Gazeteci Ahmet Altan’la romancı Ahmet Altan’ın Türkiye alegorisi üzerinden hesaplaşması

Ahmet Altan Son Oyun’da hikâyesine mekân olarak, sonunda yangın yerine dönen bir cennet kasaba yaratmış. Bu “kasaba” alegorisiyle, Türkiye Cumhuriyeti’ne gönderme yapıyor ve oldukça keskin eleştiriler yöneltiyor

13 Kasım 2016 14:00

Son Oyun, bir cinayet romanı olduğu iddiasında. Oysa romanı biraz yakından inceleyince bunun doğru olmadığını görebiliyoruz. Ahmet Altan romanı kendi iç hesaplaşması olarak kurgulamış ve bunu bir Türkiye alegorisinin içine monte etmiş. Altan’ın romanına yerleştirdiği semboller, sembol kişiler çözümlendiğinde, karşımızda gazetecilikle romancılık arasında tercih yapmak durumunda kalmış bir “yazarın” hikâyesini buluyoruz. Ahmet Altan, gazeteciliği bırakışını bir “cinayet” olarak ele almış. Fakat bu yazıda açıkça göreceğiz ki, romanın sonunda işlenen cinayet, bir temsilden ibaret. Son Oyun’da ne ölen var, ne de katil..

Ahmet Altan bu kadarla da yetinmemiş. Hikâyesine mekân olarak, sonunda yangın yerine dönen bir cennet kasaba yaratmış. Bu “kasaba” alegorisiyle Altan, Türkiye Cumhuriyeti’ne gönderme yapıyor ve oldukça keskin eleştiriler yöneltiyor.

Son Oyun’u çıkar çıkmaz okumuş, aşağıda paylaşacağım tespitleri yapmış; ancak roman hakkında bir yazı yazmayı gerekli görmemiştim. Son olarak Altan’ın tutuklanması romandan söz etmeyi gerekli kıldı. Son Oyun’un sonunda sirenler tarafından kuşatılan bir roman yazarını anlatıyordu Ahmet Altan. Pek çok şeyin ardından bu öngörüsü de gerçekleşiyordu. Kurmaca ve gerçek hayatın birebir örtüştüğü ender romanlardan biriydi Son Oyun. Uslanmaz muhalif Ahmet Altan’ın “Son Oyun”uydu. Üstünde konuşulmalıydı.

Ancak ülke siyasetinin bu kadar hoşgörüsüz, devletin bu kadar ceberut olduğu bir dönemde Son Oyun’un şimdiye kadar gizli kalmış bu yanından, içerdiği ulusal alegoriden söz etmenin sırası mıydı? Romanda istismara müsait pek çok ifade vardı ve bunlar Ahmet Altan’ın başını daha da ağrıtabilirdi. Her ne kadar, bugünün egemenlerinden böylesi tespitler beklemek iltifatsa da, “suç unsuru” bulmakta sergiledikleri yaratıcılık göz korkutuyor. İşte bu düşünceler bu yazının yazılmasını bir hayli geciktirdi. Oysa gözaltının ilk anlarından başlayarak, romandaki imaların çok daha fazlasını açık açık söyleyen, her türlü bedele rağmen söylemeye devam eden bir yazar için acele ediyorum şimdi.

Son Oyun okurlarla 2013 yılında buluştu. Yani, Altan’ın bir önceki romanı, En Uzun Gece’den tam sekiz yıl sonra. Altan’ın romancılığındaki en uzun aradır bu. Bu uzun araya Taraf gazetesinde geçirilen altı yıla yakın zamanın neden olduğunu tahmin etmek güç değil. Zaten Altan da 2012’deki istifasını, “asıl işime, romanıma dönüyorum” diyerek açıklıyordu. Bir yıl sonra da Son Oyun piyasaya çıktı. Biz okurlar için, bu aşamada asıl ilginç olan, Altan’ın Son Oyun’da karşımıza çıkardığı kahramanın da, aynı kendisi gibi, uzun süredir roman yazamamış bir romancı olması. Evet, Altan’la kahramanı arasındaki bu örtüşme, kimi okurlar için “dikkat!” uyarısı anlamına gelmeli.

Bu noktada romanı kısaca hatırlamakta yarar var: Romanın kahramanı gizemli bir adam. Uzun süredir roman yazamamış bir romancı. Başlarda tüm bilgilerimiz bu kadar; dolayısıyla zihnimizde kolayca Ahmet Altan’la özdeşleşebiliyor. Bu romancımız bir kasabaya geliyor ve uzun süredir yazamadığı “cinayet romanını” burada yazmaya karar veriyor. Gelişinin üstünden çok geçmeden, romancımız “kasabanın en tehlikeli iki adamının karılarıyla” düşüp kalkmaya başlıyor. Bu sırada kasabanın en tehlikeli iki adamı da “iktidar” kavgası yüzünden birbirlerine düşüyorlar. Romanın sonunda savaşa dönüşen kavga yüzünden kasaba yanıp yıkılıyor. Romancımız ise asıl sevdiği kadının hayatını kurtarmak için, ilişkide olduğu diğer kadını vurup öldürüyor (mu? Bunu sonra göreceğiz…). Şimdi, burada, bütün basitlikleri, klişeleri ile bir “çoksatar” romanla karşılaştığımızı sanırım Ahmet Altan’ın kendisi de kabul eder. Fakat Ahmet Altan bununla yetinmemiş, romanındaki kişilere sembolik özellikler vermiş; bazı kelimeleri bağlamlarından koparıp (“cinayet”, “sevişmek” vb.) bunlardan semboller türetmiş. Sonuçta romana biraz dikkatle baktığımızda, karşımızdakinin sadece bir “çoksatar” değil, çok katmanlı modern bir metin olduğunu da görebiliyoruz.

Altan’ın Son Oyun’daki kurgusu aslında çok basit: Romanda iki tane kadın karakter var. Bunlardan birisini “gazeteciliği”, diğerini de “romancılığı” temsil eden sembollere dönüştürdün mü, kasabayı da “Türkiye” modeline uyarladın mı, işin çoğu kotarılmış oluyor. Ancak elbette, bunu başarmak, söylemekten daha zor. Şimdi Altan’ın bunu nasıl başardığını görelim. Bunun için önce, romancımızın ilişkiye girdiği iki kadını, “Zuhal” ve “Kamile Hanım”ı birer sembol olarak değerlendireceğiz. Daha sonra da “Kamile Hanım”ın sözde öldürüldüğü cinayete yakından bakacağız. Roman’ın Ahmet Altan’ın hayatıyla kesişen kısmı böylece açığa çıkmış olacak. “Kasaba”, “Belediye Başkanı”, “Hazine” gibi sembollerle sınırlandırdığımız Türkiye alegorisine ise son kısımda bakacağız.

Zuhal: Son Oyun’daki kahramanın iki kadınla birden ilişkisi vardı. Bunlardan genç ve güzel olanı, romancımızın asıl sevdiği kadın, Zuhal. Öncelikle, Ahmet Altan’ı karaktere seçtiği isim nedeniyle tebrik etmek gerek. Zuhal, Satürn gezegeninin Arapçası. Etrafındaki halka nedeniyle, Güneş sisteminin en dikkat çeken gezegeni. Tamamen gazlardan oluştuğu düşünülüyor. Yani, katı bir kütlesi, üzerinde durulacak sağlam bir zemini yok. Altan’ın karakterini inceleyince, bu ismin ona ne kadar uygun olduğunu görebiliyoruz. Kavranması zor bir karakter Zuhal. Belirsizliklerle dolu.  Zuhal’in hayatındaki iki erkek de (birisi bizim romancı) onu bir türlü anlayamıyor, ne istediğini çözemiyorlar. Kolay yoldan “Ne istediğini bilmeyen dengesiz bir kadın” denebilecekken, Ahmet Altan bize engel oluyor. Zuhal’in bir sembol olduğunu bizlere sezdiriyor. Aşağıdaki satırlara bir göz atalım. Bunlar romancımızın Zuhal’i ilk gördüğü bölümden alındı. Buradaki tanımlar, etten kemikten bir kadından ziyade, bir metaforla karşı karşıya olduğumuzu sezdiriyor.

Onunla tanıştığım ilk günü şimdi bile bütün ayrıntılarıyla hatırlıyorum. (…)

Garip ama zihnimde yüzü değil, çizgileri olmayan bir ışık kalmıştı önce, o ışığın ne olduğunu merak edip bakmıştım.

Çok parlak gözleri vardı ve ona bakan herkes gözlerinin ışığını görüyor, yüzünün güzelliğini ancak daha sonra fark edebiliyordu. (…)

Çok sakindi.

Sükûneti yerçekimi gibiydi, herkesi kendine çekiyordu, bazen eşyaların bile ona hareketlendiklerini sanıyordum. (s. 5) 

Roman boyunca Zuhal’in tarifi böyle tuhaf ifadelerle sürüp gidiyor. “Sonra kalkıp süzülen bir ışık gibi yanımdan geç[ti]”, “Sesi çok sakindi, sanki fısıltı gibiydi”, “çarşafın altından görünen ayakları beyaz bir duman gibiydi” (s. 249) vs. Zuhal genel olarak böyle belirsiz. Hem sadece fiziksel olarak değil, duygusal olarak da. Örneğin, âşık olduğu adamdan kurtulmak istiyor, bunun için de ondan çocuk yapmaya karar veriyor (?).

Zuhal’in bir metafor ya da bir sembol olduğunu anlamak kolay; fakat çözümlemek o kadar kolay değil. Çünkü romanın son çeyreğine kadar, “Zuhal” kendini bir türlü ele vermiyor. Hakkında yapılan bütün yorumları birer birer geri püskürtüyor. Ama sonra, birdenbire, birkaç sayfa içinde “ilham perisi” olarak beliriveriyor. Romanın 276’ncı sayfasına gelindiğinde, nihayet romancımız, “Benim yazmayı düşündüğüm romana yardım etmeyi o günlerde kendisine görev edinmişti. Hergün yeni öneriler, fikirler yazıyordu bana” diyerek bizlere ilk ipucunu bahşediyor. Bundan sonra, Zuhal’in verdiği fikirleri okuyoruz. Elbette, hepsi Son Oyun’un özeti gibi…

“[A]dam aşk konusunda tecrübeli bir yazar… kadın da bir adama deliler gibi tutkun… tutkunun esiri olmuş artık ondan kurtulmaya bile çabalamıyor… bundan garip bir zevk aldığı bile söylenebilir (…) Bence sen bunu iyi anlatırsın”. (s. 276, 277) Zuhal bu kadarla kalmıyor, sonraki bölümlerde de uzun uzun zaten okumakta olduğumuz romanı bize anlatıyor.

Demek ki, romanın yazılması için ilhamı, “Zuhal” vermiş. Ama Zuhal’in hayatında romancımızdan başka bir erkek daha vardı. Belediye Başkanı Mustafa’yla da ilişkisi vardı Zuhal’in. Belediye Başkanı’nın ilham perisi olur mu? Nasıl olur? Romancımız aynı sayfada açıklıyor. “Bana romanımda yardım etmeye uğraşırken Mustafa’ya da kasabadaki işlerinde yardım etmeye çalıştığını tahmin edebiliyordum” (s. 277, 278) dedikten sonra, Mustafa’nın ağzından anlatıyor:

Bak, dedi, dünyanın en güzel kasabası burası… Şu sahile, tepelere, zeytin ağaçlarına, bağlara, meyveliklere bak… Daha güzel bir yer gördün mü? Görmemişsindir. Her sabah buraya bir kere daha hayran olarak uyanıyorum. Her sabah belediyeye gelmeden tepelere çıkıp kasabayı seyrediyorum.

Gerçek bir heyecanla anlatıyordu.

Bir de kasabanın içine, o çirkin binalara bak… Yakışıyor mu bu güzelliğe. Allahın güzelliğini bu kadar çirkinleştirmeye hakkımız var mı?

İçini çekti.

(…) Kasabadaki o çirkin binaları yıksak, sahili büyük, kocaman plaja çevirsek, küçük şık oteller yapsak, eski binaları ortaya çıkarsak, kiliseyi tamir (…) (s. 280)

Böyle devam edip gidiyor…

Bu satırlardan başlayarak, ta romanın sonuna kadar “Zuhal”, “ilham perisi” olarak kolaylıkla okunabiliyor.

“Zuhal”in değerlendirmesine son vermeden önce, Zuhal’in romancımıza gelip “Sat beni!” dediği kısma dikkat çekmek gerekiyor. Bu kısım övgüye değer olduğu kadar, düşündürücü de. Her romanı “çoksatar” listelerinde boy gösteren Ahmet Altan’ın kendi yazarlığının farkında olduğunu, böylesini bilerek tercih ettiğini ortaya çıkarıyor. Altan’ın edebiyatı bilen, ancak ülkesindeki edebi seviyenin farkında bir yazar olduğunu gösteriyor. Sanki “Daha iyisi elimden gelir ama, bu kadarı size yeter” diyor Altan.

Kamile Hanım: Kamile Hanım’ın gazeteciliği temsil ettiğini Ahmet Altan’ın kişisel yaşantısına bakmadan, sadece metin üzerinden ispatlamak mümkün değil. Doğrusunu söylemek gerekirse, romanın sonundaki cinayete gelinceye kadar Kamile Hanım’ın bir sembol karakter olduğunu tahmin etmek dahi güç. Ancak romanın sonunda kahramanın iki kadın arasında kalması, bu kadınlardan birinin “ilham perisi” olması, diğer kadının da başka bir şey olabileceğini, öyle icap edeceğini düşündürüyor. Bunun üzerine geriye doğru romanı tekrar gözden geçirip Kamile Hanım’a bir daha bakarsak, Kamile Hanım’ın da bir sembol olduğu görülüyor.

Ahmet Altan, “Kamile Hanım”ı kurgularken modern edebiyatın araçlarından biri olan “karşıtlıklar”dan yararlanmış. Zuhal neyse, Kamile Hanım tam tersi: Zuhal genç ve tecrübesiz, Kamile Hanım yaşlı ve olgun. Zuhal güzel ve dikkat çekici, bu özellikler Kamile Hanım’da asla yok. Zuhal alabildiğine duygusal, Kamile Hanım her zaman mantıklı ve soğukkanlı. Yardımsever Zuhal’in tersine, Kamile Hanım “bencil ve açgözlü” (s. 192) Örnekler çoğaltılabilir, ama Altan bunlarla yetinmemiş, çok zarif bir şey daha yapmış. Kamile Hanım’ı çok net bir şekilde betimlemiş. Az önce incelediğimiz Zuhal’in aksine, Kamile Hanım romanın en kanlı canlı karakteri. Zuhal hakkında hiçbir fiziksel bilgi vermeyen Altan, Kamile Hanım’ı oturduğunda karnında beliren “bombelere” kadar anlatıyor (s. 186). Dikkat edilirse, romandaki hiçbir karakterin böyle detaylıca betimlenmediği görülecektir. Aslında Kamile Hanım’ın bir sembol olduğunu gizleyen biraz da bu “netlik”. Ancak bu sayede Altan, sadece romanın en gerçekçi karakterini yaratmakla kalmıyor, “Zuhal”le aralarındaki karşıtlığı bir kez de böylece vurguluyor.

Yine de tüm bunların “gazetecilikle” bir ilgisi yok. Ahmet Altan’ı bir yana bırakıp, sadece metni esas aldığımızda, “Kamile Hanım” için söylenebilecek tek kesin şey, “Zuhal”in karşıtı olduğudur. Eğer, “Zuhal”in “ilham perisi” olduğunu düşünüyorsak, “Kamile Hanım” ilham perisini kaçıran herhangi bir şey olabilir. En yakın ihtimal, “Kamile” adının da ima ettiği gibi, “akıl” ya da “mantık” gibi bir şey olmasıdır. Ahmet Altan farklı yorumlara engel olmamak için tam durması gereken yerde durmuş. Alegorinin kolaycılığına yanaşmamış. Biz de duralım.

Cinayet: Nihayet finale geldik. Romancımız Kamile Hanım’ın Zuhal’i öldürteceği zannına kapılıyor, buna engel olmak için silahını çekip Kamile Hanım’a doğrultuyor. Kamile Hanım silaha eliyle vuruyor, silah ateş alıyor. Romancı “Hiç kan görmedim” dediği halde, katil olduğuna inanarak evden ayrılıyor. Sırasıyla gidelim. Önce, Kamile Hanım gerçekten Zuhal’in ölümüne neden olacak mıydı? Bakın romancımızın kendisi ne diyor:

O anda Kamile Hanım’ın onları öldüreceğine emindim, yürüdükçe kuşkularım arttı, yanlış anlamış olup olmadığımı bilmiyorum şimdi ama o yüzündeki ifadeyi gördüm, yanlış anlamış olamam.

O kararlılığı gördüm.

Gene de hiçbir zaman emin olamayacağım.

Bize söz kalmadı. O anda buna inanmış, ama şimdi emin değil. Diğer soru şu: Kamile Hanım gerçekten öldü mü? Ahmet Altan bizleri işte tam burada oyuna getirmiş. Romanın başından beri zihinlerimize “cinayet romanı” fikrini kazıdığı için, romanın sonunda silah patlayınca “tamam!” diyoruz. Oysa bu nasıl cinayet?  Öncelikle Kamile Hanım silaha vuruyor, silah öyle ateş alıyor. Sonra, romancımız ne çabuk karar veriyor Kamile Hanım’ın öldüğüne! Ne nabzına bakıyor, ne yardım çağırıyor…

Şu “cinayete” bir daha bakalım:

Tabancayı çıkardım. 

Bunu niye yaptığımı bilmiyorum, sanırım onu korkutmak istedim çünkü sadece telefonun düğmesine basması yetecekti bütün kaderi değiştirmeye. Korkutup durdurmak istedim. O kadar. Sonra ne yapacağımı hiç bilmiyordum.

Ayağa kalktı.

Çok öfkeli, çok kararlı, çok küçümseyici bir ifade vardı yüzünde.

Elime vurdu.

Ondan sonrasını fazla hatırlamıyorum.

Tabancanın sesini duydum yalnızca.

Sonra Kamile Hanım bir şey söylemek ister gibi ağzını açtı, yüzünü buruşturdu, bir kolunu havaya kaldırdı, diğerini karnına bastırdı, dizlerinin üstüne yıkıldığını gördüm, hiç kan görmedim. (s. 406)

Romancımız, katil oldum diyerek sokakta bir banka oturuyor ve “cinayeti” bizlere anlatmaya başlıyor. Böylece metin kendi üstüne kapanmış oluyor, roman başa dönüyor. Şimdi, artık “cinayetin” işlenmediğini, gerçekte “Kamile Hanım”ın ve “Zuhal”in neyi temsil ettiğini, Ahmet Altan’ın değil Kamile Hanım’ı öldürmek, onun yaralanmasına bile müsaade etmeyeceğini (“hiç kan görmedim”), buna karşılık, “Zuhal”i pazarlamaktan çekinmeyeceğini görebiliyoruz. Artık “katil” olduğunu sanan saf bir romancıyla “cinayet romanı” okurlarını ve hiç de saf olmayan bir romancıyla onun okurlarını da beraber görebiliyoruz. Romancı Altan’ın niyeti, bir taşla iki kuşu birden vurmak.

Başardığını söyleyebiliriz.

Gelelim, romandaki ulusal alegoriye; yani bugünler için çetrefil sayılacak kısmına. Burada Altan’ın bütün eleştirilerini kelime kelime açığa çıkarmayacağız. Ancak aşağıda çözümlenecek sembollerin izini süren her okur, bunu kendisi de başarabilecek. Romancımız, uzun süredir istediği “cinayet romanını” yazmak için bir kasabaya geliyor. Tesadüfen uğradığı bu kasabada Köfteci Remzi’nin köftelerini çok beğenince, yerleşmeye karar veriyor. Köfteci Remzi’nin çok ünlü bir markayı çağrıştırdığını söylemeye gerek yok. Hele ki romanın ilerleyen bölümlerinde, Köfteci Remzi’de Ramiz’le olan buluşmayı okuyunca, akla “sübliminal reklam” şüphesi gelmiyor değil. Geçelim. Romancımızın yerleştiği kasaba bir hayli sıra dışı. Kasabada sürekli cinayet işleniyor, ama halk bunu kanıksamış, günlük hayat sekteye uğramıyor. Bu kasabanın bir de Belediye Başkanı var. Başlarda halkın desteklediği, çalışkan bir adam olarak görünüyor başkan, ama sonra iktidar hırsı yüzünden değişiyor. Kasabanın ileri gelenleriyle Başkan arasında artan gerilim, sonunda bir savaşa dönüşüyor, kasaba yanıp yıkılıyor. Bütün kavga, kasabada söylenen bir hazinenin etrafında yaşanıyor.

Şimdi, bu çok kısa ve iğreti özet bile, Ahmet Altan’ın Son Oyun’daki eleştirilerini anlatmaya yetiyordur. Sembolleri çözümlemeden önce belirtelim: Altan’ın romanda kurduğu alegorik semboller ve sembol kişiler kolayca çözümlenebiliyor. Üstünde durulacak bir nokta, yazarlık hüneri, ya da metinsel bir başarı yok. Bu anlamda, Altan’ın alegorisini ilginç yapan asıl unsur, Son Oyun’da okuduğumuz her şeyin, bir süreden beridir aynen Türkiye’de gerçekleşiyor olması. Gezi Olayları’ndan bile önce kaleme alınmış Son Oyun’da, şirket baskınlarından gizli dinlemelere, casusluktan baskı rejimi sahnelerine, darbeden iç savaşa kadar her şey var. Tüm bunlar kimi zaman kehanete varan öngörüleri andırıyor. Son Oyun, ülkenin gitmekte olduğu yerin baştan belli olduğunu gösterse de, “Yeni Türkiye’de”, Altan’ın üstakıl tarafından önceden bilgilendirildiğine delil sayılabilir.

Artık sembollere yakından bakabiliriz:

Kasaba”: Son Oyun, tümüyle isimsiz bir kasabada geçiyor. Cennete benzemesi, doğal güzellikleri bir yana, kasaba daha ilk satırlardan tuhaflıklarıyla dikkati çekiyor. Altan bu tuhaflıkların hepsine ikili anlamlar yüklemiş. Gözümüze çarpanları kısa kısa görelim:

Örneğin romanın ilk sayfalarında romancımız bir tabela görüyor: “Satılık deniz.” Romanda yorum yapılmıyor; ama Altan anlamamızı bekliyor: “Burada her şey rant!”

Ya da kasabada yediden yetmişe herkes esrar içiyor: “Herkes biraz sarhoştu. Kadınlar bile esrar içiyordu kasabada. ‘Sen ne diyorsun abi, burada bebeler bile içer’ diyorlardı.” (41) Altan yine anlamamızı bekliyor: “Topluca uçuyorlar. Ayakları yere basmıyor. Hayaller, rüyalar içinde yaşıyorlar.” Cinayetler de ayrı bir tuhaflık… Bu kasabada cinayetlerin doğal karşılandığı sayısız kez söyleniyor romanda. Bu “rutin” okurlara da gösteriliyor:

Sonra savcı geldi, bir de ona ifadeleri verdik, şöyle bir etrafa baktı. O da gitti.

Bir ambulans cesedi alıp götürdü.

Arkasından Kırkayak yerleri yıkadı, her şey eskisine döndü. Bir adamın öldüğünün izi kalmadı ortada. (…)

Remzi elinde çay bardağıyla masama oturdu, “Öldü ya,” dedi.

“Öldü hakikaten,” dedim. (63, 64)

Böylece, yavaş yavaş, kasabanın sıradan bir kasaba olmadığına, bir şeylerin temsili olduğuna ikna ediliyoruz. “Zaten bu kasabada her şey geçmişten kalmış gibiydi.” (37), “‘Kamu yararı’ sihirli bir sözcüktü bu kasabada, o ‘yarar’ için her şey yapılabiliyordu” (178) gibi ifadeler de eksik değil. Benzer örnekler istendiği kadar arttırılabilir. Neticede, Son Oyun’da “kasaba” denildiğinde, Türkiye ya da benzeri bir ülkenin kastedildiğini kavrıyoruz.

Yazarın sembol kullanımına yer verdiği romanlarda, ikili anlatımın daha ilk cümleden başlatılması neredeyse gelenekselleşmiş bir tutum. Ne var ki, bu ilk cümlenin içerdiği ima, ancak metin çözümlendikten sonra anlaşılır. Bu durum, Son Oyun’da da geçerli. Son Oyun’un ilk cümlesi kısa ve öz:

“Kasaba uyuyordu.”

İlk okumada özel bir anlamı yoktu. Sanırım şimdi, Altan’ın neyi ima ettiğini anladık. Herkesin “ot” içmesi gibi… “Uyuyoruz!”

Belediye Başkanı Mustafa: Bu kasabanın bir de belediye başkanı var. Aslında belediye başkanı için söylenecek çok fazla bir şey yok. Romancının aşk yaşadığı Zuhal, hem romancımız hem de biz okurlar için durumu özetliyor: “Oranın padişahı o.” (s. ) Bu ifadeyi Belediye Başkanı Mustafa fazlasıyla hak ediyor. Sonradan iktidar hırsıyla değişince, daha açık görebiliyoruz:

Yüzünde daha önce onda rastlamadığım bir ifade vardı. Diğer insanların göremediği bir gerçeği gördüğüne ve diğerlerinin hayal edemeyecekleri bir şey yapacağına inanan tutkulu bir adamın heyecanı, (…) bunu ne pahasına olursa olsun yapacağı konusundaki kararlılığı ve herkesten daha iyi ve akıllı olduğunu kabullenmenin kibri sinmişti bütün çizgilerine. (…) herkesin iyiliğine olanı tek başına, her engeli aşarak yapacağına inanmış birinin, kendinden başka herkesi küçümseyen ve karşısına çıkan herkesi ezmeye hazır ürkütücü iradesi görülüyordu (…) O biliyordu, o yapacaktı ve bunları anlatması gerektiğini bile düşünmüyordu, anlatmak zorunda kalmak öfkelendiriyordu onu. (s. 282)

Benzer ifadelerden bir hayli var Son Oyun’da. Romanda Mustafa’nın “çıldırdığı”, kasabayı bir felakete sürüklediği de sıklıkla söyleniyor. Aşağıda söz edilen “hazineyi” ise biraz sonra değerlendireceğiz:

Mustafa çıldırdı, kasabayı da çıldırttı.Mustafa nasıl çıldırdı?

Hazineyi tek başına ele geçirmeye çalışıyor, herkesi dışlıyor, kimseye saygı göstermiyor, kabalaşıyor… Kimsenin gücü olmasın istiyor ki o hazine yerini kazmaya başladığında karışan çıkmasın. (…) tepeyi ele geçirdiğinde zaten orayı ele geçirmiş tek adam oluyorsun… Hazine olsun ya da olmasın ondan sonra kasaba senin… kim bir daha sana karşı çıkabilir… (s. 265)

Son Oyun’da Ahmet Altan’ın isim seçimlerinde bilinçli davrandığını görebiliyoruz. Yukarıdaki ifadeler, “Mustafa” sembolünün temsil ettiği kişi hakkında fikir veriyor; ancak “Mustafa” ismi, Mustafa Kemal Atatürk’ü de çağrıştırıyor. Her halükârda “tek adam” demeye getiriyor Altan; lafını esirgemiyor, kimseyi kayırmıyor.

Hazine: Yukarıda da bahsi geçen hazine, Son Oyun’un temel sembollerinden biri. Ahmet Altan kutsal ve rantı bu tek sembolle anlatıyor: Kasabalıların tümü, kasabanın yaslandığı tepede İsa’nın gömülü olduğuna ve buradaki kilisede büyük bir hazine gizlendiğine inanıyorlar. Romancımız, sayısız defa bu hazinenin paranoyaklığa neden olduğunu, tüm kasabalıları delirttiğini söylüyor. Sonunda da bu hazine, kasabada toplu histeriye neden oluyor. Altan, bir milletin tüm kutsallarını içeren, ama para ve rantla da bağlantılı olan bu “hazinenin” varlığını romanda meçhul bırakıyor. Aşağıdaki alıntı, romanda sıkça sözü edilen “hazinenin” doğrudan görüldüğü tek yer:

“Burası mı” dedim hayal kırıklığıyla, “Burası” dedi Mustafa gülerek, “burası işte bütün kasabanın kalbi.” (…)

Çevreye bakındım.

Bomboş, küçücük, taş bir odaydı. Yerler taştı.

Hiç hayal ettiğim gibi bir yer çıkmamıştı.

Bir kasabanın bütün hayatını belirleyen, uğruna insanların öldüğü “efsane,” çökmüş bir binadan başka bir şey değildi. (…)

Burada bir şey yok, Mustafa (…)

Siz bunu anlayamazsınız, yabancılar bunu anlayamaz (…) Bu kasabayı yapan, bu kilise. Burada bir hazine olmasa bile biz inandığımız sürece var demektir. Burası bu kasabanın canı. Burası olmasa bu kasaba dağılır. Ayrıca, burada hazine var. (s. 207, 208)

Yabancıların anlayamadığı, tüm kasabalıların varlığına inandıkları, hem kutsal hem de rant getiren; ama sonunda kasabanın mahvına neden olan bu hazineyle ilgili birçok yorum yapılabilir. Tahmin ediyoruz, “hazine” sembolü bütün yorumları kapsayacaktır.

Yukarıda verilen bilgiler ışığında Son Oyun dikkatle okunduğunda, birbirinden ilginç daha pek çok ayrıntı ortaya çıkacaktır. Ahmet Altan’ın Son Oyun’u hâlâ okurların katılımını bekliyor.