“Biz organları sarıp sarmalayan esnek kılıfız"

Ten, Organları Sarıp Sarmalayan Elastik Kılıftır

Ten, Organları Sarıp Sarmalayan Elastik Kılıftır

BJØRN RASMUSSEN

Çeviri: Sadi Tekelioğlu Alakarga Yayınevi

Ten, iç organlarımızın kötü görüntüsünü örtmeseydi muhtemelen farklı farklı dış görünüşleri tartışacak ve hatta güzellik, çirkinlik kavramlarımızı bile kökten bir değişime uğratacaktık. Belki de ten renginden dolayı kimse öldürülmeyecekti, biz kimseye siyah demeyecektik. Kimse sadece siyah olduğu için örgütlenmek zorunda kalmayacaktı. Ten, insanları örgütlendirdi...

TUĞÇE YILMAZ

 

“İliklerime işlemiş o sabit şarkı dizeleri yok bende. Benim hafızam bir süzgeç, sütlaç, sevgili, keder, sigorta. Kaburgalarım arasında bir porsiyon anavatan yok, bayrağa, tarihe, dile, sanata, cinsiyete, bedene bir aidiyet geliştirmemişim. Gırtlağımın arkasında bir kaşık bile şefkat yok, ben her gün aynaya bakıp da: Seni seviyorum, seni seviyorum, seni seviyorum, seni seviyorum, demiyorum, ben böyle biri değilim.”

Çağdaş dünya edebiyatının aralanan kapısı eski olanı yıkmaya ve algımızı değiştirmeye nasıl da devam ediyor, bu düşünceyi destekleyen en iyi örneklerinden biri Ten, Organları Sarıp Sarmalayan Elastik Kılıftır. Roman, çağdaş Danimarka edebiyatının en çok ilgi gören eserleri arasında şimdiden yerini almış.

Kitabın yazarı Bjørn Rasmussen, 1983 doğumlu. 2007 yılında Danimarka Yazarlar Okulu’ndan mezun olmuş ve 2011 yılında, bu kitabıyla Montana Edebiyat Ödülü’nü kazanmış. Yazar, 2014 yılında ise Kültür Bornholms Edebiyat Ödülü’nü almış. Ülkesinde epey yankı uyandıran kitap, Sadi Tekelioğlu’nun özenli çevirisiyle Türkiyeli okurla buluştu.

Kitabı görünür kılan arka kapak yazısı şöyle diyor: “Biz organları sarıp sarmalayan esnek kılıfız. Biz, jöle, ipek ve sateniz, biz, tüfeklerin namlularından yayılan salvo ve Tanrı’nın bir haziran günü alnımıza koyduğu soğuk elin rüyasıyız.” Yazarın derdini hayli iyi özetleyen bir arka kapak yazısı bu, çünkü yazarın ve kitabın temel derdi, ne kadar önemli canlılar olduğumuz değil, aslında içimizdekileri örten deri sayesinde nasıl hayatta kaldığımız ve nasıl sosyal varlıklar hâline gelebildiğimiz, ya da ne kadar sosyal varlıklar hâline gelebildiğimiz.

Deri, bir örtü. İç organlarımızı örten, bizi dış dünyanın darbelerinden koruyan bir koruyucu. Başlangıç için bir tür öğretilmiş annelik görevi üstleniyor bedenimizde. Aldığımız darbelere ve yaralara göre şekilleniyor. Kaygı düzeyimiz yüksek olduğunda renk değiştirdiği gibi, yoğun depresyon dönemlerinde pul pul dökülebilme gibi işlevleri var. Aslında muhteşem bir karmaşa ve muhteşem bir döngü; beyin, beden ve derinin devinimleri. Rasmussen de buradan yola çıkıyor.

Tenin bir sahne olduğundan dem vuran yazar tenin özelliklerini anlatmaya girişiyor. Ten 1,6 ile 1,8 metrekare arasında değişen bir alana sahip ve bu da ortalama olarak bir yorgan nevresimine denk. Çocuklarda ve kadınlarda, erkeklere oranla daha ince ve aynı şekilde yaşlılarda da gençlere oranla daha ince. En ince kısmı 1,3 milimetre ve bu kısım, gözkapakları ile cinsel organlarımızın üzerini örten kısımlar. Sarı, kırmızı, mor, yeşil; dilediği rengi alır tenimiz ya da biz tenimize dilediğimiz rengi verebiliriz. Tüm bu renkleri verirken canımız acısa bile çok önemsemeyiz çünkü çok kısa bir sürede kendini yenileme özelliğine sahip. Ten, iç organlarımızın kötü görüntüsünü örtmeseydi muhtemelen farklı farklı dış görünüşleri tartışacak ve hatta güzellik, çirkinlik kavramlarımızı bile kökten bir değişime uğratacaktık. Belki de ten renginden dolayı kimse öldürülmeyecekti, biz kimseye siyah demeyecektik. Kimse sadece siyah olduğu için örgütlenmek zorunda kalmayacaktı. Ten, insanları örgütlendirdi.

Bunları derinlikle tartışan yazarın çıkış noktasının ten olması ise hiç şaşırtıcı değil. Kitapta yazar ve kahraman olan Rasmussen, çocukluğundan itibaren gözlemlediklerini ve yazmak istediklerini bir kitapta derlemiş. Günlük gibi mi? Pek değil. Daha çok bir terapi esnasında kayıt alınan notlar gibi, çünkü o denli psikanalitik bir metin. Çocuk Rasmussen ve erişkin Rasmussen’in kendini var etme çabasını adım adım okuduğunuz bir notlar silsilesi.

Metnin temel özelliği zaman bildirimi hariç hiçbir aidiyete sahip olmaması. Yersiz yurtsuz ve bu yersiz yurtsuzluğu hayli oturaklı. 130 sayfalık bir romana neler sığdırabilir, tartışmalarını çoktan geçsek de insan bu tür romanlarda ne ile karşılaşacağını, hâlâ detaylı olarak kuramıyor. Başıma ne gelecek?

Kitabın otobiyografik bir metin olduğunu anladığınız andan itibaren sizin için başka bir yolculuk başlıyor. Bir yere ait hissetmeme; ama bir kişiye de saplanıp kalabilme çelişkisi, tüm derdimiz oymuş gibi sürekli onunla yargılandığımız veya tarihsel olarak ezilmişliğini, hor görülmüşlüğünü taşıdığımız veya bize her yerde fazlaca söz hakkı veren, sadece öyle doğduğumuz için veren, cinsiyet, bu romanın çok dışında. Yazar, bize cinsiyetsiz bir dünyadan sesleniyor. Eşcinsel bir yazarın basit bir kurgusu tuzağına düşmeden ama, kaldı ki eşcinsel mi bunu da bilmiyoruz. Tamamen cinsiyetsiz, tamamen yersiz yurtsuz, tamamen anavatansız.

Anlatıcının sürekli değiştiği roman, yeni edebiyatın varlığını kabul ettirmiş hâli olarak karşımızda. Üstelik yazar bunu hiçbir şekilde sulu biraların içildiği, kötü müziklerin yeniden parlatıldığı, cinsiyetçiliğin meşru ve bireylerin kendinde hak gördüğü bir düzlemde yapmıyor; onun dünyası tamamen farklı. Underground. Asla değil. Hikâyeyi kurmaya yardımcı olan yan hikâye ise tatlı bir anı olarak tınlıyor, çünkü belki de bu hepimizin hikâyesi.