Yeryüzünde bir dev

George Orson Welles yaşamı boyunca ödün vermeden çalıştı. Koşulların üstüne çıkan enerjisiyle ödünsüzdü ve dünyayı istedi... Doğumunun yüzüncü yılında Welles'i Ömer Altan'ın İşaret Fişeği kitabındaki yazısıyla hatırlıyoruz

08 Mayıs 2015 03:06

Bin dokuz yüz on beş yılında başlar maceraya George Orson Welles. Annesi piyanist babası ise para kazanma belasına sürekli iş değiştiren girişimci bir mucittir. Welles ise Orson Welles'dir işte. O yirminci yüzyıl sanatının aristokratıdır. Bayağılıktan ve sıradanlıktan nefret eden, asaletin güzelliğini soluyan bir putkırıcının imgeleriyle kurgulamıştır sinemasını Welles. Altı yaşında annesi ile babasının boşanması, dokuzuncu yaş gününden dört yirmi dört saat sonra ise annesinin vefatı çocukluğun güzel zarfını yırtan bıçaklar gibi bir bir saplanırlar bu ihtiyar ruhlu genç adamın huzuruna. Welles on bir yaşında Havana'dadır. Ertesi yıl Babası ile Avrupa'yı gezer, kendi başına durmamacasına yolculuklara çıkar sonra. Almanya'da Hitler'le karşılaştığı hikaye edilir, İspanya'da matadorluk yaptığı, kimi şehirlerde sihirbazlık gösterileri düzenlediği, sahte fal seanslarıyla cep harçlığı elde ettiği, bunun gibi niceleri.

Dünyayı keşfetmeye açtır Welles. İnsanlar hep yeni bilmeceleriyle gelirler, yeni sorunlarıyla. Yanlışlarıyla boğarlar ve içtenlikleriyle öğretirler. Merak kapısından içeri girenler için zordur böylesi işaretlere kayıtsız kalmak. Keşfedilmek için yaradıldığını anladı mı insan bu evrenin, bir daha önüne bakıp içine kapanamaz kolayca. Çevresine çevirir yüzünü ve Orson Welles gibi, kendini düş kurabiliyor olmanın hararetiyle yakmak pahasına sanatın ışıklı ilahlarına sunar. Çünkü tüm sanatçılar meraklarıyla yeniden var etmişlerdir yaşamı. Bir daha ve bir daha ve bir daha. Üstelik maddeselliği terketmiş olsalar da ansiklopedilerin ezberlediği isimler içtenlikle beklerler Welles gibilerini, yeni öncüleri, yaşam merakıyla dolup taşan gönül ozanlarını.

Welles çoğu listeye göre - ki listelere güvenmek birey olmak isteyenlere göre değildir pek, aldanmamalı - gelmiş geçmiş en iyi film sayılan Yurttaş Kane'i çerçevelediğinde yirmi dört yaşındadır. Kamerayı görmüştür daha önce evet, iki kısa film çekmiştir evet ama sinemanın acemisidir o, tekniği bilmez ve dahi bilmek istemez. O, sinemanın büyüsüne inanan bir sinema karşıtıdır. Söylediği gibi "film seyretmeyi değil film yapmayı sever". O, kendi oyunculuğunu yöneten ve kendi yönetmenliğini oynayan canlı bir filmdir aslında. Kameranın hangi tarafında olduğunu bilmezcesine kendini arar. Derdi paylaşmaktır. Yalnızca ne paylaşmak istediğini bulamayan afacan bir çocuğun hırçın sevimliliği besleyebilir ruhunu. Deha dedikleri bu adam hepimizden daha açtır sahici olmaya. Ne ki bu kadar korunmasızlığa dayanamayacağını bilerek kendi içsel çelişkisiyle yaralarını filizlendirir. Çelişkisiyle parlar, samimiyetiyle ikna eder, ifadesiyle hayran bırakır.

"İncil'i ve Shakespeare'i bilen tüm hikayeleri bilir" der Welles, altmış yaşında konferans vermeye gittiği sinema okulundaki öğrencileri "Neden hala buradasınız, dışarı çıkın ve film çekin" diyerek ateşler, "Sanatçının görevi azami rahatsızlık noktasında bulunmaktır" diye ekler röportajlarında, yarattığı onlarca karakterin ağzından konuşur ve parasızlıktan bir türlü gönlünce tamamlayamadığı filmleriyle susar kimi zaman. Merak ettirir. Merakına öyle sahip çıkmaktadır ki insanlar neyi merak ettiğini merak ederler. Shakespeare'i annesinden öğrenmiştir, müziği ve duyguyu da, Welles film karelerinde kayıplarının izini sürer. Bin dokuz yüz kırk bir yılında görselleştirdiği Yurttaş Kane filminde devasa gölgesini sürükleyen bir medya patronunun tüm zamanlarına can veren Welles, hem genç hem yaşlı hem heyecanlı hem de ölümsüzdür. Filmin hem içeriği hem biçimidir o. Hayatını da böyle sürdürür. Büyüklerin meclisinde büyük adam rolü yapar. Babasını on beş yaşında kaybedince rolünü kendine yakıştırmak zorunda kalır. Eğreti olgunluğuyla sigaraya başlar, sesine daha derin bir ton vermek için çırpınır. Babasından kalan parayla Avrupa'yı fetheden bu genç adam ilk gördüğü tiyatroya dalar ve kendini bir Broadway yıldızı olarak tanıtır. O kadar kendine güvenle doludur ki bu girişim, İrlanda'daki tiyatro, yalanlarına aldırmadan hemencecik kabul eder genç Welles'i. Rolleriyle övgü alır. O, hayatı boyunca hep övgü alır zaten. Övgü almayı aramaz, kendi gücüyle sarhoş olmadan yeni ufuklar görmek ister. Okulunun müdürüyle arkadaşlık yapar Welles, o yıllarda Herkesin Shakespeare'i adlı kitabı yayınlar, Kuzey Afrika'yı dolaşır, yazar Thornton Wilder'in takdimiyle Amerikan tiyatrosunun kulisine süzülür. Turnelere çıkar. Tiyatroya sığmaya çalışırken bitmek tükenmek bilmez enerjisiyle radyo aktörlüğüne de kancayı atar. Henüz on dokuz yaşındadır. Sesini o kadar ustaca kullanır ki radyodan radyoya yetişemez hale gelir, kanunları araştırdıktan sonra bir ambulans kiralayarak ulaşmaya başlar stüdyolara çünkü hızlı olmak zorundadır ve ambulansın alarmını çalıştırdı mı tüm yollar açılır.

İşaret Fişeği, Ömer Altan, Hemen Kitap

Önemli oyuncularla yolları kesişir, yavaş yavaş kimilerini etkisi altına almaya başlar, arkadaşlar arar kendine, salim kafalı iş birlikçiler. Bu dönemde ilk kez dünya evine girer ve eşini de oynattığı bir kısa film çeker. Bu filmde hangi rolü mü canlandırır Welles, tabii ki ölümü. Zekanın sınırlarını arayan bir cocuğu başka ne tatmin edebilir ki. Ailesini geçindirmek için daha da çok çalışmaya başlar. Reklamlar, programlar ve oyunlar. Welles kaliteli işler yaparak para kazanmayı başaran ender insanlardandır. Ödün vermeden çalışır ve yaratır. Koşulların üzerine çıkacak enerjiye sahiptir. Gençtir, ödünsüzdür, dünyayı ister. Bin dokuz yüz otuz altı yılında Harlem'de bir oyun sahneye koymakla görevlendirilince kolları sıvar. Harlem tiyatrosunun oyuncularına Macbeth'i oynamayı teklif eder Welles ve oyunu Haiti dekoruna taşır, koro Vudu büyücülerinden oluşmaktadır. Ritm duygusunu çok iyi hissettirdiklerini söylediği ekibi ile tarihe geçmiştir artık. Harlem'i klasiklerle buluşturup yıllarca oynanacak ve hafızalara yazılacak bir sunum yaratmıştır yirmi yaşında. Bundan sonra yine farklı ve öncü işlere imza atan Orson Welles bin dokuz yüz otuz yedi yılında John Houseman ile Merkür tiyatrosunu kurduktan sonra Shakespeare'in Jülyus Sezar oyununu sahneye koyar farkının altını çizerek. Mekan italyan faşist rejiminin kol gezdiği gizli polisin tehditiyle buğulanan çağdaş dünyadır.

Merkür tiyatrosunun üyeleri Yurttaş Kane'in kadrosunu oluşturmadan önce Welles'in önderliğinde radyo dalgalarına hükmetmeye baş koymuşlardır. Edebi eserleri radyo tiyatrosu haline getirip dinleyicilerin zihinlerini ele geçiren bu ortaklık bin dokuz yüz otuz sekiz yılında H.G. Wells'in Dünyalar Savaşı adlı eserini öyle güzel canlandırır ki milyonlarca insan hikayedeki marslıların gerçekten dünyayı ele geçirdiğini zannederek büyük bir panik dalgasıyla Amerika Birleşik Devletleri'ni sallayıverir. Bunun bir yanlış anlaşılma olduğu farkedildiğinde ise dünya çoktan Orson Welles ismini öğrenmiştir. Harika çocuk insanları oyununa inandırıp düşlerini var etmeyi başarmıştır bir kez daha. Öylesine başarılıdır ki sanat gündelik yaşamı aşarak fantazyanın rüzgarlı tedirginliğiyle ülkeyi ve ülkeleri ele geçirmiştir. Orson Welles bir, sıkıcılık sıfır.

Dört yıl boyunca Hollywood'dan film çekmesi için teklifler alan Welles sürekli reddeder bu talebi. Standart anlaşmalar ruhunu doyurmaya yetmeyince RKO film şirketinin yöneticileri sinema tarihindeki en inanılmaz öneriyle gelirler. Daha önce hiç film çekmemiş bir yönetmene sınırsız kontrol önermektedirler. Yazmak, yönetmek, oynamak, oyuncuları seçmek, kurgulamak, müziklere karar vermek, her şey. İşte böyle bir plan sunulunca filmsiz yönetmenin önüne Merkür tiyatrosu Hollywood'a göç eder sınırsızlığın ve arzu edilirliğin uçan halısıyla. Bir anda tek bir adamın çabası, iradesi, şımarıklığı ve ödün vermezliği hayatın dar kalıplarını oyarak kimsenin görmediği bir yol açar. İnanmak ve çalışmak. Gece gündüz çalışmak. Gördüğün ama gösteremediğin yolda yürümek. Sonunda meyvesini verir.

Orson Welles Yurttaş Kane'i sinemaya armağan eder. Sinema dönüşü olmayacak biçimde değişir. Filmdeki buluşlar sanatın, tekniğin alışıldık totemlerini yerle bir etmesini müjdeler. Bir ilk film dünyayı ele geçirir ve insanlık tarihine adını yazdırır. Bu sadece bir başlangıçtır oysa. Ölümsüz bir başlangıç.


 "Çocuk karyolamda mızmızlanırken, duyduğum ilk şey, kulağıma fısıldanan 'dahi' kelimesi oldu. Böylece orta yaşa dek, dâhi olmadığımı fark edemedim."

Bu yazı Ömer Altan'ın İşaret Fişeği adlı kitabından yazarın izniyle yayına alınmıştır.