Constitución diye bir yer

Yangında Kaybettiklerimiz

Yangında Kaybettiklerimiz

MARIANA ENRIQUEZ

Çeviri: Seda Ersavcı Domingo Kitap

Mariana Enriquez, Yangında Kaybettiklerimiz'de geçmişin örtbas ettiği, baskıladığı kayıpları bir biçimde canlı tutmaya çalışıyor, geçmişle irtibatı kuvvetlendirerek onların ihtiyacı olan “hak” duygusunun peşine düşüyor.

ESRA ERTAN

Mariana Enriquez, Arjantinli bir yazar ve gazeteci. 2016 yılında yayımlanan, orijinal adı “Las cosas que perdimos en el fuego” olan, Yangında Kaybettiklerimiz adlı 12 öyküden oluşan kitabı, geçen günlerde Seda Ersavcı çevirisiyle Türkçe okurla buluştu.

Kitapla ilgili dolaşımda olan görüşlerin çoğu, Enriquez’in öykülerinin tüyler ürpertici bir kurguya sahip olduğu, Latin Amerika edebiyatına hâkim olan sıra dışı gerçekçiliğin öykülerde okurun karşısına çıktığı ve ürkütücü bir evrenle bizi baş başa bıraktığı şeklinde. Öykülerle karşılaşmak tüm yapılan tespitleri doğruluyor elbette. Ancak bu noktada Enriquez’i ve yazma çabasını okumaya değer kılan önemli şeyler de kendisini gösteriyor. Bu anlamda, 12 öyküyü anlama çabamızı önemli kılan şeyler de Enriquez’in, metinlerin dokusuna işleyen korkuyu, ürpertiyi, dehşeti, insanı paralize eden vahşiliği neden anlatı biçimi olarak tercih ettiği. Aslında 12 öyküyü bu denli aktive eden, okuru sarsan, okurun zihinsel dünyasını manipüle eden dil, bahsettiğim unsurları bir bütünlük içerisinde pekiştiren öfke ile dikey bir biçimde yükseliyor, güçleniyor. Bir kadın olarak, bir yazar olarak Enriquez’in öfkeyle kurduğu ilişki, onun toplumsal dalgalanmaları ve bu hareketliliğin en basit insan ilişkilerindeki tezahürünü anlatımını da dolaysız bir biçimde etkiliyor. Kadının toplumla olan ilişkisine her yönden etki eden ve onun duyarlılığına önemli ölçüde tesir eden şeyler, öykülerde akıl dışı bir kurguyla okurun karşısına çıkıyor. Bu anlamda Enriquez sensual bir dil yaratarak korkuyu, pek çok toplumsal travmanın metaforu hâline getiriyor.

“İki Arjantinli olarak şiddetle epey içli dışlıydık, anıların bulantısı hemen, bir kez daha yüzeye vurdu, telgraflar, mektuplar, ani susuşlarla iletilen günlük bütün korku birikimi.”* “Gazete Kesikleri” adlı öyküsünde şiddetle olan tanıklığı böyle dile getiriyordu Julio Cortazάr. Mariana Enriquez’in kurduğu korku-şiddet evreninde Cortazάr’ın tasarladığı bu tekinsiz, dehşetengiz dünyanın seslerini duyan yorumlar okuyorum. Bu tavırda, Enriquez’in Cortazάr’dan etkilenmesinde şaşırtıcı bir şey yok kuşkusuz. Şiddet tanıklığının dilsizleştiği, kanıksandığı her çağda, her dönemde ona akacak bir anlatı arkı açmak, kapatılan, ötelenen her kaybın, her ölümün/matemin hakkını arayacak bir yazma uğraşısı edinmek de bir tür edebî direnç olmalı ve bu direnci güçlendirecek metinler, göstergeler çağında gösterilmeyenlerin, söylenmeyenlerin ifşası hȃline geliyor. Ve tam bu noktada genel olarak devinim hȃlinde olan bir felaket edebiyatının varlığından söz edebiliyoruz. Bu edebiyat sadece hesaplaşmak istediği dönemin değil; zamana yayılan ve yayıldıkça kuvvetini artıran duygusal, cinsel, kamusal şiddetin-travmanın da temsil biçimi oluyor.

Mariana Enriquez, geçmişin örtbas ettiği, baskıladığı kayıpları bir biçimde canlı tutmaya çalışıyor, geçmişle irtibatı kuvvetlendirerek onların ihtiyacı olan “hak” duygusunun peşine düşüyor. Metinlerinde bu çabayı deneyimliyor. Sanki bunu dramatik bir anlatımla yakalamaya çalışırsa naif kalacağını düşünüyor. Sanki okurun yoluna unutmak, uzak diyarlara ötelemek istedikleri kederlerden taşlar döşemek istiyor. Taş kadar sert bir anlatının yaratacağı sarsılmayı, zihinsel kasılmaları arzuluyor. İlk öyküsünde pasaklı bir çocuk var. Çocuğun düşkünlüğü, anlatıcının duyarlı bir insan olma azmiyle alay edercesine orada sanki. Sokak insanlarının sefaletiyle mekȃnların sefaletinin iç içe olması elbette sınıfsal bir bakış açısının da dışavurumu oluyor kuşkusuz. Zaten öykünün anlatıcısı, ailesinin tüm ısrarlarına karşın bu “belalı” muhitte yaşamak konusunda ısrar ediyor. Onun ısrarında belki bir parça kibir var ancak bu kibir bizim bu düşkün muhitin “uzaklığını” tartabilmemiz için orada olması gereken bir olgu. Öte yandan anlatıcı zaman zaman ürkecek kadar gizliden gizliye bu çevreden tiksiniyor. Pasaklı çocuk ile annesini ve diğer bağımlıları izlemek, takip etmek istiyor. Onlardan tiksindiğini hissedebiliyoruz ancak o ölçüde bu tiksintiden haz alıyor. Çünkü merak ediyor. Düşkünlüğü gözleyerek tecrübe ediyor ve kontrol edebiliyor. Bu durumda terk edip bırakamayacağı bir haz var. Anlatıcı muhitten bu nedenle ayrılmıyor. Ama zaten her türlü bela, yaralanma, ölüm, bağımlılık yoksunların dünyasında yaşanabilecek şeyler değil midir? Bu belalı muhitler “gözümüzden uzak olsun” dediğimiz pasaklı çocukların meskeni değil midir? Ve öykünün ilerleyen bölümlerinde basına yansımış bir çocuk cinayetiyle karşılaşıyoruz. Ölüm korkunç bir cinnet, korkunç bir öç ve vahşetle televizyon ekranlarında tanımlanıyor. Anlatıcı, bu vahşetin pasaklı çocuğun başına gelmiş olmasından kaygılanıyor. Takıntılı bir biçimde adlî olayın izini sürüyor. Üçüncü sayfa cinayeti olabilecek bu vahşet, sanki Constitución sınırlarına tutsak ediliyor. Ölüm, en korkunç hȃliyle kordon altına alınıyor bu semt sınırlarında. Dolayısıyla mekȃna biçtiğimiz anlam burada bir tanıklığa evriliyor. Yani Constitución her mahallesi, her büfesi, her parkı ile sarhoşların, bağımlıların, katillerin, fahişelerin içine hapsedildiği, refah toplumun görmeyi reddettiği düşkünlerin zoraki vatanları oluyor. Enriquez böylelikle bu başka mahalleyi bize dair bir veri hȃline getiriyor.

Öte yandan öykülerin tümünde mekân, itelenmiş, bastırılmış şeyleri teşhir eden bir inatçılıkla karşımıza çıkıyor. “Pansiyon” adlı öykü, Sanagasta kasabasında turistler için evsahipliği yapan pansiyonda yaşanan garip bir olayı anlatıyor. Pansiyonun tur rehberinin, turistlere anlattığı bir hikâye var. Rehber, pansiyonun, Arjantin’in askerî junta döneminde polis okulu olarak kullanıldığını anlatıyor. Böylelikle bu hikâye ile hem kasabanın hem de pansiyonun turistik değerini yükseltebileceğine inanıyor. Turistler bu hikâyeden etkileniyorlar, ancak pansiyon sahibesi bundan pek de memnun olmuyor. Öykünün ilerleyen bölümlerinde rehberin kızı ve arkadaşı bu pansiyonda tuhaf şeylere maruz kalıyor. Gece karanlığında çığlıklar, kamyon sesleri, fenerler ve güçlü, öfkeli erkek sesleri işitiyorlar. Tüm bu olaylar gerçekten yaşanıyor mu yaşanmıyor mu?

Aynı şekilde “Adela’nın Evi” adlı öyküde de yaşlı bir çifte ait olduğu bilinen bir ev, öykünün kahramanı küçük Adela ve arkadaşı Pablo’nun dikkatini çekiyor. Sıradan bir ev gibi görünen mekân, çocukların takıntılı ilgisiyle daha tekinsiz, daha ürkütücü bir hâl alıyor öyküde. Çocuklar kendi fantezi dünyalarıyla süsledikleri vahşet hikâyelerine de meraklılar diğer yandan. Kamp ateşi başında anlatılan korku hikâyelerinin yarattığı kolektif huzursuzluk ve bu huzursuzluktan doğan haz duygusu gibidir çocukların vahşet hikâyeleriyle yaşadıkları. Enriquez, zihnimizi dinamitleyen pek çok ölüm, pek çok vahşet vakasının adlî bir habere ya da bir taşra dedikodusuna dönüşerek nasıl sıradanlaştığını ve sıradanlaştığı ölçüde insanı nasıl paralize ettiğini göstermeye çalışıyor.

“Pansiyon” öyküsünde sözü edilen konaklama evi, bir gece öfkeli bir erkek grubunun işgaliyle, yumruklanan kapılarla, çarpılan camlarla ve far ışıklarıyla geçmişin hayaletlerini de ağırlayan bir mekân olduğunu söylemeye çalışır gibi. Rehberin, pansiyonun eskiden bir polis okulu olduğunu anlattığı hikâye, mekânın politik tarihine yapılan bir vurgu. Ve bu tarih, kimsenin hatırlamak istemediği, hatırladığı takdirde de suçluluk hissiyle ruhsal bir yarılma yaşadığı geçmişin karanlık gölgesi gibi. “…anılarımız öylesine kan yüklü ki bazen bu kana bir sınır koymaya, selinde boğulmamak için kana bir kanal oymaya kalkıştığımızda suçluluk duyuyoruz.” diyecekti Cortazάr, “Gazete Kesikleri” adlı öyküsünde.

Mariana Enriquez’in, öykülerinde bedene karşı tavrı, onu anlatı içinde kurgulama biçimi de manipülatif. Popüler kültürün kodladığı bedene dair söylemler ve politikalar güçlü bir şekilde Enriquez’in merceği altında. Enriquez, teni cinselliğin alanından çekip vahşetin alanına sokarak onu, deforme edilen, çürüyen, utanç duyulan, hakir görülen ve nihayetinde de yok edilen bir olguya dönüştürüyor. Yani bedeni ölümün bir metaforu hȃline getiriyor. Bu anlamda pornografik bir şey yapıyor Enriquez. Beden ihlal edilen bir alan olarak karşımızda ve aramızda gezinmesine izin verilmeyen ölümü de bu ihlal edilen alana çekiyor yazar. Yani arka sokaklara, karanlık mahallelere, içinde yaşlı çiftlerin çürüdüğü metruk evlere, kaybedilmiş ölülerin betonuna harç edildiği köprülere… Seyirlik bir hikâye verdikleri ölçüde gerçeklik kazanıyor bedenler. Ama sadece bu değil. Diğer yandan bedeni sahici yapan bir acıdan da bahsediyor Enriquez. Sanki hayatla başa çıkabilmenin, sanki yasaklanmış, bastırılmış olanın ağırlığına katlanmanın bir yöntemi olarak acı ve acıdan duyulan gizli hazzı göstermeye çalışıyor. “… Andrea’nın sevgilisi kırmızı ışıkta durmak zorunda kaldığında el yordamıyla birbirimizi aranıyor, hâlâ hayatta olup olmadığımızı kontrol ediyorduk. Terden sırılsıklam olmuş bir şekilde, bazen kanlar içinde bağıra çağıra gülüyorduk…” diyor “Esrik Yıllar” adlı öyküde anlatıcı. Andrea’nın sevgilisinin yaptığı ani frenlerde kızlar sağa sola yalpalıyor ve çarparak kendilerini kanatıyorlar. Bu oyunun yarattığı çılgın bir büyülenme ve erotik haz var. Öykünün sonunda Andrea’nın son sevgilisi Punk çocuğun bir makasla öldürülmesi ve bu ölüm karşısındaki aldırmazlık, yaşamın karşısında yıkımı yaşayan insanın viral bir bağışıklık kazandığını da işaret ediyor. Okuyucuyu rahatsız eden, tedirgin kılan bu vahşet hikâyeleri, şiddetin kurguyu aşkın biçimde etrafımızı sarıp kuşattığı bir dünyada hepimizin bu suça teslim olarak, ortaklık ettiğinin de tokat gibi yüzümüze inmesi değil de nedir?

Enriquez, kitaba adını veren “Yangında Kaybettiklerimiz” adlı son öyküde ise kadınlara karşı işlenen asırlık bir suçu, bir korkuyu imliyor. Ateş bu öyküde hıncın, öç duygusunun, korku ve paniğin metaforu olarak karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda yok eden, inciten, acıtan erkek dünyasına bir karşı koyma ritüelinin simgesi. Ne kadar yok sayılırsa sayılsın, hikâyeleri ne kadar can sıkıcı olursa olsun, ölümler belki içerik değiştirerek geri dönüyor. İtildikleri, kazıldıkları, yakıldıkları, çürüdükleri yerlerden çıkıyor ve geri dönüyorlar. Mariana Enriquez, kanırtıcı, manipülatif ve vahşi bir dil inşa ederek, tedirgin edici imgelerle farklı temsiller kazanan bedenin ve mekânın olanaklarını okuyucuyla paylaşıyor. Hafızasını zorluyor, görmeye, bakmaya mecbur bırakıyor. Öykülerin tesirini belki de bakmakta olduğumuz şeyi yeniden anlamakta ve tanımlamakta aramamız gerekiyor.

 

 

*Julio Cortazar, Mırıldandığım Öyküler, Can Yayınları, s.58