Bu rezil dünya bizim, sınırları kaldırın!

Sınırlar Ülkesinde

Sınırlar Ülkesinde

SHERKO FATAH

Çeviri: Sevinç Altınçekiç Ayrıntı Yayınları

Sherko Fatah’ın Sınırlar Ülkesinde romanı siyah ve gri bir eser. Irak Savaşı’nın ağır yükünü taşımak zorunda kalan insanların yaşamaya bırakıldığı o hayat, ümitten yoksun, gelecekten çok bugünün hayalinin kurulabildiği siyah gri bir Picasso tablosu gibi...

SERAP ÇAKIR

Savaşın rengi siyah değil mi? Etrafı gündüz de olsa geceye çeviren ölümler, sessizken kopan çığlıklar, söylenmeyen cinayetler ve yıkılan kentler. Kapkara rengiyle acıya boyanan insanlık. İşte Afganistan, Nijerya, Sudan, Eritre, Kongo, Filistin, işte Suriye ve işte Irak. Hepsinin göğü kararmış ve o karanlıkta sonlanmayan acı bir dili konuşuyor insanoğlu. Peki, ya savaş sonrasının rengi? Olsa olsa griye boyar etrafı. Ölüm sonrası sessizliği, çaresizlik, yokluk, yitirilmişlik, yurtsuzluk ve betonun işe yaramayan hali, yıkıntılar. Koca bir gri tablo, Picasso boşuna resmetmemiş Guernica’sını.

Sherko Fatah’ın Sınırlar Ülkesinde romanı işte böyle siyah ve gri bir eser. Irak Savaşı’nın ağır yükünü taşımak zorunda kalan insanların yaşamaya bırakıldığı o hayat, ümitten yoksun, gelecekten çok bugünün hayalinin kurulabildiği siyah gri bir Picasso tablosu gibi. Irak Kürdistan’ına sınır bölgesine uzanacağız, bir kaçakçının evine ve izini sürdüğü topraklara bakacak ve içlerindeki o yangını anlamaya çalışacağız.

Eser, savaş sonrası Güney Kürdistan’ını griye boyamış. Hal böyle olunca bir cenaze sahnesiyle başlıyor oluşu da insanı şaşırtmıyor. Akrabaları olan ama onlara ve yaşantılarına epeyce yabancı bir misafirin eve usulca süzülüşünü izliyoruz. Yengesini yanaklarından öpüyor ve şimdilerde kaçakçılık yapan amcasıyla karşılaşıyor. Konuşmaktan çok, gözlerle ve hareketlerle anlaşmak daha kolay. Cenaze evine gelenler ölüme alışmışlık hissini daha bir artırıyor, bir duvarın dibinde oturup ağlayan anadan başkası yalnızca gönül desteği için orada. Yas tutma var ama hangi biri için gözyaşı akıtılacak?

Savaşın yapıp ettikleri

Bir zamanlar, savaştan önce yani, herkesin normal bir yaşantısı vardı. Suriyelilerin, Iraklıların, Nijeryalıların. Gündelik hayatlarında basit istekleri olan ve bunlara kavuşmak için çabalayan milyarlarcamızdan biriydi onlar da. Ama sonra? Savaş her şeyi altüst etmesini bildi. Kapitalizmin sürekli şiddet üreten mekanizması, acımasız çarkları, sanki her bir ülkeyi tek tek yutmaya yeminli sistemi böyle işliyor çünkü. Harap ediyor ve sonra tekrar kurmak için yok ettiklerinin yanına gidiyor. İşte Irak, başarabilse bir süre sonra Suriye de öyle olacak. Sınırlar Ülkesinde’nin insanları savaş yorgunu. Kaçakçı, öncesinde tüccar olarak sürdürdüğü hayatı başka bir biçime evrilmiş. Sınır bölgesinde yaşadıkları için kaçak mal getirmek en makulü. Uluslararası ambargo devam ediyor. Sırt çantasına sığabilen her ne varsa onun rızkı olmuş. Teknolojik aletler, bulunması mucize ilaçlar, sigaralar, alkol ve para. Bir eli yağda bir eli balda’ların anlayabileceği türden değil yaşadıkları. Çocuğuna ilaç alamamak nedir bilmezler mesela. Ama kaçakçı iyi biliyor. Belki kendisi, belki de komşusu sırf o ilaç için neyi var neyi yok satmaya razı gelebilir.

Savaş zamanı gözlerinin önüne geliyor: “Şehrin o zamanlar nasıl göründüğünü hatırladı, karanlık ve üstüne çöken dumanlarca yamyassı ezilmiş gibi. Her yerde ateş görünüyordu, yol kenarında, avlularda ve palmiyelerin altındaki çalılıklarda. Daha önce görülmediği kadar çok insan ışıksız caddelerde birbirlerini ite kaka yürüyordu.” Karanlık, simsiyah bir şehir, dumana ve kana bulanan her yıkık şehir gibi… Savaş kentleri birbirine benzetir.

Sınırı kaçak geçmek

Mayınlarla dolu sınır bölgesini, oradaki her bir taşın yerini, çeşidini ve hatta rengini bile çok iyi biliyor kaçakçı. Kat ettiği yolda hangi bölgeler eşkıyalarla dolu, hangi bölgede asker var ve patikası neresi olmalı hepsinden haberdar. Gerisini biraz şansa ve biraz da Allah’a bırakırsa sınırı aşıp mallarını çantasına atıp dönmesi çok kolay. Kolay mı? Sınıra doğru yol alırken sürekli iç sesini dinliyor kaçakçı, sürekli gelebilecek herhangi bir tehlikeye karşı kulakları tetikte. İçinden bir ses “artık gitme” derse ne kadar yol aldığına bakmadan geri bile dönüyor ama bazen de kaderin üzerine üzerine gidersin ya hani bile bile… Acaba Roboski’de neler olmuştu, neler hayal ederek yola çıkmışlardı ve üzerlerine bombalar yağarken düşünecek birkaç saniye bulabilmişler miydi?

Aslında savaş sonrasının yokluğunda bulunan bu kaçak çareler kaçakçının ailesine geçim kaynağı olmuştu ve işler bir şekilde yürüyordu. “O bu şehrin dışarıdaki ülkeyle olan bağlantısıydı.” Şehir tüccarlara aitti ve tüccarlar da kaçakçılara bağımlıydı. Ta ki Güney Kürdistan’ın sivil istihbaratından Beno’yla tanışana kadar. “Beno’yla tanışmak asla bir dost edinmek, hatta yüksek bir makamda tanıdığı olmak bile değildi… Beno’yla tanışmak, aynı zamanda ta en baştan meselenin kötü sona ereceği duygusuna kapılmak demekti.” Kaçakçının on üç yaşlarındaki oğlu radikal bir örgüte girmişti. Önceleri bu, ailenin işine geliyordu çünkü evden bir boğaz eksilmişti ve çocuklarının bir şekilde güvende olduğunu düşünüyorlardı. Ama Beno kaçakçıyı uyarıp, oğlunun bu örgütten uzaklaşmasını söyleyince anne ve babanın içine bir kurt düştü. Kuzucuğu bu işten sıyırmayı düşündüler belki ama tehlikenin ne kadar ciddi olduğunu pek anlayamadılar. Günler sonra Kuzucuk birdenbire ortadan kayboldu.

İşte kaçakçı için kâbus dolu günlerin daha da kötüsü böylece başlamış oldu. Aklına gelen her bağlantı yoluyla oğlunu aramaya koyuldu. Tüccarlar, hapishane müdürleri, istihbaratçılar, her kim varsa kapısını çaldı, tabi cebinde tomarla parayla. Elinden ne geliyorsa yapmaya çalıştı, paraysa para, kararlılıksa kararlılık…

Bir kez daha geçti sınırdan. Mallarını çantasına yerleştirdi ama ona o gece çıkış kapalıydı. Gelirken ödediği paralar dönüşünde işine yaramadı. Neyi var neyi yoksa elinden aldılar ve onu işkenceden geçirdiler. Oğlunu arayan çaresiz kaçakçı bir baba! Güney Kürdistan’a kaçak yollarla birkaç eşya sokmaya çalışan illegal bir adam. Çok dövdüler, çok vurdular ve yürüyemez hale getirene kadar yakasını bırakmadılar. Sonra da boş bir çuval gibi araziye attılar.

Gri bir roman bu

Sonrası mı? Sherko Fatah içinizi açacak bir roman yazmamış, benden söylemesi. Savaşın yıktığı şehrin insanları size hemen ertesinde güneşli bir Pazar sabahının resmini çizemezler çünkü. Belki bir süre sonra umuda dair sözlere gülümsemeler karışacaktır ama hemen değil. Annesini, babasını, çocuğunu, akrabalarını veya tüm sevdiklerini yitirmiş insanlardan size rengârenk bir yaşam hikâyesi anlatmasını bekleyemezsiniz. Yalnızca yardım edebilirsiniz. Hor görmeden, sizin de yurtsuz kalabileceğinizi düşünerek, bir gün sizin de destek bekleyebileceğinizi bilerek onlara elinizi uzatabilirsiniz.  

Sherko Fatah Berlin doğumlu, annesi Alman, babası Güney Kürdistanlı bir yazar. Sık sık memleketine gitmiş ama orada yaşamamış. Bence Sınırlar Ülkesinde romanının o çekingen misafiri de yazarın ta kendisi. Olayın gerçek olup olmadığını bilmiyorum ama o yabancının yerine kendisini koyduğunu hissedebiliyorum. Kendi memleketinde bir yabancı ve yabancı bir ülkede kendisi olamayanların dünyası burası. Sıradan insanların serçe yürekleri. Sınırlara hapsedilen küçük dünyaların tutsaklığı. Bu rezil dünya bizim, sınırları kaldırın!