“Kınından çekilmiş bıçak gibi...” bir kitap: Kurdeşen

Kurdeşen

Kurdeşen

KAYA TANIŞ

Edebi Şeyler

İnsan kitaptır, diyor Kurdeşen, bizzat kendisidir kaşıyarak kazımaya çalıştığı; tırnaklarının arasına kuru deriler gibi doluşur sözcükler...

NİYAZİ ZORLU

Kurdeşen her şeyden önce, okura rahatsızlık veren ve bundan dolayı özür dilemeyen bir kitap. Okurun “tek seferlik” okuyup geçme alışkanlıklarına ters bir kitap. Okurdan geriye dönmesini, kaçırdıklarını birer birer itiraf etmesini bekleyen bir kitap (roman demiyorum, kitap diyorum, özellikle ve ısrarla). Okurdan, her şeyden önce, yavaşlamasını, ağır olmasını, hemen her cümlede duraksamasını, satırlarını çizik (yara bere) içinde bırakmasını talep eden bir kitap. Kurdeşen’in Yusuf Atılgan alıntısı ile başlaması tesadüf değil: “ …Bu kadar rahatlık beni korkutuyor. Hiç olmazsa birkaç gün sürecek bir hastalığa tutulsam!”

Başta ve sondaki – “kurdeşen illetine,” “kurdeşenlik denilen illegal tarikata” ilişkin– iki italik anlatı arasına sarılmış bir kitap. Hemen her sayfada karşımıza çıkacak, “akraba” imgeler/kavramlar/görüntüler arası hızlı ve yoğun geçişlerin habercisidir bu italik açılış. “Dünya”dan “elma”ya, “yarı”dan “yara”ya, “insan insanın kurdudur”dan “insan insanın yarasıdır”a.  

İnsan kitaptır, diyor Kurdeşen, bizzat kendisidir insanın kaşıyarak kazımaya çalıştığı; tırnaklarının arasına kuru deriler gibi doluşur sözcükler. Evet, farkındayım, bunlar çok şairane yorumlar; çünkü Kurdeşen, kendisiyle cebelleşmeyi göze alan okuru pekâlâ “dip”lere sürüklüyor.

Kitap iki bölümden oluşuyor: Dip ve Siz. Yerinde adlandırmalar bunlar. Bu “dip-siz” kitap, her türlü ihtimale (benzetmeye, çarpıtmaya, bozmaya) açık ve belki de bu yüzden korkunç, “dip”i bozuk doğayı kucaklıyor.

Arka kapak yazısında “Anadolu epopesi”nden söz ediliyor. Her ne kadar –özellikle kitabın ikinci bölümünde epey görünürlük kazanan– “Allah,” “besmele” ve çocuk gözünde cinsel ilişkinin kazandığı kırıcı, sert anlam sahiden de Doğu’ya özgü olsa da, kitap bu türden darlaştırıcı kalıpların ötesinde, varoluşa dair daha genel, dünyalı unsurlarla bezeli. Mesela fiillerin/faillerin/seslerin/durumların/öykülerin iç içeliği, birbirlerine büyüleyici bir şekilde dolanıp kalmaları, neredeyse ayrılamaz hâle gelmeleri; özellikle her kısım kapanışında boy gösteren (“…oğlum daha doğmamıştı, annem kardeşime hamile kalmamıştı, babam ağaçtan düşüp ölmemişti ve ben daha çocuktum”) zamanlardaki o belirsizlik. Sonra ağaç, kendini ağaca asan kadın, ağacın gövdesinde beliren yarık; ağaçtan inmeyen, dünyayı ağaçtan izleyen, ağaçtayken düşünmeyi kesen çocuk, baba ile çocuğu arasına dede vasıtasıyla giren bıçak vb. en başta psikanalizin iştahını kabartması beklenen resimler. Bunlar, kitabı bir kerelik okumalardan uzaklaştıran; onu “yalnız,” “tek başına,” “başka” kılan sayısız imgeden birkaçı.

Tam da burada, kitabın şiirle bağlantısına, daha doğrusu bağlantısızlığına değinmek lazım belki de. Eğer “şiirsellik”ten kasıt, imgeci şairlerin peşinden koştuğu o yeni buluşlar, akışkanlık kaygısı vs. ise Kurdeşen hiç de şiirsel bir kitap değil. Ancak anlatımı şiirden, Cemal Süreya’nın sözünü ettiği “kelimeler arasında kurulacak şiirsel yük”ten izler taşıyor; tek-tük, ketum, “boş” işlerle ve kargacık işleyişlerle uğraşan bazı “dalgacı” şairlerin, sözcükleri/sesleri olmadık karanlık zamanlarda, olmadık ters yerlerde bir araya getirdikleri şiirlerine yakınlaşıyor. Seslerin tokuşmasından oluşan bir ritme yaslanıyor. Babanın eli kopacak gibi kesildiğinde, yolu anneden geçen bir endişeyle çocuk babaya koştuğunda, aynı esnada çocuk babaya yönelik öfkeyle cümleler boyunca baş etmeye çalıştığında, babanın elindeki cinsel çağrışımlarla hemhâl olduğunda noktayı/dizeyi muhteşem bir şekilde gediğine oturtuyor: “Kopsaydı o zaman!” Bu dizede babanın elinden bahsetmiyor; burada beliren şey şiir, burada kopması dilenen şey zaman’ın ta kendisidir. Babanın elinin kesildiği ve babanın gece olunca eliyle anneyi kavradığının öğrenildiği zamanlardır. İşte böyle… Kitapta delilik kol geziyor.

Eylemler yaşsızdır Kurdeşen’de, doğurma ve doğma, ölme ve öldürme eylemleri de. Her yaş ve cinsiyetten özne doğurup öldürebilir. Eylemler/kavramlar/özneler bölünür, parçalara ayrılır: “dip” ile “siz,” “cin” ile “ayet.” Olaylar bir çocuğun belleğinde kayda “geçer” ama “geçer” lafın gelişidir, çünkü olaylar durdukları yerde dururlar. Köylük yerlerde olaylar “geçmez,” üst üste biner, karışır, katlanır, birbirine abanırlar. İkinci bölümde cinayet ve cinnetin dozu iyice arttıkça “unutmak,” “hafıza,” “iyilik,” “inkâr,” “günah,” “yalnızlık,” “cehennem,” “gerçek,” (kitapta büyük harfle yazılan) “YALAN” gibi kavramların altları kalın kalın çizgilerle (ve sonra üstleri koyu koyu çarpılarla) çizilir. Bunlara, çocuğa eşlik eden ve türlü korkutucu biçimler alan “gülme”yi de eklemek lazım. Ağacın gövdesini, kazın boynunu bıçaklayan çocuk. Yazmak ile öldürmeyi karıştıran, bıçağına kandan izler/yazılar düşüren çocuk. Sahi “yeni” bir yazarın (KAYA), “yeni” bir anlatımın ortaya çıkışı, “eski/yaşlı” yazarların az çok ölümü değil midir? YAŞLI ADAM: Evlatlarım, katiller! KAYA: Yakalayın onu, bana getirin. Kurban verin bana. Onu verin, kesin! Getirin onu.

Karşıtlıklar bir aradadır. Hiçbir şey saf, kendisi değildir. Her şey karşıtını yedeğinde taşır. Uyum çatışmaya, kucaklamak kıstırmaya, çocuk babaya, geçmiş şimdi’ye vs. dönüşür. Çocuğun çektiği –bir ömürlük bilgi– vicdan azabında doğa yanar, kavrulur. “Cellat,” “Kaz,” “Ağaç” söyleşisinde görüldüğü gibi, nedenler ve gerekçeler çözülür, haklı haksız sonsuza dek birbirine karışır. CELLAT: Kesmedim, vurdum. AĞAÇ: Biz arkadaştık, seninle ben. Her gün, yemekten önce, dallarıma, sen… Ama vurdun, sen. Beni. KAZ: Biz arkadaş değildik, seninle, ben. Her gün, hiç, olmadı. Ama vurdun, sen. Beni.

Bir kez daha… Kitabın masallarla kuşatılmış evreninde her şey, herkes birbirinin devamıdır. Berber, makası çocuktan önce babası için şaklatmıştır, çocuk da baba gibi berber koltuğunda rahat durmaz, çocuk da babası gibi “çükünün kesilmesi” ile tehdit edilir. Devamlılığın/anlatının kesintiye uğradığı “oldukça karanlık” yerlerde dış müdahaleler devreye girer: yüzde belirmesi, kuşaktan kuşağa aktarılması beklenen iz “dalın sivriltilmiş ucuyla” kondurulur.

Babaannenin âdeta ağzında yaşar, kovuğunda konaklar kitaptaki çocuk. Sanki herkesle birlikte babaannenin kurgularının, anlattığı masalların kurbanı olmuş gibidir (bir kez daha “folklor şiire düşman”). Dayatılan kavramların, masalların, hayatın(ın) burçlarına saplanıp kalmış sanıların kurcalandığı yerde dahi cinnet, cinayet vardır. Okurun iyi niyetle beklediği o “özgürleşme, çıkış, yırtma” ânına doğru atılan adımlar bile şiddetten nasibini alıyor. Tevekkeli değil, “Çocuklar önce söz dinlemeyi öğreniyor.”

Masallardaki gibi, kitapta da canlı cansız tekmil varlık ses’e veya dil’e gelir. Kahramanlar, kişiler, nesneler bir “karış”/kargış mesafesinde devinirler. Çocuğa “karış veren” ve çocuğun bağışlayıcı bir bakış koparmak için günlerce peşinde koştuğu varlıklardan biri kazdır. Belki de ağaç orada dursaydı kendimi asla iyi hissetmeyecektim. (“Kendini iyi hissetmek” mi? Oysa yamulmuş, insanı ürperten bir gülüş vardır o “kendini iyi hissetmek” anlarında.) Benimle birlikte kaz da aynı şeyi hissedecekti. Bizi birbirimize düşüren, lanetler okutan, acımasızlık yaptıran bir şeydi ağaç kesilmesi gereken zararlı bir uzuv, kötülük tohumu, ikilik bulamacı…  “Ötekileştirme veya kucaklama işlemlerinin mekanizması”na dair ipuçları kitabın pek çok yerine tahıl taneleri gibi dağıtılmıştır. Diğer her şey gibi dağılıp çözülen ittifaklar, kar(ın)deşliklerdir bunlar, ne de olsa ortak bir “başkası/diğeri/ karşıdaki” sayesinde kurulmuşlardır. İnsanın bağışlama ayinleri –kitaptaki en anlamlı sahnelerden birinde bir kez daha tanık olunduğu gibi– bolluk anlarında, dolu tahıl ambarlarında gerçekleşir. Ambar boşaldığında hafıza canlanıp kanlanır. Daha önce söylemiştim: Hafızasızlıktan, halkların/çocukların unutkanlığından yakınanlar fena hâlde yanılıyorlar, demiştim. İnsan, belleğini zekeri gibi çalıştırır. Unutmaz. Unutmak erdemdir, keşke unutsa. İnsan dediğinin hatıraları olsa olsa biçim, giysi değiştirir; söz’e gelmeyen ter’e gelir; insan, geceleri yanı başında bir bardak suyla uyur, çünkü korku ve tiksinti içinde uyanacağını bilir, çünkü su uyur düşman uyumaz. Ee? Sonra? Çocuklar “sonra” denmesini sevmezler.

“Oysa” yoktur bu kitapta. Ağacı unuttuğunu söylerken, gerçekte söylediği onu unutamadığıdır. Çünkü “oysa,” “ne var ki” gibi, metnin (roman veya öykü) kendi çelişkilerini gidermek, kahramanları rahatlatmak, onların değişken ruh hâllerine kılıf uydurmak vs. için sıklıkla başvurduğu, bu türden bağlamlar yabancıdır Kurdeşen’e. Tanış’ın kitabına alışılmadık bir boyut katan, biraz da bu yazınsal tercihtir.

Kaya Tanış’ın Kurdeşen’ine dair söylenecekler bitecek gibi değil. Kitabın sesler ve görüntüler arasında gidip geldiği, sessiz ayrıntılarla bezeli, soluk kesici manzara resimleri çizdiği de söylenmeli. …ve bu ezgiyi duyan kaç melek var ise kanatlarını çırparak tüylerini gökten aşağı dökerek gelinle damada bir gerdek yatağı kurmuş. /…gözlerini kapatıp da birinde anasını, diğerinde de yitip giden karısını gördüğü vakit…/… mermilerin üçü de de yere düşmüş. Biri damada, biri geline, biri de bey'in kızının gövdesine yatıp uykuya dalmış.

Kurdeşen –semsert, “taş olmuş” gerçeklikler karşısında, son hızla ve soluksuz, geçmişte olup bitenleri taramaya, onları tiftik tiftik etmeye koşan, (baba(nın)anne(si)nin anlattığı) masalların araf’ında kalakalmış– çocuk belleğinin acımasızlığını karşılayacak, “(o) çocukla çocuk olacak” okurunu bekliyor. Kitabın çocuktan, anneden, babadan, ağaçtan, kazdan, bıçaktan, “karış vermek”ten çok, –en başta yazarın kendisi olmak üzere– yazının cenderesine sıkışmış bireyden bahsettiğini teslim edecek bir okuru.