On dokuzuncu yüzyıl melankolisinin beden bulmuş hâli: Sapho

Sapho

Sapho

ALPHONSE DAUDET

Çeviri: Sâmih Tiryakioğlu İletişim Yayınları

Antik Yunan’da da olduğu gibi, Sapho figürü dönemin aşk ve cinsellik algısını şekillendirmeye devam ediyor. Alphonse Daudet’nin Sapho’su ise ilişkilerin karmaşık ve hastalıklı tarafını gözler önüne sererek ilk Sapho’nun izinden gidiyor.

BEDRİYE NİSAN GÖKSEL

Batı edebiyatında Sapho, aşkı kötücül bir hastalık olarak tanımlayan ilk şair olarak biliniyor. Onun “Afrodit’e Yakarış” şiirindeki “yalvarırım yüreğimi acılarla/ dağlama!” dizeleri, bu konudaki düşüncelerini yansıtması açısından belirleyiciydi.1 Daha sonra ünlü Latin ozan Catullus’tan Baudelaire’e kadar olan dilimde tekrar tekrar karşılaştığımız bu algı, özellikle 19’uncu yüzyıl aşk edebiyatını besleyen bir fikirdi. Yüzyılın ortalarına doğru ise Alman edebiyat akımı Strum und Drang’ın etkisinden çıkan Fransız yazarlar ilgilerini tekrar topluma yöneltmiş ve hissettikleri melankolinin doğasını anlamak için toplumu çözümlemeye çalışmışlardı. Özellikle araştırmacı bir tavrı benimseyen natüralistler toplumun dekadanlığıyla aşk arasında doğrudan bir bağ kurmuş ve eserlerini birer hekim gibi aşkın insanlar üzerindeki etkilerini araştırmak için kullanmışlardı.

Sapho adlı romanında Alphonse Daudet, aşkın karanlık yanına yöneliyor ve aşkın ne kadar yıkıcı olabildiğini gözler önüne seriyor. Romandaki kahramanımız, taşralı Jean Gaussin, maskeli bir baloda tecrübeli bir kortezan olan Fanny Legrand’la tanıştığında hayatı hızlı bir düşüşe geçer ve romanın sonunda bambaşka, istemediği birine dönüşür. Natüralistlerin Goncourt Kardeşler kolundan gelen yazar, bu romanında şaşırtıcı bir şekilde Zola’nın ekolüne daha yakın bir tavır sergiler. Fanny Legrand’ın anlatıcıyı fizik ve ahlaken rahatsız edişi, betimlemeler, Fanny ve Irène arasındaki sosyal konumlarına bağlı farklar Medan grubundaki çoğu yazarda görülebilir özellikler... Tıpkı 1848’de Alexandre Dumas Fils’in yazdığı Kamelyalı Kadın gibi, Sapho da Parisli bir kortezan ile soylu sayılabilecek, taşralı bir gencin arasındaki hummalı aşkı ele alır. İki natüralist romanı ayıran en büyük fark ise Daudet’nin eserinin arka planını birçok metaforik katman üzerine kurmasıdır.

Fanny Legrand aşkın acı yüzünü insanlara gösteren mitik şair Sapho’nun, genç taşralıları kötü yollara düşüren çekici Paris’in ve fonetik benzerlikten de anlaşılabileceği gibi nüfusun büyük bir kısmında görülen sifilisin beden bulmuş hâlidir. Jean Gaussin’se iki ardışık endüstri devriminden sonra gelişen Paris’e kariyer planlarıyla gelen taşralı, para sıkıntısı ile Paris’in ahlaken bozulmuş gece hayatı arasında yalpalayan genç figürünü temsil eder. On dokuzuncu yüzyıl yazarlarının çoğu, tıpkı Jean gibi, taşradan “çıkıp” Paris’e “gelen”; alkol, uyuşturucu ve zührevi hastalıklar yüzünden kötü bir hayat süren gençlerdir. Rahat ve dingin bir hayat sürdükleri taşradan sonra Paris’in kasvetli, hastalık dolu ama bir o kadar da çekici hayatı bireyde melankoliye neden olur. On dokuzuncu yüzyıl bireyi hiçbir yere ait değildir.

Tıpkı karakteri Jean gibi Alphonse Daudet de taşrada, Nîmes’de doğmuştur ve Marie Rieu adında Parisli bir kortezanla uzun süre beraber yaşamıştır. Romanın bu otobiyografik yönü, Jean’ın 19’uncu yüzyıl gencini temsil ettiğini düşünmemiz için bize daha fazla destek sunuyor. Sapho’nun Jean üstündeki kontrolü, Jean’ın ona duyduğu öfke, tiksinti ve yine de onu bir türlü bırakamayışı, Fransız edebiyatçıların 19’uncu yüzyıl Paris’i için kullandığı “fascination repoussoir”ın (“itici büyülenme”) ta kendisidir. İnsanlar etik açıdan ne kadar kortezanları mide bulandırıcı bulsalar da, kendilerini onların güzelliğine kapılmaktan alamazlar. Bu açıdan, de Potter karakteri Daudet’nin taşralı gençlere yönelik kehanetinin vücut bulmuş hâlidir. Caoudal, La Gournerie ve Déchelette gibi sanatçılar ve kortezanlarla yaşadığı ilişkiler de Paris’in bu yönünü pekiştirir. Sapho’nun Jean üstündeki cinsel gücü ve tam kontrolü okura zührevi bir hastalığı çağrıştırırken, Daudet gri, şeytani ve tehlikeli bir Paris resmi çizer.

Romanın sonunda Sapho’yla Jean’ın ayrılması, Jean’ın Paris’ten taşınmasıyla eşzamanlıdır. Jean tıpkı bir büyünün etkisi altındaymış gibi Paris’ten kurtulduğunda Sapho’dan da kurtulur. Daudet’nin ayrılan kişi olarak Sapho’yu tercih etmesi, yaratmaya çalıştığı “taşralı” figürünü korumak içindir. Taşralı o kadar büyülenmiş durumdadır ki, hastalığına bağımlı hâle gelmiştir. Jean, Sapho için her şeyinden vazgeçtiğinde kaybeder asıl onu. Bu ayrılıktan sonra, Zola’nın ekolünden olan Daudet’nin çağdaşı Huysmans’ın melankoliye dayanamayıp edebiyatı da dekadanlığı da bırakması gibi, Jean da kendine başka bir yol çizer.

“Aşktan ölmek” gibi kavramları edebiyata katan Yunan şair Sapho’nun, Daudet’nin kaleminde femme fatale olarak tekrar hayat bulması romanın yüzyılın en iyi tarihsel ve sosyolojik panoramalarından birini sunmasına katkıda bulunuyor. Daudet yalın ve sürükleyici bir dille iki ana karakterinin üzerinden yaşadığı yüzyılı ve buhranlarını okura aktarmayı başarıyor. Bir doktor titizliğiyle aşkın ve zamanının insan üzerindeki etkilerini analiz ediyor ve bunlara nasıl bir çözüm bulunabileceği üzerine düşünüyor. Romanın natüralist doğası ve çok katmanlı anlam şeması okuyucuyu Paris’in buğulu sokaklarında buhranlı bir aşk macerasına çekiyor.

 

1 Sapho, Adım Hiç Unutulmayacak, çev. Cevat Çapan, Adam Yayınları, 2003.