Bizim ağıdımız sanat ve edebiyattır

Ağıt belki de sözden önce îcad edilmiştir. Çünkü ölüm sözden önce de vardı

11 Mayıs 2017 13:55

"Gılgamış Enkidu için ağladı durdu.
Tan vaktinin ilk ışınlarıyla,
sesini yükselterek Uruk’un gün görmüş
danışmanlarına ve pirlerine şöyle dedi:
Dinleyin beni Uruk’un ermişleri!
Arkadaşım Enkidu uğruna döküyorum gözyaşlarımı.
Yas tutan bir kadın gibi inliyorum.
Kardeşim için ağlıyorum.
Ey Enkidu! Kardeşim!
Yanımdaki baltam,
Elimin gücü, önümdeki kalkan, kuşağımdaki kılıç!
Sendin
En ender süs en görkemli giysi,
Uğursuz bir alınyazısı senden yoksun kıldı beni.”
(Gılgamış’ın ağıdı)

“Ölüm aklın en büyük yenilgisidir” der Polonyalı sosyolog ve filozof Zygmunt Bauman. Bu sözden hareketle, ölenin ardından yakılan ağıt dediğimiz melodili anlatının -melodili yakarışın da diyebiliriz- insanın varoluşuyla başlayan ve ölüm karşısındaki çaresizliği simgeleyen bir tür harmonik ses olayı olabileceğini varsayabiliriz. Ağıt belki de sözden önce îcad edilmiştir. Çünkü ölüm sözden önce de vardı. Dil ve alfabe insanlık tarihinin en önemli iki îcadıdır. Aristocu bir düşünüşle dile doğanın en başarılı ancak bir o kadar yetersiz taklididir diyebiliriz. Alfabeye ise sesin en başarılı ve yine bir o kadar yetersiz taklididir diyebiliriz. Sesten, dilden ve alfabeden oluşan ağıt için ise bilinmezliğin müziğidir demek yerinde olacaktır. Çünkü ölüm bilinemezdir. Yoktur. Hiçtir. Ölümden sonrası anlatılamaz, taklit edilemezdir. Ölümün taklit edilemezliği insanı görece taklit edilebilir bir doğa olayı olan doğumu taklide yaklaştırır. Buradan sanat doğacaktır. Sanat, insanın potansiyel ölüm duygusuna en yakın olduğu yerden doğar. Ve insan yaratır. Bu yaratıcı anlarda ya ruh (ya da edimler) akıldan, ya da akıl ruhtan ölümü anlamak için yardım diler. Aklın alfabesi ve ruhun nefesi birleşirler ve bir atın sağrısına binerek arkaik ve kanlı bir yolculuğa çıkarlar. Bu arkaik yolculuğun şarkısıdır ağıt. Bu yolculukta akan kanın sesidir ağıt. Hangi dilde söylenirse söylensin ölümlülük çilesinin şiiridir o.

Varlık, yaşam ile ölüm arasında bir yarıktır. Ağıt, işte tam bu yarıktan yükselir; hayattan. Çünkü insan doğduğu andan itibaren ölüme yaklaşır. Ölüm sırası bir şekilde savulmalıdır. Acı bir ölümün ardından, içte yanarak büyüyen ve vahşileşen ciğer teskin edilmelidir. O büyük vahşi, kanı tatmamalıdır. Bu sebeple o büyük vahşi yaratmalıdır!

Bugünün insanı için ağıt, kökensel bir kaynağa sahiptir. Sanat bu kökenden beslenir. Ölümlülük gerçeği ve ölümsüzlük arayışı ilkseldir. Sanat bu ilksel kökeni araştırır, ilksel kökenin törenini her zaman yeniden düzenler. Bu araştırma tabulara karşı bir direniş, bir ihlâl hareketidir. “Şiirsel hayvanlığımıza dönüştür.”(Georges Bataille) Gılgamış böyle bir yerden yakar ağıdını.

Ağıtlar ölüm dışında aşk, ayrılık, gurbet, açlık, yoksulluk, hastalık, doğal afetler gibi temaları da işlerler. Ancak en çok ölümdür ağıdın teması. Şöyle kabaca dahi olsa ağıtları derlediğimizde ölümün tarihini görürüz. Ağıtlar, klamlar (dengbêj anlatıları) ölüm öyküleridir. Ölmek aklın ve algının sonudur. Ancak akışın sonu değildir. Ses yok olmaz. O evrende akar durur. Etkileşime devam eder. Bu anlamıyla evren sonsuz bir ses bankasıdır. Ölenin ardından evren sessizliğe gömülmez, aksine sese boğulur. Dengbêjler “Ses, sözdür” derler. Bu toprakların eski insanları bunu teyit edercesine “Söz ağızdan bir kere çıkar” diyerek “Bir nehirde iki kere yıkanmaz” diyen Herakleitos’u olumlarlar. Söz tekrarlandığında ne zaman aynı zaman, ne kişi aynı kişidir. Her şey değişmiştir. Ses ölümü, kalanın acısını ve insanın ölüm karşısındaki çaresizliğini evrene bildirir.

Varlığı teskin eden ağıt denen ilksel müziğin yerini bugün bir anlamda sanat ve edebiyat almıştır. Her ne kadar dünyada ve ülkemizde geleneksel ağıtlar yakılmaya devam edilse de hayatın bir parçası olarak sanat bir anlamda ağıdın işlevini de görür. Nihayetinde her sanat eseri bir bilinmezliğin büyüsünü taşır. Ve her sanat eseri bir ölümün ardından gerçekleşir. Buradaki ölüm kavramı, artık sadece bir varlığın hayatını yitirmesinden ibaret değildir. O, doldurulması gereken bir boşluktur. Lacan’ın deyişiyle geri dönemeyeceğimiz “imgesel” varoluşumuzun yoksunluğudur. Bu boşluk ya da yoksunluk sanatçının damarlarında gezer ve onu yaratmaya çağırır. Bu boşluk oyun oynama edimini harekete geçirir. Bu sebeple ölüme doğru giden varlık çilesinin her ânı bir sanat eserine dönüşebilir.

Sanat hayatın ağıdıdır; ölenin, yitirilenin, özlenenin, aşkın, sevginin, açlığın, yoksulluğun, yoksunluğun, adaletsizliğin, hukuksuzluğun, eşitsizliğin, zulmün, sömürünün, acının; kısacası insana dair her şeyin ağıdı. “İnsanoğlunun hatırlaması için eziyet çekmesi gerekir” der Nietzsche. İnsan acı çektikçe, hatırladıkça güçlenir. Acı, unutmamak için tekrarlanmalıdır. Sanat bunu yapar. İran asıllı din bilgini Ebü’l Kâsım Zemahşerî bir kitabında “Hz. Hüseyin için ağlayanın ona Cennet’te kavuşacağını” söyler. “Kendisi için ağlayan ve ötekileri de ağlatan sevap işler. Bu da gücünü teşebbüh’den (taklitten) almaktadır” der.1 İnsan tekrarlamazsa unutur. Sanat mı değil mi tartışmasından bağımsız baktığımızda, İran’da her yıl yapılan ve Kerbela’nın acısını yeniden ve acıyla hatırlatan taziye törenleri bu anlamda ilginç bir örnektir.

Elbette sanat ve edebiyat ritüellerden kendi payına düşeni alacaktır. Acının ağıdını yakacaktır. Acıyla yaşamak için değil, yaşanan acıları unutmamak, yaşama umudunu kaybetmemek, yaşadığını fark etmek, bellek sahibi olmak, adaletsiz ölümlere alışmamak, içimizdeki kana susamış vahşiyi teskin etmek, ciğerimizdeki ölüm korkusunu bir süreliğine savmak için ağıt yakmalıyız. Bizim ağıdımız bilinmezliğin müziği olan sanat ve edebiyattır.

Yazı, cümleleri her ne kadar genellikle “dır, dir”lerle bitse de esasında ağıtları anlamayı, anlamlandırmayı arzu etmiştir. Ve her ne kadar Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu’da yaşanan savaşlardan, yakılan ağıtlardan bağımsız gibi görünse de her bir cümlenin kökü bu topraklardaki ölümlere dayanmaktadır.

Esasında bu yazıyı iki nedenle yazdım. Birincisi: Ayh dergisi2 çalışanlarından Elif Benan Tüfekçi’nin bana dergi için ağıtlar ile ilgili bir yazı yazmamı teklif etmesidir. İkincisi ise: uzun yıllardır Kürt hikâye anlatıcıları olan dengbêjler ve çîrokbêjler üzerine çalışırken doğal olarak ağıtlara da temas etmiş olduğum hâlde ağıtlar üzerine hiç düşünmemiş olmam ve ağıtları anlamamış olmamdır. Bu yazıya sebep olduğu için Benan’a teşekkür ederim.

Ayh dergisine bu ilk sayısında bu yazıya yer verdiği için teşekkür ediyor; başarılar ve uzun bir ömür diliyorum. Diliyorum ki Ayh, edebiyatın güçlü ağıtlarından biri olsun.

 

 

Görsel: Robert Motherwell imzalı İspanya Cumhuriyeti'ne Ağıt No. 70
1Ritüelden Drama, Metin And, Yapı Kredi Yayınları, s. 28-29
2 Maalesef Ayh dergisi, akıl almaz yasakçı OHAL yasalarından ötürü yayın hayatına başlayamamıştır.