Gidenlerdir odaları yakanlar

Nohut Oda

Nohut Oda

MELİSA KESMEZ

Sel Yayınları

Yuvanın, duvardan duvara örülen ağ, ilmek ilmek dokunan nakış olduğu savıyla yola çıkan Nohut Oda, çok değil bir iki satır sonra yarattığımız mekânların kâğıttan kule olduğunu anlıyor. Nohut oda, insanın huzur hayali değil, büyük çaresizliği!

TEMEL KARATAŞ

İnsan mekânı kendi var eder. Orada yaşamak için mi, orayı yaşamak için mi? Bu, önemli bir ayrım. Bu ayrım ancak edebiyatta, edebiyatla anlaşılır. Engin bir ovada daralır, boğulur da insan, nohut oda saray gibi gelir. Niyedir? Nasıldır? Yanıtı insanlık tarihi. Ama ahkâmı şöyle keselim: Nohut oda (bakla sofa), sanıldığı gibi modern insanın huzur hayali değil, büyük çaresizliğidir. Nohut Oda, yer yer çelişkileri de anlatıcı (yoksa yazar mı?) zihninden açığa vurarak bu çaresizliği aktarmaya çalışıyor.

Zihindedir mekân. Yaşadığın mekân. Barınmak ayrı, yaşamak ayrı elbet. Evi barınaktan ayıran ne ki? Evin bir kalıbı yoktur. Dönmek istediğin yerdir ev. Yuva. Melisa Kesmez’in Nohut Oda’sında dediği gibi: Hiç yıkılmayacağına inanarak kurduğun şey, duvardan duvara, ilmek ilmek ördüğün ağ... “Daha kolileri açarken başlıyordun mekânla arandaki boşluğu doldurmaya, bir örümcek gibi örüyordun ağını, duvardan duvara, odadan odaya.” (s.16)

Sağlam duvar mı, kâğıt kule mi?

Nohut Oda, editörün arka kapak yazısından işaretle hep bir “yuva güzellemesi” olarak okunsa da, işin aslı bu sıkı ağ, ilmekler, örmeler, doldurmalar, sıkılaştırmalar bambaşka bir tasnifle sürüyor yalnızca bir sayfa sonra: Üst üste dizilen ve dengede duran (zoraki) bir yapı oluyor mekân Nohut Oda’da. İşte, sözünü ettiğim gerçek ve nohut odanın perde arkası da bu.  

Peki, nasıl üflesen yıkılacak bir kuleye dönüyor o ilmek ilmek örülen sağlam yuva? Yuvayı kutsamanın nihai sonucu mu bu? Hep dönmek istediğimiz yeri... İşte, burada diğer meşhur iki unsur devreye giriyor: İnsan, zaman... Bunlarsız olmuyor. Kim ki mekânın krallığını ilan etse, zaman ve insan dikilegelmiş onun karşısına. Mekân, insanı ve zamanı görünce vaka ögesi olarak kalmaya, hareketin oluşmasına, şekil almasına el vermeye devam etmiş... Eğer bir anlatıda imge olabildiyse kendini başrolde saymış mekân. Bir bina, ayrılığı imgeleyince, bir sokak aşkı muştulayınca...

Melisa Kesmez’in nohut odalarında yaşanan da bu. Tarihin tekerrürü bir nevi. İnsan var ya insan... Aşk var ya... Onsuz anlam yok. Nohut odaları dev saraylara çeviren de insan, daralttıkça daraltan da. Ya giderse insan? Birileri kaçtıkça, terk ettikçe daha da küçülür nohut oda. O odaları anca “kalanlar” anlatabilir. Giden bilmez. İçindekiler azaldıkça eksilir mekân. “Uç uca eklenen irili ufaklı vedaların” oluşturduğu şekildir şehir. Ya da terk edenlerin bıraktığı ağrıları ağırlayan yerdir mekân.

Ya ötekinin nohut odası?

Oyun çevirileriyle de tanıdığımız yazarın “gerçekliği” aktarış tarzının öykülerinde tiyatrodan sıyrılmış olması övgüyü hak ediyor. Yazarın öyküsüdür hayat, ne yazdıysa odur. Sahne değildir öyküde mekân. Fon hiç değildir. Özellikle “Kalanlar” ve “Son Bir Çay”daki sezdirici tasvir, öyküleri okutan nedenlerin başında geliyor. 

Ancak anlatıcıların (yazar dememeye özen gösteriyorum), cinsiyet ve insan-mekân ilişkisi konusunda kişilerin farklı deneyimlerinden çok kendi öznelliğiyle sınırlı kalması yer yer dikkatli okuru çimdikleyecektir. Aynı ya da benzer kişi olduğunu tahmin ettiğimiz anlatıcı(lar) eğer terk edilense, anlatıcıda kendisine yönelik mağduriyet, arabesk, melankoli dili ortaya çıkar. Eğer terk edense, yine kendisi mağdurdur. Ya da söz konusu kendi evi ise her şey güzeldir, özeldir, emekle inşa edilmiştir; ancak başkasının evi ise, eşyalar üzerinden ev sahibi hor görülen, dışlanandır.

Ne dedik? İnsanın da yazarın da günümüzde büyük çaresizliği nohut oda. Ama hikâye şu: Bir varmış, bir yokmuş... Nohut oda, hiç yokmuş.