Adamlar ve afallamalar

Erkekliğin evrensel bir sorun olduğunu biliyorum artık. İktidarın dönüştürücü ve ezici gücünün farkındayım. Kadınlara, söze ve yeni bir dil kurmaya inanıyorum ama hâlâ...

02 Ağustos 2018 14:38

Tedirgin büyüdük bu topraklarda. Evde odalarımızı kilitleyip uyuduk, okulda mesafeli durduk, sokakta ardımızı kollayarak yürüdük.

Adamlar vardı içeride ve dışarıda.

Bakan adamlar.

Konuşan adamlar.

Sarkan adamlar.

Dokunan adamlar.

Tehditkâr, cüretkâr ve tacizkâr adamlar.

Kişisel kadınlık tarihim afallamakla geçti.

“Anne, bu adamlar niye böyle?”

Üniversiteyi bitirip gazete ve televizyonlarda çalışmaya başladığımda, kurtulduğumu sanmıştım. Ne büyük hata. Öyle ya iyi eğitimli, entelektüel, kamu yararına çalışan, başarılı haberlere imza atan ve sözün gücünü kullanan adamlar vardı etrafımda. Yazı işlerinin nasıl da “erkek” olduğunu anladım zamanla.

Yaşı geçkin adamların “babacan” tavırla yanağından makas alması, yaptığın işten çok ne giydiğinle ilgilenmeleri, küfürlü şakalaşmaların bir an bile eksik olmadığı gündem toplantıları...

O gün yaşanan bir kadın cinayetinden konuşurken, “Kadın güzel mi” sorularını duydum daha sonra. Hem de defalarca. Yazı işleri müdürlerinin, defalarca bıçaklanmış, tecavüze uğramış kadınlar için, “Kadın güzelmiş ağğğbiii, birinci sayfadan da görelim” dediklerine şahit oldum.

Çünkü böyledir. Kadın “güzelse” haber “büyür”.

Buna karşı çıktığın an meslekî bilgin sorgulanır.

“Bir şeyin cinsiyetçi veya ırkçı olduğunu dile getirdiğimizde çoğunlukla kusurlu bir algıya sahip olduğumuz, diğerlerinin niyetlerini ve eylemlerini âdil veya uygun bir şekilde karşılamadığımız söylenerek bize karşı çıkılır.”*

“...kurumlar cinsiyetçi davranışa olanak verir ve bunu ödüllendirir: kurumsal cinsiyetçilik. Cinsel şakalaşma çoğunlukla kurumsallaşmıştır.”**

Kendimi feminist olarak nitelemeye başladığım günden bu yana, sadece cinsiyetçilikle mücadele etmek için değil, barışı sağlamak için de yeni bir dil kurulması gerektiğini biliyorum.

Dönemin ana akım medyasının aksine, milliyetçilikten, ırkçılıktan, cinsiyetçilikten, militarizmden uzak duran, yeni bir habercilik dilini ve tartışma kültürünü yaratmayı hedefleyen televizyon kanalıyla iş görüşmesine gittiğimde umutluydum.

Çok sesli ve çok renkli kanalın yayın koordinatörüyle konuşuyordum. Erkekti ve yanımızda iki de kadın vardı.

“Nerelisin” sorusunu yadırgasam da çok üzerinde durmadım. İzmirli olduğumu söylemem “solcu” koordinatörün canını sıkmıştı. “Baban nereli” sorusu peşi sıra geldi. Öyle ya, aidiyet baba üzerinden tanımlanmalıydı. Babamın İstanbullu oluşuna inanmadı bu kez.

“İstanbullu mu kaldı ya, aslen nereli?”

“Babam da babaannem de onun babası da İstanbullu.”

“Sorgulanmak, sorgulanabilir olmak, bazen bir mesken gibi hissettirebilir: bir soru, içinde ikamet ettiğiniz bir şey olur. Bir soruda ikamet etmek, olduğunuz yerde değilmişsiniz gibi hissettirrebilir. Buralı değil, değil mi? Veya belki değil olmak, bir iddiayla sarılmak demek. “Nerelisin?” diye sorulması buralı olmadığının sana söylenmesinin bir yolu.”***

Karşımda oturan adam, kuvvetle muhtemel, yıllarca bu ve buna benzer sorulara maruz kalmış olmasına rağmen şimdi intikam alıyordu. O, iktidar sahibiydi ve ben, onunla aynı kimlikten değildim.

“Sende Yahudi tipi var.”

Aradan dört yıl geçmiş olmasına rağmen bu cümlenin ne mânâya geldiğini hâlâ çözebilmiş değilim.

Yahudi değilim, ama olabilirim de.

Konuşmanın bir süre olması gereken tondan ilerlemesine rağmen havadaki gerginliği uzansam yakalayabilecek gibiydim. Nerede oturduğum sorusuna o an önem vermedim. Akşam saatlerinde yayınlanacak bir programda editörlük yapacaktım ve gece işten çıktığımda eve ulaşımımı nasıl sağlayacaklarını planlayacaklar diye düşündüm. Ardından gelen sorular bu düşüncemi silip atmaya yetti.

“Evli misin?”

“Hayır, bekârım.”

“Bekâr mısın, dul musun?”

Medenî hâlim değildi sorgulanan. Tacizkâr bir ima vardı o soruda. Yılışık, pis ve rahatsız edici bir ima.

Yanımızda oturan iki kadın da sessizdi. Benimse basiretim bağlanmıştı. Normalde bu konularda sözümü söylemekten, çekip gitmekten çekinmezdim ama bu kez sessizdim. Beklemediğim bir yerde, beklemediğim insanlardan, beklemediğim bir yaklaşıma maruz kalıyordum.

Afallamalarım bitmemişti hâlâ.

Gözlerim dolu dolu, “Bunların ne alakası var konumuzla” diyebildim sadece.

Kısacık bir zaman sonra da görüşme bitti zaten.

Binadan dışarıya çıktığımda gözyaşlarımı tutamıyordum. Metroda, yolda ağladım durmadan.

Bu kör intikamın, tacizkâr soruların muhatabı olmama ayrı sıkılmıştı canım, tepki verememiş olmama ayrı.

Günlerce kendimi suçladım. Gerekli yanıtları verip çekip gitmemiş olmak daha çok canımı sıkıyordu.

Bir yıl sonra, televizyon kanalının KHK’yla kapatılışına tanık olduk canlı yayında. Güzel olması muhtemel bir ihtimalin de şalteri inmişti.

Ekranlarda kendilerini kadın sorunlarına duyarlı gösteren adamların kapalı kapılar ardında nasıl davrandığını düşündüm.

Erkekliğin evrensel bir sorun olduğunu biliyorum artık.

İktidarın dönüştürücü ve ezici gücünün farkındayım.

Sağcısından solcusuna, öteki’den berikine erkeklerin yaptıklarına ve yapabileceklerine afallamıyorum bir süredir.

Kadınlara, söze ve yeni bir dil kurmaya inanıyorum ama hâlâ.

Hayat afallatmasın bu hususta.

 

 

* Sara Ahmed, Feminist Bir Yaşam Sürmek, Çev. Beyza Sümer Aydaş, Sel Yayınları, İstanbul, 2018, s. 58
** Sara Ahmed, a.g.e., s. 57
*** Sara Ahmed, a.g.e., s. 161