Biyometrikoto-kat-portre of Ali Teoman

1993'te henüz 31 yaşındayken yazmak için mimarlığı bırakır. Fiili yapmasa da mimarlık eğitimi onu değiştirmiştir, bunu kendi de ifade eder... Ali Teoman yaşasaydı bugün 56 yaşında olacaktı...

07 Temmuz 2018 18:55

 

“İşleri gitgide karıştırdığının farkında mısın? Kimin neyi söylediği bile belli olmuyor artık.”

“Belki de belli olmasını istemediğim içindir.”

“Ateş Ayinleri”, Taş Devri, s. 120

 

Hüznünüzü nasıl alırdınız? Açık, kapalı, sade, bürümcüklü, havayi, ironik, kunt? Sonunda yazılmış olan odur. Emin misiniz sizin olduğuna? Ekmek Kur’an çarpsın ki, evet şurada duran ıstırap benim. Hüzün sözcüğünü tercih etmişti halbuse yazar. Mümkünü yok, bir sözcük ölüm kadar kat’î olabilir mi, hele ki bir başkasınca anlamlandırılmış olana nasıl güvenebiliriz biz? Gamınızı nasıl alırdınız?

Eserinin yazarın varlığına rağmen anonim bir yanı var ama bu bizi bir tezatlığa savuruyor; eserlerinden ötürü yazarın tanınmaya daha açık olduğunu sanıyoruz. Gustave Flaubert ben Madam Bovary’yim dediği için kafamız karışıyor. Yoksa nedir bu yazarı tanıma merakı? Bir yazarın öyküsünü okumak, çok sevmek, sonra diğerini, sonra romanını, ara ara anılarını, seyahatnamelerini, yazar ölmüşse mirasçısı ve yayınevinin el birliğiyle basılan sözgelimi yazarın belki de hiç yayımlatmak istemediği ilk şiirlerini dahi okumak, herkes kadar olan yaşamından bir melodram çıkarmak, giderek derinleşen bir saplantıyla yazar hakkında her şeyi öğrenmeyi arzulamak… bütün bu eylemlerin varacağı yeri biliyorum ben. Yazarın ve yazdığının arasına okuya okuya bir uçurum eklemek. Yazarı bir karaktere dönüştürmek. Ve çember kapanıyor; onun gerçekliğini merakın meramıyla kurguya çekmek. Hele ki ilk yazdığı eserde kendi adını sakınmış sırsever bir oyunsever üstadımız Ali Teoman için haddimize mi? Yaşasaydı bugün 56 yaşında olacaktı. Şimdi onun öykü evreninden, ona varan ve ister istemez sadık okuru bana da varan dolayısıyla bio mu oto mu olduğu bilinmeyen, paranoid şizofren bir portre yazısını okumaya başladınız. Size onun doğum gününde bir uçurum takdim etmenin gururuyla.

Öykü bir aynadır

 

"bir - bir ki – bir- bir ki

bir. Sürgit vuruyor hiç durmaksızın, sahi bilir misiniz nasıl?"

Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı, s. 15

O bildik edebiyat performansıyla ilgili kafama takılan bir soru, neden adı Nurten Ay olan bir kadını yazar rolüne seçmişti ilk öykü kitabıyla bir yarışmaya katılırken? Düşünelim. Oylumlu, romansı öykü kitabı Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı dört bölümden oluşuyor ancak en başta masal ve edebiyat ilişkisi üzerine bir deneme yer alıyor. Hâsılı birbiriyle apaçık olmasa da ilintili beş kısımdan oluşuyor kitap. “Öykü bir masaldır” diye ciddi bir iddiası var denemenin. Bununla kalmıyor, “Yaşam bir masaldır” da diyor. Sebebi ise ortanca öyküde de geçen Maynard Keynes’in “görecelidir gerçek” (s. 11 ve 23) ifadesi. Deneme kısmında Keynes’in adı geçmeden italik verilen bu tez, öyküde söyleyenin adıyla yer alıyor. Oysa denemelerde dipnotla kaynak belirtilmelidir, Ali Teoman türleri daha en başından böyle yıkıyor. “Gerçeğin bu göreceli olma özelliği öyküye de yansıyacaktır ve öykü artık bir aynadır.” (s. 11) Öykü masal olduğu gibi aynadır da. Baktığımızda kendimizi gördüğümüz. Aynayı nasıl okurdunuz?

Taş Devri, Ali Teoman, Yapı Kredi Yayınları[bir] (es) [bir 2] (es) [bir] (es) [bir 2] böyle okuduğumuzda bu ritmin öyküyü romana eviren çözüm olduğunu daha iyi anlıyoruz. Öykü ve roman bir. Birinci bölümde yaşlı kadın + konak; ikinci bölümde Selim + Zeynep; üçüncü bölümde Arif + Elias; dördüncü bölümde ise arzuhâlci ile anlatıcı iki ayrı kişiyken bir kişi olurlar, öykülerde hep ikili olan bu karakterler iç içe geçip yer değiştirir ve en nihayetinde yek olurlar. Ve yazılı dünyanın dışında, sözde bir gerçeklikte yazar Ali Teoman ile Nurten Ay yer değiştirmiştir, bu vurulmamış vuruştur bu yüzden ses diziliminde görünmez. “Vurulmamış vuruşların en az vurulmuşlar kadar önemli olduğunu bilir misiniz?” (s. 11) Öyleyse masal zamanı eritir ve istediği gibi sıvar. İsimler değişebilir, yerler değişebilir. Kurgu olduğunu bilsek de bizi inanma aşkıyla dolduran olaylar olmuş mudur ki? Yazar bizi apaçık uyardığına göre hayli şüpheli. Zaman hafızaya hapsolmuş bir gerçekliktir ne ki anlatı onu bozacak, dilden dile yayıldıkça görecelik oluşacaktır. Ancak anlatılanın yarattığı yeni gerçeklik gerçekliğe etki edecek, büyük bir “sürgit” tıpkı bir saat gibi aslında çok metodolojik işlenmiş kitapta doğruyu en az iki kere gösterebilecektir. 2. İki. Nurten Ay kadın olabilirdi ancak, Ali Teoman erkek olduğu için. Ve adı mahlas olabilecek denli seçilmiş gibi duran. Burada gizli kalmış bir oyun daha var, mahlas zannı veren gerçek bir isim. Vurulmuş vuruş.

Seçilmiş bir soyadı Teoman:Duygularını açmakta zorlanan, zaman zaman esrarengiz davranan hatta tanımakta zorlanılan, üzüntü ve sevinci bir arada yaşayan, gizemli olan, ticarete yatkın bir zekâya sahip olan, iş hayatında atılgan, enerjik olmasının yanı sıra olaylar karşısında sağduyulu davranan ve yaratıcılık özelliğine sahip olan bir kişilik enerjisine sahiptir,” (isim analizi, anneysen.com). Oğlunun Hun İmparatoru olmasının yetmeyeceği anneler için kurgulanmış zoraki bir “anlamlandırma” olduğunu mu düşünüyorsunuz siz de? Ama kısmen de olsa nasıl da uyuyor yazarımıza. Bir başkasınca anlamlandırılmış olana nasıl güvenebiliriz biz?

 

"İşin düşünce yanı hallolduktan sonra, yazmak rutin bir eylem neredeyse: Kendisini yazıyor öykü –benim üzerimden."

Gezgin Günce-Britanya Defterleri, s. 20

Mütemadiyen yazan, defter defter not tutan, titiz, takıntılı, düzenli, tedbirli bir kişiliği var. Bakmayın sokak çalgıcılığı yaptığına. Surdiplerini, köprüaltlarını yazdığına. Seyahatnamelerinden onu tanıyoruz. Gittiği kafelerde hep aynı masaya hep aynı açıyla oturan, yazmayı disiplin hâline getirmiş bir yazar var karşımızda. Sağını solunu dinleyen, gözleyen, yeni insanlarla kısa, gündelik dostluklar kuran, basketbol oynayan, yürüyen, yaşam dolu bir insan. Seyahatnameler ve günceler sorduruyor, bu alacakaranlık nereden kaynaklanıyor? 2006’da teşhis konulan beyin tümöründen sonra giderek artan bir tempoda yazıyor. Ve yazarak karşı koyuyor sanki. Zihninde ne varsa akıtıyor. Bütün yazımı sanki tek ve uzun bir bilinç akımı. Ne ki yazdıklarını çok kere yeniden okuyup düzeltiyor. Çalakalem hiç değil. En az dört dil biliyor, roman okur gibi sözlük okuyor, tarih okuyor, Enis Batur’u seviyor. Kendine yakın bulduğu yazarlar, Sevim Burak, Oğuz Atay, Hulki Aktunç, Bilge Karasu, Tezer Özlü. Thomas de Quinsey’nin Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet kitabından çok etkileniyor. Hemen her kitabını eşi Dilek’e ithaf ediyor.

Eşya/mekân/renk

“Eşyanın doğasında olan bu kullanılarak varolma özelliği benim hep ilgimi çekmiştir.” (Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı, s. 28). Bunu Selim söylese de biz Ali Teoman’ın da böyle düşündüğünü biliyoruz. Ayrıntıları betimlemek, ayrıntılar uydurmak onun yazarken en haz aldığı eylemler. Ali Teoman ayrıntılarda şeytanla yüzleşecek kadar başarılı. Surdibi Türküleri’nde (“Pervaneler”) Keşşafcan ve Ester Ağbi Genç Osman’ı boğmaya esterabim yaparlar, o ki kötülüğü bir sigara gibi çekmek için girecekleri sırayı bozacaklar belli ki. İki surdibi ayyaşının hayali başlayan ama gerçeğin dibine çekildiği şeytan girdabı bu. Okumak hep şeytanla yüzleşmek.

Ali Teoman’la meslektaşız. 1993’te henüz 31 yaşındayken yazmak için mimarlığı bırakır. Fiili yapmasa da mimarlık eğitimi onu değiştirmiştir, bunu kendi de ifade eder. Mimarî bilginin bütün olanaklarıyla yazısını mala izlerini belli etmeden zenginleştirir. İki öyküsündeki mekân anlatısında bu olanakları hayalet mimar edasıyla doruğa taşır; “Döngü” (Horasan Elyazması, 2009) ve “İnsansız Konağın İkonu” (İnsansız Konağın İkonu, 1993). “Döngü” kahramanın neden orada olduğu muğlak bir odada başlıyor, eşyasız, hasır sergili ve paravanla bölünmüş bir oda. Gizemli, gerilimli bir başlangıç. Kahraman diz çöktüğü yerden kalkıp paravana doğru yürüyor ve sonraki paragrafta başka bir zamana ve mekâna atlıyoruz, bir banyo gelen gizemli bir mektup o kadar. Sonraki paragrafta ise Ortadoğu şehirlerini anımsatan sokaklarda dolaşıyor kahraman. Şehir tüm ayrıntılarıyla gözlerimizde canlanıyor. Gerilimli bir yürüyüş bu, en sonunda bir çocuğun yönlendirmesiyle bir mekâna girdiğini anlıyoruz. Bu mekân ilk paragraftaki mekân ama gizemi biraz daha çözülüyor, paravanın arkasında bir kadının olduğunu biliyoruz artık. Kısa öykünün hepsi bu kadar; mekânların döngüsü olay örgüsünü oluşturan. Bir olay vuku bulmasa da iç ve dış mekânların farklılaşan anlatımları bizi atmosferden atmosfere atıyor. Evet, döngü başımızı döndürüyor.

Jorasan Elyazması, Ali Teoman, Yapı Kredi Yayınları“İnsansız Konağın İkonu”nu okurken Haliç’te yanmış üç ahşap konağın içinde gerçekten vücut buluyoruz. Çatı fenerli sofaları, döşemelerin yanıp göçtüğü yerlerde toprağın engebeli sathını, yemyeşil yosun tutmuş kuzeye bakan ahşap yüzeyleri, bağdadi sıvası çatlamış duvarları, ahşap karkasların arasından çıkmış kırlangıç kuyruğu çıtaları, avizesi olmadan tavandan sarkan zincirleri, korkuluk babaları çürüyüp dökülmüş ahşap merdiven iskeletini, tasvirleri kararmış üç parçalı ikonu gözlerimizle görüyoruz. Ve sonra öykünün anlatıcısıyla arkadaşı Mürsel’in çocukluklarında yalının taşlığına oyun olsun diye gerdikleri siyah ibrişim örümcek ağı sahnesi. Öykünün diğer büyük kahramanları o sırada ağı makasla kesip rıhtıma geçerken, biz bir çocuk gibi küçülüp muhteşem ağın içinde bir köstebek gibi ilerliyoruz (s. 88). Bir aynaysa öykünün her anlamadığım yerinde yüzümün bir yeri silinir mi? Ya da anladığım yerinde?

Ahşapların onun sıfatlandırdığı şekilde “mantarlanmış” beyazlığına pek çok öyküsünde rastlarken Ali Teoman ve renk konusu aklımıza takılıyor. Renkler çok iyi seçilmiyor öykülerinde, her şey o kadar eskimiş ve eprimiş ve havı gitmiş ve yenmiş ve solmuş ve sararmış ve kir tutmuş ki. Sonra “Soluk Portre” öyküsünün kahramanı yetişiyor ve diyor: “Çünkü renklerin en güzeli hüzün…” (“İnsansız Konağın İkonu”, s. 52).

Biçim/dil/sözcük

 

"Öykü ve kurgu nasıl olur da karakterin yerine geçer, Mehmet?

Aklım almıyor bir türlü…"

Alacakaranlık Günce, 1992 (basım 20017)

Ali Teoman’ın bir dehası varsa hiç kuşkusuz biçimi ve kurgusundadır. Üsluplaşmayan biçimi onu edebiyatımızın karakter oyuncusu yapar. Rolden role girer. Deneysellikten öte bir direniştir bu. Onun için metin kendisi görünendir. Sinemalaşamaz, özetlenemez, taklit edilemez. Akışkan olduğu için de kendiliğinden doğmuş gibi, sanki yazının doğası oymuş gibi aykırı düşmez. Söyleyişlerin sonsuzluğunu bize kanıtlar gibidir. Mimarlığı elbette biçimciliğine etkendir çünkü malzemesi olan sözcüğü hatta harfi en güzel şekilde yerleştirmek ister. Anlam nasılsa vardır, ikincilleştirilebilir.

Ali Teoman performatif yazarlığına hep devam eder. Yoğun biçim denemeleri, eşsiz sözcük dizilimleri, öykülerine eklediği şekiller, harfleri sırasından düşürerek elde ettiği geometrilerle okurun okuma eylemini yönetir. Dizginler hep onun elindedir. Okuma yolculuğunun rotasını çizerken, okurun nefes alışverişine müdahale eder. Okuma eylemini yönetişi başlı başına bir yaratıdır. “Ayın En Solgun Evi” (Pervaneler, 1998), “Yumarak Bak Gözlerini” (Horasan Elyazması, 2009) “Senin Melekûtun”, “Portakal Soyması”, “Hayat Dersi”, “Triptik”, “Unutma Beni” (Taş Devri, 2011) öykülerini eşsiz yapan da budur. Pervaneler (1998) ve Taş Devri (2011) öykü kitapları onun öykücülüğünün iki doruk noktasıdır. Bunun yanı sıra Grotesk ve üstgerçekçi dili nedeniyle fantazya edebiyatına yakın bulunmasına benim gibi kendi de itiraz eder. Onun için fantazyada olumlu bir hava vardır, ancak kendi metinleri “siyah sular iklimi”1ndedir. Postmodern, gizemli, Romanesk, modern… nasıl tanımlanırsa tanımlansın öyküleri yenilikçi, keşifçi ve özgündür. Belki de okurdur yazarın uçurumu.

"Sözlüklerde bulunmayan sözleri sezmek durumundayız."

“Hayat Dersi”, Taş Devri, s. 29

Sözcük seçme tutkusunun salt nedeni tarihsel öğeler taşıyan öykülerinde atmosfer sağlamak amacı olmasa gerek. Eski dilden, argodan, gündelik dilden, şiveden, ağızdan bir eşya gibi topladığı yaşayan yaşamayan sözcükler, bu sözcüklerin kusursuz yerleştirilmesi, ara ara tekrarlanması atmosferden daha fazlasını taşır. Gözermi, bekingen, mürur, zail, peyke, heyken, mülevves, izale, bikr, kiniş, mesamat, şebabet, direy, bitey, ıssık, kunt, duçar, lahza, karaçula ve lugaz… Lugaz/lügaz: Divan Edebiyatı’nda manzum bilmecedir. “Pervaneler” öyküsünde geçen lugaz sözcüğü tam da onun bize bıraktığı metinlerin türü için bir anahtardır. Bazen eski dil o kadar yoğunlaşır ki hiçbir şey anlamadığımızı düşünürüz, sözlükle baş edilecek gibi değildir ve öyküyü tekrar okuruz. O zaman sözcüklerin de canlı kanlı birer karakter olduğunu anlarız. Sözcükler eşya gibi kullanıldıkça varolacaktır. Sonra, kelime de üretir; göreyorum2, yaşamdüş, düşölüm, korkudüş, düşgerçek, acıdüş, düşkaçış, sondüş.3 Öykülerinde İngilizce ve Latince epigraflar, Almanca ve Fransızca tümce ve sözcükler, Arapça, Farsça ve öz Türkçenin yanında yöresinde gezinirken, Fransızca alfabeyle Türkçe cümleler, kelime oyunları, tekerlemeler, eş sesli sözcüklerle sayıklamalar, imla ve yazımı bozan tümceler, tutarsız bilinç akışındaki pasajlar, uzun dipnotlar, araya giren ilgisiz diyaloglar onun dil evreninin ne kadar geniş olduğunu gösterir. Saçmadan güç bulur. Saçma değerlidir. Değerli olduğu için de saçma değildir.

Masallar, kutsal metinler, ansiklopediler, tiyatro metinleri, geleneksel kültür (Karagöz Hacıvat dili), sözlükler onun beslendiği kaynaklardır. “Bir Varmış Bir Yokmuş-bis” (Horasan Elyazması, 2009) öyküsünde Enis Batur’un metni üzerine yeniden yazımı dener. “Horasan Elyazması” adlı öykü de ise tarihi belge-gerçeklik- kurgu-tanık arasında gidip gelen Sebaldyen4 etki gözlenir. Öykülerinin giderek bireysel olandan toplumsal olana doğru evirilmesiyle bizi yine şaşırtır. Taş Devri (2011) onun ölmeden önce yayımlattığı son öykü kitabıdır. “Kuşlar” adlı öyküde doğa ekseni üzerinden savaşı eleştirir. Kuşları ansiklopedik dille sıralar ve insansı bakışın bıraktığı zalim iştahı maddeler. “Taş Devri” adlı öyküde ise Şırnak’ta askerliği sırasında bacaklarını kaybeden asteğmenin hayatına giren birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü albayları, edebiyat tarihinin “albay” sözcüğüne olan hassasiyetiyle okuruz. Heykeltıraş olan asteğmenin birinci albayı babasıdır. Oysa İnsansız Konağın İkonu (1993) adlı ikinci öykü kitabında, “Sevginin Sıcak Ülkesi” öyküsünde sıradan bir ev kadınına ve onun beceriksiz kocasına Ali Teoman’dan beklenmeyecek denli sade bir dille karşılaşırız. Kadın ve erkek farkının apaçık ortaya konduğu, kadının üstün çizildiği bu öyküye Fesleğenler’in sıradanmış gibi görünen ama en sonda anladığımız üzere aşkını özgür yaşayan kadın karakter de eklenir. Tüm bunların yanı sıra, geleneksel ve masalsı olandan aldığı ilhamla maskülen bir dilin içinde zaman zaman boğulduğunu da eklemek gerekir. Karakterleri çoğunlukla erkektir ve eski dil onu zaman zaman sert, katı ve köşeli bir sese mahkûm eder. Yazdıkları komiktir ama gülmeyiz. Gülmemizi tutan şey onun edebiyat sırrıdır. 5

Bir portre ne kadar otoportre içerir? Bir biyografi ne kadar otobiyografi? Okuduğum onca öykünün ne kadarını ben yazdım, ben düşledim? Okura/bana mekân açan, misafir eden, cezbeden, doğruluk taslamadan kör edercesine gösterdiği isyanda ya da ikimizin birlikte kaybettiğimiz irtifada (uçurum) ona son kez el sallamak, veda etmek için uygun bir an bu. Düşüş sonucunu boyutun, salt bağlamsal varoluşun da yitirilmesiyle bütünleşmiş olacak.6 Yedi yıl sustum. Şibolet. 7

 

1 “Ateş Ayinleri”, Taş Devri, s. 119, Yapı Kredi Yayınları, 2011
2 “Görünüm”, Taş Devri, s. 111, Yapı Kredi Yayınları, 2011
3 “ Yumarak Bak Gözlerini”, Horasan Elyazması, Yapı Kredi Yayınları, 2009
4 W. G. Sebald (1944-2001), Alman yazar
5 Ölümünden sonra ardında bıraktığı metinlerden yayımlanan Kırık Kalpler Terzihanesinin (2012) bir önsözü olmadığı ve öykülerin ne zaman yazıldığını kesin olarak bilmediğim için ve aynı şekilde Öykü Uçları’nı bu “göreyorum” öykü dizgesine almamayı tercih ettim. Öykü Uçları benim açımdan epifani kuramadığı için Ali Teoman’ın edebiyatında özel bir etkiyi barındırmıyor. Yazarın bu metinleri yayımlatmak isteyip istemediğini de önsöz olmadığı için bilemiyoruz. Ayrıca Ali Teoman’ın bazı eserleri dipnotlu özel baskıyı hak ediyor. Hakkında bir tez var ama o da 2020’ye dek kapanmış yazarı tarafından. Ali Teoman edebiyatı için daha çok araştırma yapılması dileğiyle. Bize kalan bir deryadır.
6 Meleğin Düşüşü, Taş Devri, s. 126, Yapı Kredi Yayınları, 2011
7 (şibolet: Kore Savaşı’nda Amerikan askerlerinin Korelileri ayırmak için esirlere söylettiği sözcük.) “İkileme”, Taş Devri, sayfa 54, Yapı Kredi Yayınları, 2011