"İnsanın doğasında direnmek vardır"

Mehmet Anıl: Gelişimi durduramazsınız. O, yeraltı suyu gibi toprağın altında akmaya devam eder. Dünyada hiçbir baskıcı rejim yok ki iktidarını ilelebet sürdürebilmiş olsun

18 Mayıs 2017 14:07

Mehmet Anıl’ın yeni romanı Afet, günümüzden yirmi yıl sonrasına götürüyor okuru ve bu gelecekte, Büyük Suriye Göçü ile karışmış, karışmış olmasının yanında bu yeni düzene yeni fakat “garip” bir sistemle cevap vermiş Türkiye’nin resmi sunuluyor. Resim içinde ise Anıl’ın kahramanları Muzo ve Peri sahne alıyor. Hikâyenin anlatıcısı babasını bulma umuduyla yola revan olmuş Muzo ama Afet sadece onun hikâyesi değil. Afet, Muzo ile beraber “vasatın, cehaletin, aptallığın rüküş saltanatına” teslim olmuş Türkiye’nin de hikâyesi. Tüm soruların yanıtı ise romana ismini de veren, dahası tüm hikâyeyi ele geçiren Afet’te... Mehmet Anıl’la romanını, Afet’i üzerine inşa ettiği düşüncelerini ve Afet’in kendisini konuştuk.

Romana girmeden ithafından başlayalım: "Hayırsever insanlara" adanmış Afet. Neden?

Kuşkusuz roman konusu bağlamında bir ithaf. Bu kitapta genel olarak azınlıklar konu ediliyor. Engelliler, eşcinseller, romanlar, yoksullar, sürgün edilmiş insanlar vs… Yani genel olarak ezilmişler. Çoğunluksa, “onlar”. Ben hayırsever insanları da azınlıklar arasına katıyorum. Dolayısıyla bu kitap onlara armağan olsun.

Afet, bugünden yirmi yıl ötesine uzanıyor ve o zaman diliminden bir hikâyeyi önümüze getiriyor. Bu hikâyede ise ülkenin geleceğine dair pek açıcı manzaralar yok. Sahi bu kadar karanlık bir gelecek mi görüyorsunuz? Umut hiç yok mu? Nasıl ve neden böyle bir ülke manzarası sunuyor Afet okuruna?

Umut her zaman vardır. Bunu geçelim. Dünyada hiçbir baskıcı rejim yok ki iktidarını ilelebet sürdürebilmiş olsun. Çünkü insanın doğasında direnmek vardır. Gelişimi durduramazsınız. O, yeraltı suyu gibi toprağın altında akmaya devam eder. Gücünüz olduğu sürece direnişi baskı altında tutabilirsiniz, o kadar. Sorunuzun yanıtını ben değil Afet versin: “Gerçek şu ki balım, devran sonsuza akan zaman çizgisi üzerinde ileri geri savruluyor. Bunda zaman bilimin kabahati yok. Yerküre, o sıralar üzerinde yaşayan insanların niteliklerine göre ya ilerliyor, ya geriliyor hepsi bu. Bizler, artık ne kadar şanslıysak dünyanın yaşanılası bir yer olduğu döneme ya denk düşüyor ya da ıskalayıp acı çekiyoruz.” Kozmik ölçekte 20 yıl nedir ki? Hiç kuşkunuz olmasın, gün gelecek Kuzey Kore dünyanın en özgürlükçü ülkelerinden biri olup çıkacak. Ama sonra ne olur Allah bilir.

Sanıyorum romanın ismi de buna bakarak çok "manidar". Hem hikâyenin hem de ülkenin gidişatı açısından...

Afet, Mehmet Anıl, Can YayınlarıBen ülkenin gidişatını afet ölçüsünde kötü bulmuyorum. Afet çok daha ağır koşulları, topyekûn yıkımı ifade eder. Ben Ortadoğu ülkelerinin hiçbirinde yaşanmamış cumhuriyet hafızasının eninde sonunda galebe çalacağına inanıyorum. Türk halkı bunun tadını aldı bir kere. Karşı olanlar bile aldı. Şah Rıza Pehlevi’nin İran’ı böyle değildi. Türkiye’de çağdaş dünya ile bütünleşmiş hiç de azımsanmayacak bir nüfus var. Nüfus derken içine kurumları, şirketleri, sanatı, kültürü de katıyorum. Örneğin Gezi olaylarında gördük ki mizah konusunda Türkiye tartışmasız dünyanın en gelişmiş ülkesi. Mizah zekâ işidir. Bu çok önemli. Acılar çekilecek, o ayrı. Ben Türkiye’yi Levi’s etiketinde atların iki ayrı yöne çekiştirdiği kot pantolona benzetiyorum. Yırtılır mı bilmem ama akıllı olan kazanacak. Yanıt bu kadar açık.

Bu anlamda bir "mektup" gibi âdeta Afet. Ama güne mi yoksa geleceğe mi yazılmış bu mektup; sanıyorum soru bu...

Haklısın. Aslında her roman (öykü, şiir) topluma yazılmış mektuplardır, güne ya da geleceğe hiç fark etmez. Önemli olan okuyanı üzerinde düşünmeye yöneltsin yeter. Bu arada mektup yazma alışkanlığımızı yitirmiş olmamız ne acı değil mi? SMS, WhatsApp mektubun yerini tutmuyor.

Yukarıdaki soruya paralel olarak gündemin yazdıklarınızı nasıl etkilediğini de sormak isterim. Dikkat ediyorum da yazarlarla söyleşi için bir araya geldiğimde mutlaka değindimiz bir mevzu oldu bu artık. Nedeni de yaşananların bir şekilde yazdıklarına sindiğinin görülmesi elbet. Sizde nedir durum?

Ben açıkçası bundan elimden geldiğince kaçınmaya çalışıyorum. Günlük olaylar, siyaset diyelim, edebiyatın içine direkt olarak girerse, küt diye, değerinden ve gücünden çok şey kaybeder. Her ortamda benzer şeyler konuşulup duruyor zaten, aynı lafları bir kez de biz tekrarlasak ne yazar? Antenlerim açık, yaşadığım ortamdan elbette etkileniyorum. Yazdıklarımı elbette etkiliyordur. Ne var ki, akıllı yazarın buna yenik düşmemesi gerekir. Roman her şeyden önce kurgudur. Metni politik manifestodan ayıran da budur. Kurgu (başka deyişle hikâye) ne kadar güçlü olursa, insanları etkileme gücü de o oranda yüksek olur. Yani edebiyat olur. Romanlarımın tamamında kurguya ne kadar kafa yorduğumu fark etmişsinizdir. Uzun iştir bu, meşakkatli mesaidir. Her fırsatta verdiğim örnek; savaş kötüdür, hepimiz biliyoruz. Barış, barış, barış… Ne var ki, dünya ateşten geçilmiyor. Demek ki laf salatası işe yaramıyor. Bir düşünürün dediği gibi dünyadaki bütün generaller Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını okumuş olsa, savaş çıkarmaya cesaret edemezler.

Afet'te açık seçik, slogan atan bir politik kimlik yok ama diğer yandan düpedüz politik dertleri olan bir roman... Bu politik derdi, kimliği anlatır mısınız?

Sorunun yanıtını az önce vermiş bulundum. Politik dertler kurgu içinde işlenirse etkileyicilik kazanır. Bir romanın sloganlarla dolup taşması onu diğer romanlardan daha politik kılmaz. Olsa olsa daha sıkıcı olur. Bilinçaltı (Moda deyişle subliminal) mesajlar her zaman doğrudan verilenlere kıyasla daha güçlüdür. Şu anda roman yazmayıp sorulara yanıt verdiğim için rahat rahat söyleyebilirim. Romanın politik derdi cahillik, keza benim de. İster neden olarak cahillik, ister sonuç olarak cahillik deyin, aynı kapıya çıkar. Cahillik derken okuma yazma bilmemekten bahsetmiyorum tabii.

Bu bağlamda edebiyatçının toplumsal sorumluluğu olduğunu düşünüyor musunuz peki?

Kesinlikle. Hiç kuşkusuz. Kadim tartışmayı abes buluyorum. Toplum için mi, sanat için mi? Her ikisi için de yahu! Bunlar birbirinden ayrılmaz ki. Deminden beri aynı şeyi anlatıyorum. Sanat herhangi bir derdi topluma bilinçaltı iletmenin en etkili yoludur. Yazar (ve düşünür ve ressam ve oyuncu ve müzisyen ve bilim insanı…) toplumun birkaç adım önünde yürüyen ve onu ileriye doğru milim milim çekiştiren kişidir. İlerleme böyle olur, durarak değil. O yüzden çoğu sanatçı toplumun gözüne aykırı görünür. K24’te biri ironik iki yazım vardı. Yazarına kıymet vermeyen topluma kızıyorum o ayrı.

Romanın bugünden yaklaşık yirmi yıl kadar ötesinde geçmesi, dile getirmek istediklerinize nasıl bir katkı sundu? Ya da sundu mu? Gelecek tasavvuru diyebileceğimiz romanın dünyasından size yansıyan anlatım olanakları nelerdi?

Yakın ya da uzak gelecekte yazmak hiç kuşkusuz yazara daha geniş bir özgürlük alanı sunuyor. Aman ne kadar saçma, denecek şeyleri pekâlâ bal gibi yazabiliyorsunuz. Öyle ya, beş yüz yıl sonra insanlar tepetakla yürüyecek desem hadi itiraz et bakalım. Şaka bir yana, yakın gelecekte yazmak toplumsal simülasyon olanağı sağlıyor yazara. Kim bilir belki de bir uyarı. Bakın aklınızı başınıza almazsanız şöyle şöyle şeyler olacak ey ahali! Uzak geleceği fantastik özelliğinden dolayı okur ciddiye almayabilir ama yakın gelecek yakınlığından dolayı inandırıcılığı yüksek bir çalışma alanı. Yanı sıra kurguya da çeşitlilik katma olanağı sağlıyor. Örneğin nakit kullanımı kayıt dışı ekonomiyi engellemek amacıyla yakın gelecekte mutlaka kalkacak. En azından gelişmiş ülkelerde. Bu da bana Derdederman Dilencilik Şirketi’ni uydurma olanağı veriyor.

Farklı bir kurgu yaratmışsınız Afet'te. Kahramanlarınızın yaşayacakları neredeyse romanın başında öğreniliyor ama buna rağmen romandan koparmıyor bu okuru...

Her şeyden önce ve her defasında farklı şeyler yazmak için kendimi zorlarım. Hem başkalarından hem kendimden. Gelgelelim bu çok yorucu bir uğraş. O nedenle çok çalışmama karşın hızlı yazamam. Afet yedinci romanım. On’u bulursam öp de başına koy. Sonradan olacakları ifşa etmek, en kritik gibi görünen sırları önceden fısıldamak bir eleştirmen arkadaşımızı yanılttığı gibi bir kusur değil. O kadar acemi sayılmam. Bu yöntemi başka romanlarımda da uyguladım. Ben bunu öncelikle kendime bir meydan okuma olarak görüyorum. Bir sırrı sona saklamak dünyanın en kolay işi. Hiç söz etmezsiniz olur biter. Ne var ki, “Aaa katil uşakmış”ın modası geçeli hayli oldu. Basit numaralarla işim yok, demek istiyorum okura. Onunla oyun oynamak, onu aldatmak istiyorum. Laf aramızda, çalışırken eğlenmek benim de hakkım. Okur, “hah çaktım mevzuyu,” diye sevinirken ben iki sayfa sonra hevesini kursağında bırakıveriyorum. Sonuçta bulmaca kitabı yazarı değilim. Okur sadece son sayfalarda şaşırsın keyiflensin istemiyorum. Bütün ve sür-git bir okuma hazzı sağlamanın peşindeyim. 260'ıncı sayfanın sonunda Muzo’ya, “Ama ben anlıyordum. Siz?” diye sordurmamın nedeni okuru kışkırtıp işi sona bırakmamaktı. Kim anımsamıyorum, bir yazar kitaba sondan başlamanın okuma hazzını ikiye katladığını iddia etmiş. Neden olmasın? Böylece yazarın hünerini sorgulama fırsatını da bulursunuz.

Romanın dili, üslubu üzerine de konuşalım... Önceki romanlarınızdan da biliyoruz; sıkıntılı mevzuları bile eğlenceli diyebileceğimiz, mizahını kendi içinde yaratan bir dille anlatıyorsunuz. Afet için de durum değişmiyor. Bu sadece kahramanlarınızla ilgili olmasa gerek...

Sanırım öyle. Yazarlık hayatımdan önce uzun süre iş dünyasında bulundum. Büyük ölçekli bir firmanın ortağıydım ve işim gereği önemli toplantılarda yer aldım. En ciddi görüşmeler esnasında bile zarif bir şakanın, kısacık bir fıkranın ortamı nasıl yumuşattığına defalarca tanık oldum. Bundan çok faydalandığımı söyleyebilirim. Çünkü küçücük bir kahkaha bizi büründüğümüz yapay rolden çıkartıp aslımıza döndürür. O anda yeniden kendimiz oluveririz. Yani insan. Romanlarımın mizahi metinler olduğu söylenemez. Ne var ki, sululuğa kaçmamak kaydıyla zekice yapılmış mizah ve ironi kullanmayı seviyorum. Anlatmak istediğiniz derdin böylece daha etkili dile getirildiğine, içinde ironi barındırmayan bir metnin kupkuru kalacağına inanıyorum. Bir işi gereğinden fazla ciddiye almak, kulağa tuhaf geliyor ama daha çok hata yapmaya yol açabilir. Gereğinden fazla ciddiye almamak demek, gereğinden az çalışmak anlamına gelmiyor. Kolayca okunan basit bir diyalog için ne kadar zaman harcadığımı bilseniz şaşarsınız.

Henüz çok yeni ama roman yolculuğunuzda nasıl bir yerde duruyor Afet?

Aslına bakarsanız onu hep birlikte göreceğiz. Benim görüşüm elbette öznel –taraflı demek daha doğru- kalacaktır. Her yeni kitapta romancılığımın daha da olgunlaştığını, üslubumun biraz daha yerine oturduğunu düşünürüm ama öyle de olmayabilir. Buna okurlar karar verecek. Bununla birlikte bir roman, bir kitap, insanlık tarihine önemli bir katkıdır. Bu yadsınmaz bir hakikattir. Şimdilik sırf bunun için çok sevinçliyim diyebilirim. Onca zorluğa değiyor doğrusu.

Afet'i tanımaya başladıkça kafa karışıklığımız da başlıyor. Bir aileyi parçalamış biri olarak görüyoruz onu. Hatta anlatıcınız Muzo'nun yanına gidiş gelişleriyle gamsız, umursamaz, alkolik bir "kaçık" tablosu da karşımıza çıkıyor. Ama bir bakıyoruz; “Sorunumuz bir zamanlar başkalarına ait taşın toprağın üzerinde oturmamız balım, bu da bünyede alınganlığa yol açıyor tabii. Kendimizi neden tek bir tarihe mahkûm ediyoruz sanki. Dünyadaki her şeyin, bir başka şeyin devamı olduğunu ah bir anlayabilsek! (...) Ne yazık, uzlaşmayı değil kavgayı seçiyoruz,” gibi bilgece cümleler de kuruveriyor. Şunu soracağım: Kimdir, nedir bu Afet? Gamsız bir alkolik mi? Zalim bir muhteris mi? Yoksa gizli bir bilge mi? Bir başka soru daha: Afet'in derdi nedir? Ya da böyle bir kafa karışıklığına sürüklediğiniz için bizi size sormak gerekir derdiniz ne diye...

Kitabı henüz okumamış olanlar için üstü kapalı konuşmak mecburiyetindeyim. Her şeyden evvel Afet okumuş, kültürlü, görmüş geçirmiş bir şahsiyet. Burası kesin. Alkolik olması onun bu niteliğine halel getirmiyor. Bilge bir kişiliği olduğu doğru. Belki de Afet’le derdimiz ortak: Cahillik. Afet cahilliğin köpüre köpüre, çoğala çoğala geldiğini söylüyor. Aynı fikirdeyiz. Dünya bu kadar sayıda insanı tartmaz. Nüfus artışını durduramadıkça hiçbir sorun çözülemez. Bu gidişle dümenin düzeltemediğini kayalıklar düzeltecek ve bu medeniyet kendi kendini yok edecek. Az evvel gidişatı afet ölçeğinde kötü bulmadığımı söylemiştim. Kafa karışıklığı mı istiyorsunuz. İşte buyurun. Umutla umutsuzluk, iyimserlikle kötümserlik arasında gidip geliyorum gördüğünüz gibi. Eh, kim kesin bir yargıda bulunabilir ki?

Anlatıcınız Muzo'yla dalıyoruz romanın dünyasına ve Afet'i de bizle tanıştıran kendisi. Ama Muzo'nun tek derdi ender görülen ve yakında ölecek olan kardeşi Peri'yi mutlu edip babasına ulaşmak. Babayı bulma meselesine Muzo'nun kendine kimlik bulma arayışı da diyebilir miyiz aynı zamanda? Ya da nasıl adlandırabiliriz bu arayışı?

Tabii ki… Kendini büyümüş hissetme, adam gibi, önemli görme, ideal sahibi olma arzusu, gurur, öfke ve evet, hepsinin toplamı kişilik bulma arayışı. Her şey yolunda gitmiş olsa Muzo bu kadar hızlı olgunlaşamazdı. Ben onu küçük yaşta oto sanayide kaportacı yanına verilen çırak gibi görüyorum. Yaşından çok daha acele büyümek zorunda kalmış suratı asık çırak. Muzo’nun artısı mizah yönü ve güler yüzü.

Peri'den bahsederken etrafındaki "sevgisizlik çemberi"nden de bahsediyorusunuz. Bu sadece Peri için derdine düştüğünüz bir durum olmasa gerek. Tüm roman kahramanlarınız dâhil hepimizin başlıca sıkıntılarından biri değil mi bu artık?

Eski fotoğraflara baktığımız zaman bizi etkileyen onların nostaljik görüntüler vermesi değildir. Biz orada siyah beyaz da olsa naif ve sevgi dolu insanları, hayatın daha yaşanabilir olduğu anları görürüz. İşte bugün kaybettiğimiz şey bu. Nedenlerini uzun uzadıya tartışmaya gerek yok, belli. Şimdi yapmamız gereken, her neyle uğraşıyorsak onu daha iyi yapmak için çalışmaya devam etmek. Dertlenip karalar bağlamanın bir faydası yok. Hayat devam ediyor. Cahillerin, kötülerin, hırsızların ömrümüzü karartmasına izin vermemeliyiz. Mücadelemizi sürdüreceğiz ama kendimize de vakit ayıracağız. Rüküş televizyon dizilerini, yoz yarışmaları izlemekten söz etmiyorum elbette. İyi kitaplardan, iyi filmlerden, iyi oyunlardan, iyi müzikten ve neşeli kahkahalardan söz ediyorum. Bu da bal gibi direniştir.

"Vasatın, cehaletin, aptallığın rüküş saltanatına içiyorum... Yok oluşumuza!" diye kadeh kaldırıyor Afet. Siz roman bittiğinde neye kadeh kaldırdınız?

Ben kadeh kaldıracak konu bulmakta sıkıntı çekmem. Dahası yeterince kadeh kaldırdığım için bazıları boş bile geçer. Roman bittiğinde elbette romanın bitişine kadeh kaldırdım. Bir kez de değil üstelik.

Afiyet olsun…