Türk politik kültürünün epistemolojisine romantizm çerçevesinden bakmak

Türk Politik Kültüründe Romantizm

Türk Politik Kültüründe Romantizm

HASAN AKSAKAL

İletişim Yayınları

Türk Politik Kültüründe Romantizm, dışsal doğamızdan içsel doğamıza doğru uzanan epistemolojik müdahaleleri anlamlandırma çabası olarak özetlenebilir... 

ÇAĞDAŞ DEDEOĞLU

Bir kavramı mercek altına almak, sadece ona odaklanma çabası içinde olmak, her daim zordur. Hasan Aksakal, Türk Politik Kültüründe Romantizm’in daha en başında, Friedrich Schlegel’in kardeşine yazdığı mektuptan yaptığı bir alıntıyla dile getiriyor bu zorluğu: “Sana en az 125 sayfa tutacağı için ‘romantik’ kelimesine dair açıklamamı gönderemiyorum.”

En sonda söyleyeceğimizi en başta söylemeliyiz belki de: Yazar Aksakal kitabında, yukarıda ifade edilen zorluğun üstesinden gelmekle kalmıyor, iyi bir entelektüel yemek de sunuyor okuyucuya. Burada söz konusu olan, kullanılan malzemeden pişiriliş tarzı ve sunumuna, hatta yanındaki ikramlara kadar oldukça iyi bir entelektüel yemek… Okumak iptila ise böyle doyurucu eserlerle daha da derinleşecektir bu düşkünlük… Peki, bu yemek, neden bu kadar doyurucu?

Bu yemekte, her şeyden önce, Türkiye’nin modernleşmesine –aslında modernleşemeyişine- derleyip toparlayıcı ve bunu yaptığı oranda da alternatif hale gelen bir bakış açısı var. Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte yaşananlar ve dahası Cumhuriyet’in ilanından sonraki ulus-devlet pratiklerinin arka planında yatan motifler var. Bu motiflerin anlamlandırılmasına dair bir çaba var. Yazar, “milli romantizm” altında incelediği motifleri, Hugo’dan Namık Kemal’e, Fichte’den Ziya Gökalp’e uzanan bir zihin yolculuğunda anlamlandırmayı seçiyor. Tüm bunların temelinde ise önemli bir iddia söz konusu: “Türk politik kültürü ve buna zemin oluşturan entelektüel mirasın anlaşılmasında, romantizm, ciddi imkanlar vaat etmektedir.” Yazara göre, bu vaadin gerçeklemesinin yoluysa gelişmelere, edebiyat-politika ilişkilendirmesi çerçevesinde bakabilmekten geçiyor.

Bu kapsamda örneğin, “Türk Romantikleri: Modernleşmenin Çelişkileri” başlığı altında yazar, geç Osmanlı döneminde özellikle Fransız romantiklerinden yapılan tercüme ve uyarlamalarla ortaya çıkan “taklit edebiyatı”ndan başladığı sözü, Ziya Gökalp’in millileştirici romantizmiyle devam ettirirken çok partili hayata geçişle “çeşitlenen” kimlikleri de gözler önüne seriyor. Bugün artık romantizmin Türkçü, İslamcı, devrimci vb. görünümlerinden bahsetmeyi mümkün ve de gerekli kılan bir çeşitlenme… Sadece şu tespit bile kitabın üzerine oturduğu entelektüel miras hakkında fikir vermeye yetiyor kuşkusuz: “Bu anlamda, 1940’lardan beri artarak gelen ‘Türk milliyetçisi’ metinler arasında Nihal Atsız’ın, ‘İslamcı’ metinler arasında Necip Fazıl’ın, ‘devrimci’ metinler arasında Nazım Hikmet’in eserleri, onlarla aynı seviyelere çıkamayan yüzlercesini bastıran birer otorite kurmuş ve bu isimlerin nezdindeki canlılığını korumuştur.”

Türk politik kültüründe romantizmin geçirdiği evreleri dikkatli bir tarihsel sosyolojik yaklaşımla ele alan yazar, Türk romantiklerini ortaklıklar üzerinden tanımlama yolunu seçiyor. Bu noktada, öncelik Namık Kemal kültünde iken bunu, sürgün, trajik acılar ve erken ölümler izliyor. Doğrusu, incelikli bir araştırma burada da kendisini göstermektedir. Namık Kemal kültünün en temiz ifadesi, Kemal’in, kendisini sürgüne gönderen Sadrazam Keçeçizade Fuad Paşa üzerindeki etkisinde gözlemlenirken sürgün edilen ya da genç yaşta ölen diğer romantikler de Türk romantikleri tasvirinin içerisine derli toplu bir biçimde yerleştirilmiş görünüyor. Diğer yandan Türkiye’de romantizmin tanımlayıcı öğelerine dair alt bölümde, gençlik ve dinamizm vurgusuna, Ortaçağ merakına, Rousseaucu toplumsal düzen tasavvuruna, tercüme çalışmalarına, melankoliden geçmişe ve oradan hayale uzanan yolculuklara yer verilirken –özellikle Avrupa’daki türdeşlerinden ayırıcı bir özellik olarak- antikapitalist tavrın eksikliğine dikkat çekilmektedir. Bu tespit, bugünün Türkiyesini anlamak noktasında da oldukça önemli görünmektedir.

Tüm bunlarla birlikte yazar, “Lale Devri”nin uzunluğundan dem vururken Türk düşüncesini romantikleştiren sorunların başında entelektüel pusulasızlık, aydınlanma eksikliği ve çelişkili modernleşmeyi saymaktadır. Bu noktada, aydınlanma eksikliğinin, kendi antitezi olan romantizmin eksikliğini de beraberinde getirdiğini ifade etmekte fayda olacaktır. Kaldı ki bu, Yahya Kemal’in Paris yıllarına atfedilen ve şu şekilde Türkçeleştirilebilecek cümleyi akla getirmektedir: “’Fikirlerin çarpışmasından hakikat doğar’ ve lakin çarpışanlar kabak ise ortaya ancak kabak çekirdeği çıkar.” Türk politik hayatı, demlenme fırsatı bulamamış, kabak tadı veren fikirlerin, Batı düşmanlığı ve bununla bağlantılı Batı karşısında üstün olma arzusunu tetikleyişinin örnekleriyle doludur. Bugün hâlâ, “Kemalist, popülist, sosyalist veya İslamcı fark etmeksizin birçok romantiğin Batı’ya yüklediği anlamın, ‘tek dişi kalmış canavar’ olduğu” göz önüne alındığında, söylenmek istenen çok daha iyi anlaşılabilir. Hem imrenilen hem de düşman bellenen Batı karşısındaki arada kalmışlık hissini bir seçimle –kapitalist ulus-devletler liginde yer alma seçimi- aşma gayretinde görünen Mustafa Kemal Atatürk, bu nedenle, ulus-devlet pratiklerinde “muasır medeniyeti” amaçlamıştır.

Kitabın geri kalan bölümleri, işte bu “muasır medeniyet” amacı –daha doğrusu bu amacın boşa çıkması- bağlamında okunabilir. Söz konusu bölümler, sırasıyla romantizmin ithali ve merkezden çevreye uzanan pratiklerle yeniden icadı, bu süreçte halk edebiyatının işlevselleştirilmesi ve buna eklemlenen popülizm ve köycülük, devlet ve buna zemin oluşturması beklenen “volksgeist”ın inşasında bir bilgi biçimi olarak mitolojinin kullanılması ve hatta bilimin ve dinin de bizzat mitolojikleştirilmesi tartışmalarına ayrılmıştır. Her ne kadar yazar bazen kendini tekrar ettiği izlenimini verse de bu tekrar, daha çok, bir ipek kozasının dokunmasına benzemektedir. Bu noktada kitaba yöneltilebilecek tek eleştiri, bölümlerin dizilişi olabilir ki örneğin, “Romantik Tarihyazımı ve Türkiye’de Tarihi Romantizm” başlıklı 5. bölümü en başa kaydırmak, yazarın önceki çalışmalarını henüz okumamış ve romantizm tartışmasını ele alış biçimine yabancı olanlar için kolaylaştırıcı bir etki yaratabilirdi. Öte yandan bu eleştiri bile dokumadaki incelik nedeniyle aslında romantik bir yanılsamadan ibaret görülebilir.

Sonuç olarak Türk Politik Kültüründe Romantizm, dışsal doğamızdan içsel doğamıza doğru uzanan epistemolojik müdahaleleri anlamlandırma çabası olarak özetlenebilir. Kimisi bu müdahalelerin milliyetçi, kimisi Kemalist, kimisi İslamcı, kimisi bir başka görüntüsünü kendisine yakın bulabilir; bunda haklı da olabilir. Fakat bu kitap, her şeyden önce, her bir görüntünün hem biricikliğiyle hem de aslında birbirinden bağımsız olamayışıyla ilgilenmektedir. Tam da Herder’in durduğu yerden bakıldığında görüldüğü gibi, “kültürel olarak kendini var etme/var kılma”nın yansımalarıdır tüm bunlar. Çünkü insan, biraz da –belki birazdan da fazla- kültürel bir yaratıktır ve iktidar, işte bu kültürün dönüştürülmesini esas alır. Buradan bakıldığında, bu kitap, bir iktidar(lar) analizidir.