Virgülün Şikâyeti veya noktasızlığa övgü

Virgülün Şikâyeti

Virgülün Şikâyeti

SİMLÂ SUNAY

Aylak Adam Yayınları

Simlâ Sunay’ın öyküleri bize başka bir dünya vaat etmiyor. İçinde yaşadığımız ve gerçekten noktası olmayan, hep bir virgül koyup unuttuğumuz yaşamsal durumumuza dikkat çekiyor.

EMEK EREZ

Oldukça ilginç bir okuma deneyimi sunan, Simlâ Sunay’ın Virgülün Şikâyeti adlı kitabı, deneysel bir öykü metni olarak çıkıyor karşımıza. Kitap ilginç çünkü biçimsel olarak kural tanımayan bir yerde duruyor. Sunay, kitap boyunca virgül dışında hiç noktalama işareti kullanmayarak parçalı bir anlatı oluşturmaya çalışmış. Bu anlamda ucu açık bir yazı deneyiyle de karşı karşıyayız. Öyküler “sıradan insanın” gündelik yaşamına odaklanırken; monotonca, neredeyse durmaksızın akıp giden bir yaşamı bize betimleyerek, bu durumun sonsuzluğuna vurgu yapıyor. Sanırım zamana çentik atamayan insan türünün, çizgide dümdüz devam eden ve sonu belli olmayan bir yolda ilerleyişi ile hiç nokta kullanmadan oluşturulan bu anlatı arasında derin bir bağlantı var.

Sunay’ın öykülerinin kahramanlarının “sıradan insanlardan” oluştuğuna değindik. Örneğin; “Dargın ve Sürgün” adlı öyküsünde, köy kökenli bir babanın hikâyesi anlatılmış. Bir yanını köydeki yaşamında bırakan karakterin durumu; saksıya ekilen fasulye imgesi ile betimlenmiş. Böylece kent yaşamına uyum sağlamaya çalışan bir insanın sıkışmışlığı saksıda bir fasulye fidesinin kısıtlanmışlığı ile vurgulanmış. Bu doğru bir imge bence çünkü toprakla geçimini sürdüren bir insan kentte var olmaya çalışırken, kendisini sıkışmış hissedecektir, yaşam ve geçim biçimini değiştirmek kolay değildir. Bu anlamda yazarın saksıdaki fasulye imgesinin göç ve belleğe dair de önemli şeyler söylediğini belirtmek gerek. Çünkü göç edenin belleği yarım kalır ve bir yanı hep geçmişle yaşar, bahsedilen fasulye fidesi gibi kökünü özgürce salamaz.

Simlâ Sunay’ın öykülerinin bir diğer odak noktası ise gündemimizden hiç düşmeyen kentler ve bellek mekânları. “Cer Deresi” adlı Haydarpaşa Garı’na adanmış öykü de bu durumun yansıması olarak yerini alıyor “Virgülün Şikâyeti” kitabında. İstasyonu durak edinenler, gelip kalanlar, sadece başka bir yere geçmek için kullananlar konu ediliyor öyküde. Ve bir yapının sadece beton olmadığını anımsıyoruz böylece. Çünkü bir istasyon binası: Birçok kavuşma, birçok anı, birçok gözyaşı ve sevinç anlamına geliyor. Biliyoruz ki, yaşanmışlığı olan bir mekân taş duvarların ötesinden seslenir insana. İstasyonlar hüzünlüdür bu nedenle. Çünkü gitmek öylesine bir eylem değildir. Jean-Luc Nancy şöyle ifade eder: “Gitmek daima aşina olanın bir parçasını; yabancı olan, aşina olmayan ve önceden kesinlikle bilmediğimiz bir parça için, bir yer için, yaşamın bir parçası için terk etmektir. Gitmek söz konusu olduğu zaman bizi bekleyenin ne olduğunu bilemeyiz.” Sunay’ın Haydarpaşa adına yazdığı bu öykü bize bunları hatırlatıyor ve bellek mekânlarının biz insanlar için sıradan bir yer olmadığına vurgu yaparak, bir kere daha kentsel dönüşüm projeleriyle nelerin feda edilmeye çalışıldığını anımsamamızı sağlıyor.

Simlâ Sunay’ın öyküleri aslında bize başka bir dünya vaat etmiyor. İçinde yaşadığımız ve gerçekten noktası olmayan, hep bir virgül koyup unuttuğumuz yaşamsal durumumuza dikkat çekiyor. Ucuz kirada ya da metruk evlerde oturan göçmenler, işsiz babaların adetle bebek bezi alabildikleri yoksul bakkallar, yaşamın zulmünden kaçan eşcinseller, başörtüsünün çiçekleri dağılmış kadınlar, Suriyeli yüzü yosunlu çocuklar, Eskici Mehmetler, eteklerinde çocukları, çürüklerin arasında sağlam tane arayan kadınlar… Yani bazen bildiğimiz ama bilmezden geldiğimiz bazen de çoğu zaman dert edinip, bir yerde tıkanıp kaldığımız, yaşadığımız dünyanın ve coğrafyanın bir yaşam yükü olarak bize bıraktıkları.

Virgülün Şikâyeti bir Oktay Rıfat şiiriyle bitiyor:

“Bir virgül dilimin ucunda,
Ezik ve kekremsi,
Her bütüne meydan okuyan”

Sunay sanırım öykülerde bahsettiğimiz tüm konuların, bir bütünün içinde kaybolup gitmesine razı değil. Bu nedenle hiç nokta kullanmayarak ayrıntılarda gizli olana; bazen kuşlara, bazen bir mermerdeki oyuğa dikkatimizi çekiyor ve bizi bütünlüğün içerisinde kaybolup gitmemeye, yaşamın sonsuz döngüsünde, yaşananların bir noktası olmadığının farkında olmaya çağırıyor.