceklermiş, paramı çalacaklarmış -ne bileyim bir şeyler işte- gibime geliyor da şaşırıyorum. Başka yerlerde bana bir gariplik basıyor. Her insandan korkuyorum. Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar?”

Geç modernleşmeyle birlikte periferide olmanın da etkisiyle; bu modern hayata bir tür inanmazlık ve iç sıkıntısıyla bakarlar. “Pek o kadar etkilenmedim” der gibidirler. (Belki de bu yüzden varoluşçuluk başka bir yerden edebiyatçılarımızı kuvvetle yakalar.) 5Eh, büyük şehirlerimiz de kamuoyunun ve gazetelerin modern bir çağda yaşadığımız telkinine rağmen pek bir köhne ve zavallı dururlar. Tanpınar’ın da dediği gibi, kuvvetli bir rüzgâr esse sahne yıkılacak ve mazi hemen beliriverecektir eski kuvvetiyle.6 Bunu da duyar öykücülerimiz, belki de. Bu yüzden şehir hayatına balıklama girmezler; onu uzaktan tartıp dururlar, onunla deneyler yaparlar, onu eğip bükerler. Pek çok hem de.

Şehir nasıl imkânlarının sonuna götürülmediyse bu coğrafyada, sanki insanlar arası ilişkiler de ayniyle yarım kalır ve belki de hakiki bir temas asla mümkün olmaz. Bu gediği ikame edemediğinden de dayanılmaz bir iç sıkıntısı duyar bilinç. Hâlbuki burada, Batı'da olduğu gibi iç yaşam kendi kendine gelişip zamanla, modernite ile kendi özünden soyulmamıştır. Tersine, zaten modern bilinç hiç gelişmediği için karakter kendine o gözlerle baktığında pek de bir şey göremez. Şehir ise anlamını tamamlayamadığı ve dolayısıyla arzunun merkezi olamadığı için yeterince ilgi çekemez.

“Bir Dostluk”taki kaçamak gerçekten de kısa süreli, düşük yoğunluklu bir temas olarak kalır. İki tarafı da kuvvetle çarpmaz, yaşam öyküleri ortaya dökülmez. Hatırladıkları önemsiz bir şarkının dizeleri dökülür ortaya, ancak. “Lüzumsuz Adam”da gündeliğe karışmadaki zorluk Mansur Bey’i çağı değerlendirmeye iter. Çağı duyduğunu, ismiyle cismiyle kocaman onu gördüğünü hisseder. Büyük büyük modern yaşam eleştirisi yapılır hâlâ. Capote’nin Vincent’ı ise şu meseldeki “Su nedir” diye soran balık gibi kalır onlarla karşılaştırınca, o habitatına çoktan uyum sağlamış bir 20’nci yüzyıl şehirlisidir.7

Nurdan Gürbilek bir kitabında 8“romandaki bilincin arıza yapması, romanın bu arızalı bilincin (...) romanı olması”ndan bahseder. Burada kastedilen, modern bilincin parçalı ve çelişkili yapısıdır. Capote’nin “Başsız Atmaca”sında hem tuhaf genç kız D. J.’in hem de Vincent’ın bilincindeki sıçramaları ve arızaları geçirdikleri endişe ataklarında ya da migren krizlerinde, o karanlık epizotlarda görüyoruz. Gecikmiş modernliğin evlatlarında ise, en azından o dönemki örneklerinde bu tür olaylara rastlamıyoruz. Denilebilir ki, modern deneyime açılamayan bilinç, arıza da yapamıyor. Kendi üzerine devriliyor, yine Gürbilek’in deyimiyle “şekilsiz bir üçüncü dünya duyarlığı”nda takılı kalıyor.

Duygusal ilişkiler, yakınlaşmalar ve muhabbet gerçekten de kimyasal deneylere benzer ve aynı onlar gibi belirli koşullara ihtiyaç duyar. Bu klişeyi hepimiz duymuşuzdur. Hatta, keyfi olduğu düşünülenlerinin içinde bile bazen kolayca o basıncı yaratan ögeleri seçebiliriz. Ancak imkânlar da zamanda ve mekânda mukimdir. O yüzden öznelerini hızlandırıp birbiriyle çarpıştıran bir şehirden çıkan karşılaşmalarla onları ataletiyle bir çökelti gibi katılaştırıp dibe çeken bir şehirden çıkanları farklı olacaktır. Belki de bu yüzden ikincisinde (burada diye okuyun) arzu hareket imkânını merkezden kaçışta bulur. Vaadini yerine getiremeyen merkezin yerine, vaatsizliğiyle misafirlerine sahici olabileceklerini fısıldayan taşra konulur. Bugün olduğu gibi.

 

1  Seksus, Henry Miller, Çeviri: Zehra Enger, Telos, 1995
2  Gümüş Damacana – Bütün Öyküleri, Truman Capote, Çeviri: Püren Özgören, Sel, 2010
3  Gazoz Ağacı ve Diğer ÖykülerSabahattin Kudret Aksal, YKY, 2005
4 Lüzumsuz AdamSait Faik Abasıyanık,  İş Bankası Kültür Yayınları, 2013
5 Klasik Cumhuriyet Dönemi öykücülerinin canı neden çok sıkılır? Bu ayrı bir yazıyı hak ediyor.
6 Beş Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar,  Dergah Yayınları, 2016
7 Bu SuDavid Foster Wallace, Çeviri: Derin İnce, Siren Yayınları, 2016
8  Kötü Çocuk TürkNurdan Gürbilek, Metis Kitap, 2016